babamdan oğluma mektuplar

1711241636c

 

880614/15 tarihi itibariyle şu an yokluğunun üzerinden; 31 yıl, 0 ay, 13 gün geçti… Unutmak mı? Mümkün değil…

 

babamdan oğluma

sonbahar yeşili gözlerin

    0311031603pt

 

sonbahar yeşili gözlerinde öyküler.

kimi,

aç kalmış sokakların mavisi,

tanyerinde gizlenmiş aşk öyküleri

ya da.

dağ fulyası yüklü yüreğini seyrederim,

iz be iz bedeninde.

sonbahar yeşili gözlerin

  dalar,

yankılanır derinliklerinden

sessizce haykırışın.

gururla saklarsın,

  tutamazsın

            öyküler saçılır;

            her damla da düşer

toprak ananın kucağına,

filizlenir.

ben,

yağmur sonrası hüznü yaşarım,

                  baktıkça sana.

 

 

 

 

 

 

 

 

-0-

Evimizi doldurup sokağımızdan caddelere taşan, her dokunuşu yaşamımızda yeni ufuklar açan, sesi şelale dinliği veren, suskunluğu ise uçurumda gezindiren; ilk öğretmenim. Çok kullandığı bir anonim cümle vardı, hayatında; “ağaç kesildikten sonra yeri belli olur” sözü, uzaklara gittiğin o günden beri, o ağaç hep içimizde kaldı; yüreğimizde…

 

 

 

 

 

 

 

-1-

Televizyonun ilk çıktığı yıllardı, siyah beyaz bir cam ve ardında konuşan insanlar, çocukluk işte!  Çok şaşırmamıştık, öncesinde, perşembe akşamları yemekten sonra kuruyemişler masaya dökülür, ortaya da radyo konurdu. Hiç unutmam; kendisinin solu bize göre sağ tarafında, yukarıdan aşağıya doğru krem renginde kanal tuşları diziliydi. Yayın dalgalarını netleştirmeye yarayan priz yuvası büyüklüğünde düğmesi, radyonun çevresini saran kuşağı siyah deri kaplı, kenarları da metaldi. Hem pille hem de elektrikle çalışırdı. Babamın arkadaşı getirmişti, Almanya’dan. Trt-Radyosu açılır, ailece tiyatro dinlerdik.  Radyo ile tiyatro dinletilerin yerini, televizyon da dizi ve film seyirleri almıştı. Radyo tiyatrosu yerini Türk filmine, Perşembe akşamları da önce Salı sonra da Cumartesi akşamlarına bırakmıştı.

Ailenin küçüğü olarak şunu fark ettim ki; radyo tiyatrosunu dinlediğimiz o günler de aldığım keyfi,  huzuru ve mutluluğu, televizyonun hayatımıza girmesiyle aynı ölçüde alamamıştım. Üstelik ilk yıllar da hafta da birkaç günün yarısı bile olmayan yayınlar.  Sonraki yıllar her gün, takip eden yıllarda renkli görüntüler ve yirmi dört saat yayına, şimdilerde çok kanal hatta yurt dışını da kattık mı sayamayacağımız kadar kanallara erişti. Biz büyüyorduk, sorunlarda büyüyordu ki, bir araya gelmemiz uzaklaşmıştı? Hayat zorlaştı, yaşam da havucuna koşan tavşan görüntüsüne girdi.

 

 

 

-2-

Bir akşam televizyon da hukuk programını izliyorduk,   –Miras- konusu işleniyordu. Babam, “Konuyu beraberce izledik, miras olarak benden talebin nedir?” diye sordu. Şaşırmıştım. “Ama baba” diyebildim. O, karşındakini rahatlatan cesaret veren sımsıcak babacan tavrıyla, “Söyle oğlum, seni dinliyorum” dedi. Aklımızda böyle bir konu yoktu ve ilk defa da yaşamıma girmişti, o sevecen edası, zor bir soruyu da cevaplayacak gücü ve heyecanı katıyordu, bize. Bende; “bu senin tasarrufun” demiştim. “Başka oğlum” dediğinde cümleler aralıksız dökülüyordu, ağzımdan. Bu kadar yığınla ağzımdan düzgün çıkan cümlelere ben bile şaşırmıştım. “Satabilir, parasını yiyebilir, hibe ya da bir kuruma bağışlaya bilirsin, dediğim gibi baba bu senin takdirin. Buna hiç birimiz karışamayız, bu senin emeğin ve alın terinin karşılığıdır. Değerlendirilmesi de tamamen sana aittir. Ha, en kötüsü ne olabilir diye düşündüğümde, sanırım bütün çocuklarına verip bana vermeye bilirsin.”

