Bir haykırış olmalı bu, tanımsız aşağılık ya da yukarılık bile olsan, unutmamalısın ki var olmanın dayanılmazlığı, senin hafif olmandan dolayı her zaman hafif bir puanın var, demektir. Var da... Her şeyin tebessümle başladığını, sevmekle güzelleştiğini, saygı ile beslenip yüceldiğini bildiğin ve de elinden tutulup çekip alındığın halde tepik atmanın, hangi tanımsız tanıma sığdığını bulamadım...

Bulamadım... aynı tasa kaşık çaldıktan sonra ya da sırf sen tatmin olasın diye,  gecenin bilmem kaç vaktinde puslu İstanbul sokaklarını arşınlamanın veya kirli bir otel odasında sabaha kadar materyalist söylemlerini dinlemenin , senin bu salakça bilgiçliğin yetmiyormuş gibi insanların geometrik şekiller çizerek koşturduğu yağmurlu bir gecenin sabahında hafif menopozlu ve ağır depresif yavukluna kavuşasın diye katlanmamı hayretler içinde düşünüyorum da... ve yine düşünüyorum da çınar ağaçlarından ahesteli bir şekilde arnavut kaldırımına düşen yaprakların arasındaki minik kuşun son nefesini verirken ne çok ızdırap çekmiştik!

Hatırlıyorum... bilemiyorum, sen hatırlıyor musun? Yine seninleydi... Umutlarımızın ışığında aydınlattığımız gecenin kırağı düşmüş puslu sabahında yine umutlarımızın sıcaklığında ısınmıştık. Evet, evet. Sen yine ağzından düşmeyen sigarayı aynı tavır ve eda içinde tüttürüyordun. Sağ elinin yukarıya doğru eğimi ile dudaklarının sol çapraz aralığına koyduğun ve yine aynı eğim doğrusunda “oturan öküz” edasıyla çıkarttığın dumanların sese dayalı ayrışımında ise “ülkeyi ve hatta tüm insanlığı kurtarıyordun”. Hakkını da yememek lazım! Bağlaç yerine kullandığın kulağa hoş gelmeyen anlamsız sözcükler hariç (Türkçe olduklarına sanmıyorum), ülkeyi ve tüm insanlığı kurtarırken ki, inşa ettiğin cümlelerde kullanmış olduğun kelimeler hayli etkiliydi. İnanç üzerine yaptığın yorumlarda enteresandı. Ölümlü et yığınları olarak; ”burada ve bu halde, neden ve niçin” soruları düşünüp, doğruları bulduktan sonra, inandığımız kitaba “çek” ettirip onay alırsak “doğru” olduğunu söylüyordun. Sahi ya,sen ne çok şey biliyordun!

Evet, güzel şeylerdi bunlar... Doğru şeylerdi bunlar... Bunlar olması gereken şeylerdi, arkadaşlar. Ancak bu kadar doğru, güzel ve olması gerekenlerin yanında bir şey daha olması gerekiyordu. Bu asil duyguları yaşama katabilmekti, son ve en önemli “olması gereken”. Burası biraz zor galiba! Katabilmek, kotarabilmek. Kotarmak emek ister, emek eylem ister ve tabi ki de alın teri ister. Ha, unutmadan bu ter yaz sıcağında havuz başında elde buzlu kokteyl, iki seksen hatunların kucağında atılan ter değil ha! Bu ter onur ister, onur ise yürek iste. Aklıma geldi de, ”her babayiğidin harcı da değil bu yürek” anlaşılan. Hani öyle derler eskiler..."