Dikkatle dinliyordu, o ciddiyet beni de gururlandırmıştı. Sanki yaşıtı biriyle konuşuyordu. Ben de o havaya girerek daha rahat ve bilgilerimle beraber karakterimi de sergiliyordum. “Dediğim gibi baba, sana hiç ama hiç kırılmam, gücenmemde, çünkü senin emeğin ve senin tasarrufun. Babam “Emin misin?” diye sorduğunda ben de “Evet” demiştim. Devam etti; “Benden hiç miras beklemiyor musun?” diye sorularına devam etti. Soruları ağzından öyle ahesteli çıkıyordu ki, hem beni rahatlatıyordu hem de konuyu iyi anlamamı sağlamak için sindirerek sunuyordu. Beni ürkütmeden ve incitmeden bir yerlere doğru taşıyordu ama anlamamıştım. Şimdilerde bakıyorum da anlayamamamda normalmiş çünkü yeterli deneyimimde yoktu.   

Yanıtım ise, “Tabii ki de bekliyorum” dediğim an, koltuğun da doğrularak vücudunu bana doğru kaydırmıştı.  Bir harfi bile kaçırmak istemiyordu, vereceğim cevapta. “Senden tek isteğim toplumdaki yerindir, baba” dediğim de; birçok halin yansımasını görmüştüm yüzünde ama o ankini ilk defa görmüştüm. Huzur, onur vb. tarif edemeyeceğim güzel bir ifadeydi. Bugün o anı düşündüğümde, o ilk defa gördüğüm yüz ifadesi; “evet, insanlık adına çocuklarıma olması gerekeni verdim, onlarda anlamışlar ve olmuşlar” bakışlarıydı sanırım hatta eminim.

Yıllar geçti, babam hayatta yok. Ama ben sayamayacağım kadar iyiliklerinle ve onur verici cümlelerle karşılaştım, yine de karşılaşacağımdan emin olduğum gerçek şu ki; babam mirasını fazlasıyla vermişti bana, tüm çocuklarına.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-3-

Yaşadığımız yerin tek okulu olan mahallemizin adını alan ilkokulun –okul aile birliği başkanlığını- yapıyordu. Uzun yıllar da bu görevi yaptı. O yıllara göre çok sosyal bir insandı. Sabah erken kalkar, annemi bile kaldırmazdı.  Bilirdi ki; eşi, gün boyu evin iç ve dış işlerini, okula giden çocukların sorumluluğunu itina ile üstlendiğinden narin bedenine fazlaca yük bindirdiğini, bilirdi, onun içinde kıyamazdı, hayat arkadaşına. Namazını kılar, evinin üç durak yukarısında olan okula uğrar, odunları sobalık boyutunda keser ve sınıf kapılarının önüne bırakıp yaklaşık bir kilometre yürüyerek işine, çalıştığı fabrikasına giderdi. Cumartesi günleri yarım gün çalışan fabrika, çalışanlarına yemek yerine francala ekmeğine yapılmış sandviçini verirdi, çalışanlar francala sandviçlerini yerken babam yemez, bize getirirdi. Böyle bir ekmek çeşidinin olduğunu o zaman öğrenmiştim. Kaliteli undan yapılan ince uzun ekmekmiş, francala, bildik adıyla baston ekmek. Nasıl hoşumuza gitmişse her cumartesi o francala sandviçini beklerdik. Eşi, “Aç gelme, sandviçini yesene” dediğinde, o kalın bıyıkları genişler, tebessüm ederdi, anneme. Hâlâ bir fırının önünden geçtiğimde francala ekmeği sorar varsa da alırım, o güzel günleri yâd ederim. Duygulanırım, uzaklarda olduğun içinde gözlerim dolar.

 

 

 

 

-4-

Misafirlerimiz hiç eksik olmazdı. Sohbete gelenler, derdine çare için bir dosta ihtiyaç duyanlar, sıkışıklığına çözüm için başvuranlar ki, kendisi de, aslında onlardan çok iyi durumda olmamasına rağmen, hep dertlere deva olmuştur.

Diğer kardeşleriyle aynı mahallede oturmasına rağmen, uzak şehirlerden gelen akrabaların, sadece o yürekli adamın evinde konaklaması, çocukken sorularımdı, kafamda.