Sen, korkak ve kaypak olarak “fırıncı küreği” olmayı tercih ettin. Oysa, yürekli bir insan olmak daha kolaydı. Evet, O güzel kelimelerle oluşturduğun anlamlı cümleleri destekleyemedin. Riyakar davrandın. O, klişe olmuş “asslaa” ların da samimiyetin seviyesine delil oldu... Şöyle, geri dönüp baktığımda senin için ne çok şey yapmışım. Yüksünmüyorum... Tüm insanlar için çoğunu yapardım. Ancak, özel zaman ayırır mıydım? İşte burası çok ama çok önemli.  Çok önemliydi; her güzel şey sevmekle başladığı için, önce sevmeyi öğretmiştim sana. Ne bir polinomu ne çok bilinmeyenli denklemin formüllerini ne de doktora “doctor” demenin hiçbir anlam ifade etmediğini öğrettim. Sana; kardeşini, arkadaşını, güzellikleri ve bu güzelliklere sahip olmak ve savunmak için var olmanın onurunu ve özgürlüğü; kendini (biyolojik, karakteristik), halkını (kültürünü, sosyo-ekonomik yapısını) ve bilinmeyen bir yerde bilinmeyen bir benzerini (dili, dini, ırkı ya da her neyse nesini) sınıflandırmadan tanıttım. Yaşamdan tat almayı, doğan güneşe bir türkü gönderirken köpeğinin yemeğini sunmasını, öğrettim. Çiçeklerini sevmeli, hoş kokusunu solumalı, renk renk ve “tebessüm” ile karşılamalı tüm doğayı, var olmanın zorunluluğu ve sorumluluğu tüm güzellikleriyle, özenle öğretilmişti sana. Özenle, bıkmadan yaşamın içinde... Ostrogotlar, Vizigotlar ya da Kleopatranın yatak oyunlarını ezberletipte kaygılar kaosunda ürpertip titremene müsaade de etmedim...

Biliyorsun... Oysa sen; üç kuruşluk menfaatler uğruna kasabın vitrinini tercih ettin. Var olmanı tanımadın. Felsefeyi, doğruyu, dürüstü, dostu, erdemli olmayı, onuru, mertliği, vicdanlı olmayı, dini ve beşeri inançlarını, minnacık çıkarın için yok sayabildin, imha ettin.

Evrenin herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde karşılaştığımızda yüzündeki solukluğu, gözlerindeki mahcubiyet,  utangaçlık ve  ürkekliğini görmek ve okumak hiçte o kadar zor değildi. Hele hele; o gün, masada keyifle tellendirirken sigaranı ve sen bilgiçliğin tüm ukalalık sınırlarını zorlayıp, o bir avuç masum ve saf insanları nasıl da etkiliyordun. Benimle göz göze gelene kadar... Seni o saf insanların içinde mahcup etmedim, etmeyeceğim de. Ama sen kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış itler gibi göz açıp kapayana kadar o mekanı terk ettin. İşte, o anki yüzünün rengi ve ifadesini özellikle de beynin (!) ile vicdanın (!!!) arasındaki çatışmaları ise ömrün boyunca unutamayacaksın... Bir de unutmamalısın ki; küçük çıkarlarını (sana göre ulaşılması güç bir çıkar olabilir) kontrol edemeyenler, utanç duvarlarında her zaman ezilmeye mahkumdurlar...

Zannedersem bir Amerikan filmiydi,genç; caddenin karşı tarafında; dizlerinin bir karış aşağısına kadar uzanan siyah pardösülü ,takım elbiseli ve siyah fötr şapkalı adamın yanında yürüyen arkadaşınla göz göze geldiğinde önce duraksar, yüzünün rengi değişir, sonra adımları hızlanır... ve koşmaya başlar. Bunu fark eden diğer genç onu yakalamak için hamle yapacağı an, adam kolundan tutarak: ”Neden kovalıyorsun?” der. Genç: ”Onun bana 20 dolar borcu var. Ama borcunu ödemiyor.” Adam:  ”İyi ya! 20 dolara o her zaman senden korkacak. Seni gördüğünde kaçacak. Böylece sana hiçbir zaman sorun olmayacak...” der. Evet... adam doğru söylüyordu, siyah fötrünün altından... sorun olmayacaktı... Sen ise sorun bile olamazsın. Çünkü varolma ihtimalini dahi sildim hafızamdan.(Yine de bir ip ucu oldu,sana... yaratandan dolayı”)

Küçücük egolarının; spesifik yaka kokart‘ı eşinin inatçı, bağnaz ve gizlenmiş Mahzar Osmanlığının etkisiyle yaptığı nalıncı keseri yıkımlarına hep göz yumdun... Yumdun da... hiç düşündün mü, onca söylemlerine ve hatta felsefene aykırı kaldığını. Uymadığını bildiğin halde gereksiz yere kıvırıp çirkinleştiğini. Gerçekleri gizleyemezsin (kendini yok saymıyorsan tabii). Ama zorlamanın da bir anlamı yok. Eğer donun küçük numaralı  ise popona olması mümkün değil... Ya donunu büyüteceksin ya da poponu incelteceksin...

Oysa çat kapı beraberdik. Poşetler kıskanırdı tepsiler taşınırken... Cenazelerimiz fark etmezdi senin, benim... Bazen de akşamın bir vakti sırf muhabbet olsun diye çay, kahve içmeye gelirdik. Hatta çoğu zaman ve yine gecenin bilmem kaçında balkonda veya veranda da yağan kar’a veya yağmura ya da bunaltıcı sıcak ve onu destekleyen neme aldırmadan; dertlerini, projelerini; bağnaz egolarını tatmin eden, yanlışlarını söylemememe rağmen eleştiri kabul etmeyen söylemlerini dinledim. Ancak var olmanın olgularını hiçe sayarak kendini anlamsız bir tanım ile  ifadelendirip; kendinden başka insan ya da herhangi bir canlı hatta eşyanın bile ses ve tavırlarına ketum bir şekilde karşı çıktın... Oysa uyarılarımın bir çoğu kaide (yaşanmış,test edilmiş..!) olan tecrübelerimi duymazlıktan gelerek, izole ettiğin kokuşmuş, kendinin oluşturduğu dünyanın yanlışlarını, aciz ve utanmaz çıkarlarının doğrultusunda yeniden tanımlayıp; o güzel insanların o güzel dünyalarındaki o güzellikleri pazarlayıp, o masum insanların sorumlu oldukları dünyadan bir haber tertemiz yavrularının da geleceklerini zedeledin...

Bazen de düşünüyorum... Acaba olması gereken şeyleri yeterince öğretemedim mi? Ya da olması gereken yerlerde gerekli müdahalelerde bulunmadım mı? Düşünüyorum da... acaba nerede hata yaptım... Geri dönüp tüm kareleri tek tek irdelemek lazım, belki de... dilim varmasa da. Acaba senin var olmanı mı çok ciddiye aldım?

Aslında önemli ve değişmeyen kriterdi, bende. Kişilerin gereksiz ve zamansız gülmeleri (yer yer sırıtma), hele hele kendisinin anlattığına gülmeleri... Evet, evet... ilişkimizin ciddi bir yükseliş dönemine girdiği zamanlardı. Ya da senin var olmanı ciddiye  alıp önemsediğim zamanlardı. Bu sırıtık gülüşünü ilk yakaladığımda... seni ya uyardım ya anlamanı bekledim ve bazen de bir sonrakinde düzelir ümidiyle anlayış gösterdim. Gösterdim de; sana ayırdığım en ciddi anlarımda dahi o pis gülüşün kafamın bir köşesinde hep bir soru işareti olarak kaldı. Duygularımın yoğunlaştığında dahi sana tam not vermeme o iğrenç gülüşün her seferinde engel oluşturmuştu. Demek oluyor ki bu kriter doğru bir ölçütmüş. Bu ilkenin doğruluğunu teyit ettiğin için  teşekkür ediyorum, sana. Ve yine unutmamalı ki; kaybettiklerimiz kazandıklarımıza, kazandıklarımızda ise kaybettiklerimize sorumludurlar. İşte bu döngü, bu iki elemanı arasında sürekli dönecektir. Ancak ritmini ayarlamak ya da olması gereken noktada sürgü çekmek veya sınırlandırabilmektir, önemli olan... bu manzaranın bir kenarına çiçek çizmek, ağaç dalındaki kuşların şarkılarını algılamak, bir yunusun atlayışlarını ya da koynunda onca yavrusunu emzirirken acılarını bastırıp ta keyif alan bir köpeği seyretmenin hazlarını da görebilmek bizlere aittir... Yokuşla iniş, gece ile gündüz gibi... O yüzden; birileri bıyık altından veya insani değerlerinin dışında oluşturduğu ve tüm inanç kurallarını da kendi sınır ötesinde bile tanımayan ya da aleni bir şekilde iğrenç gülüşlerini diğer birilerinin saf dünyalarına dikip durdukça,dinmez üzüntülerimiz...

...

Belki de...ya da aslında; biz biziz onlarda onlar!

 

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.