Bir gece, bir kış gecesi; mevsim ortalamasının üzerinde kar yağdığı bir gece, evine ulaşamayan insanların; “Karda kışta yolda kaldım” tedirginliğini yaşamadan, “Kadir abinin evine ulaştıysak, tamam” diyen insanların kapımızı tıkladığını hafızam da neredeyse sayısızdır. Yemekleri yedirilir, çaylar ikram edildikten sonra sobanın bulunduğu salona yer yatakları açılır, orada yatırılırdı. Sabahında kahvaltı yapılır ve öyle yol edilirlerdi.

Yeni tayin edilmiş bir öğretmeni günlerce misafir ettiği, hatta cami imamının aylarca eşiyle kaldığını dün gibi hatırlarım. Ev halkından birileri gibiydiler, sanki nüfusumuz iki artmıştı.

Hele ki bir misafir vardı; karakterime ve hayatım boyunca yaşadıklarıma çimento olmuştu, babamın ona olan yaklaşımı ve tavrı. Tıklanan kapıyı açtığımda göz göze geldiğim adam başını eğdi, tanımıştım bu adamı, ilk gördüğümde de sevmemiştim, başını öne eğerek, “Baban evde mi?” diye sordu. Herhalde sevmediğim için cevap bile vermemiştim, babama seslendim, o da geldi. Bir şeyler konuştular, kısa bir süre sonra salona geçtiler. Anneme yemek hazırlamasını söyledi, yemeğini yedikten sonrada, misafir odasında yatak açıldı ve o gece bizde kaldı. Misafir odası; bize yasak olan evimizin tek yeri idi. Gelen misafirler olduğunda gördüğümüz, evimizin özel bizim ise bu gibi anların dışında göremediğimiz odamız. Sabahında; kahvaltısını yaptıktan sonra uğurlanırken babamın, o sevmediğim adama para verdiğini gördüm. Babama sorduğumda; “Bak oğlum” dedi. Ben ise kendi bilgim ve yaşadıklarımın tecrübeleriyle (!) biraz da kızgındım. Belki de babamı onun için iyi dinlememiş olabilirim. Babam devam etti; “Unutma! Kapına gelen insana –aç mısın- diye sormadan yemeğe buyur etmelisin…” ben doğruyu bildiğimi sanarak, babamın sözünü kesmiştim, “Ama baba…” dediysem de cümlemi bitirememiştim. Sanki babam beni duymazlıktan geliyordu, öyle sanıyordum.  “Yorgunsa dinlendirir, yatacak yeri yoksa -yatak açar- ev halkı gibi görürsün. Sabahında yolcu ederken, kahvaltısını yaptırır, yolluğunu hazırlar ve harçlık verirsin” dedi. Ama -o sana kötülük yapmıştı- dediğimde ise, “Kapına kadar geldiğine göre zor durumda demek ki, sen de karşılayabileceğin kadar ihtiyacını görür, yolcu edersin” dediğinde, o zamanlar; o adama kızgın olduğumdan mı, çocuk olduğumdan mı bilemiyorum, baba mı anlamamış, anlayamamıştım. Evet, o zamanlar anlayamamıştım.

 

 

 

 

 

-5-

O gün çok sevinçliydim. Bir sonbahar günüydü. Küçük oda diye adlandırdığımız odanın (sanırım diğer odaların hacminden daha küçük olduğu için) penceresinde, kahvaltıyı bile yarım yapmış, heyecanla camdan yolu ve bahçeyi gözlüyordum.  Yolun başında biri belirse kalbim yerinden çıkacakmış gibi oluyor, acaba bu mu? Heyecanı ile pürdikkat yaklaşmasını bekliyordum. Belirginliği, onun olmadığını anladığımda da her seferinde üzülüyordum. Bu gelen de değil, bu hiç değil derken suratım asılıyordu. Öğlen olmuş, ezan okumuştu. “Oğlum, çok erken gelmesine daha var” dedi, annem. Ama ya geldiğini göremezsem diye öğlen yemeğini yememiştim. İkindi vaktine doğru yine yolun başında beliren kişiyi görünce bu defa yüzüm ay ışığı gibi oldu, çok heyecanlandırmıştı, beni. “Evet, bu o” dedim. Kalbimin atışlarını duyuyordum. Adeta cama yapışmış bekliyordum. Görüntü flulaşmıştı, şaşırdım. Anladım ki, nefes alışlarım camı buğulandırmıştı. Kolumla camı sildim. Şimdi gayet net görüyordum. Caddeden sokağa saptı, adımlarını saymaya başladım, bir, iki, üç, onbir, onaltı, onsekiz, ondokuzuncu adımda bahçe kapısı açıldı. Geniş omuzlu, başında fötrü, sağ elinde bavulu, lacivertten kızıla çalan yanardöner dediğimiz İngiliz kumaşından yapılmış takım elbisesiyle, hayallerimin kahramanı; evimizin dış kapı merdiveninin ilk basamağına adımını atmıştı bile. Yerimden fırlayıp bir ok gibi odanın kapısından çıkıp holü geçtikten sonra kapının dibine gelmiştim. Ne anneme ne de kardeşlerime özellikle seslenmedim. Kapıyı açtım o bana ben de ona bakıyordum, bakışıyorduk. Dağ gibi bir adam vardı karşımda, güneş parıltılı yeşil gözleri sevgi dolu bakıyordu. Evin içinden dışarı doğru baktığımda, arkadan gelen ışık huzmeleriyle, tam -kapı- gibi bir adam görüntüsündeydi. “Babaa” diye bağırıp boynuna zıpladığımda, beni yakalamak için bıraktığı bavul beş basamaklı merdivenden yuvarlanıp bahçe yolunda durabilmişti. O zaman duyabilmişlerdi sesimi, babamın geldiğini anladılar. Annem ve kardeşlerim de geldi de, ben; geri dönecek korkusuna mı yoksa paylaşmak istemediğimden mi, sıkıca sarıldığım boynunu bırakmak istemiyordum. Kendisine ait değilmiş gibi yaşadığı bu hayatında diğer aile üyeleri de vardı. Öperek sevgi dolu bakışlarıyla yere indirdi, beni. Annem boynuna kardeşlerim bacaklarına sarıldığında, o görüntü beni doğrulamıştı,  anlamıştım; bu adam dağ gibi bir adamdı. Annemin yumuşak sesi, “Haydi çocuklar babanız hastaneden henüz çıktı, fazla yorulmasın, içeri alın” dediğinde, o muhteşem görüntünün holden salona doğru yürüyüşünü arkadan seyrediyordum. Bir komutan edası yürüyüşü, ahşap olan döşemelerde çıkarttığı ses kulağıma    -rap raplı- bando sesi gibi yankılanıyordu. Bunu çok net gördüm; benim için dağ gibiydi. Bir de suskunluğu vardı ki, uçurumun kenarında hissederdim, kendimi. Kendisine ait olmayan bu hayatın; yazılmış tanımı da yoktu, tutulmuş kaydı da. Ne yorgunlukları vardı dinlenecek ne de kendi adına soluyacak bir nefes. Oturduğu koltuktan bakarken bize, sanki daha da ötelere bakıyor gibi geliyordu, bana. Bulunduğu boyuttan başka bir boyuta mı, bakıyordu? Ya da öte çağlara mı görüyordu, her birimizin gözlerine gözlerini dokundurarak. Kim bilir aklından neler geçiyor, yüreğinde neler kaynıyordu? Yenik yaşıyordu hayatını, bizlere hiç hissettirmeden. İşte o bakışları; bizim yaşayacağımız zamanlar da, çağlarda ki hallerimizi tasavvur edip, görmeye çalışıyordu.

-6-

Bir çocuk anne ile yatması çok normaldir de baba ile yatması alışıla gelmiş bir durum değildir, sanırım. Ben 13–14 yaşlarına kadar babamla yattım. Çoğu zaman devasa vücudu bir kanguru esnekliğinde sararken beni, bazen de bir dağa sarılıp yatmanın o güveni, o korku tanımaz duygusunu iliklerime kadar hissederek uyurdum. Bir yanında mutlu, huzurlu hayallere giderken,  diğer yanında ne çok mazlumları kurtarırdım, düşlerimde. Amerikan kaynaklı Tommiks, Teksasları okuduğum o yıllarda nedenini sorguladığım o Kızılderililer kötü adamlar olurdu, o kitaplarda. Nedense hep Kızılderili olurdum, iyi adam diye gösterdikleri o insanlara karşı. Hem başka ülkeler ve kıtalardan geleceksin, hem oradakilerin mallarını talan edeceksin, yetmiyormuş gibi iyi insan olacaksın. Çocukluk işte! Kandıramamışlardı, beni.

“İlkbaharda usul usul yürü, toprak ana hamiledir”,  

“Yanımda yürümelisin ki seni göreyim” diyordu, “Ne arkamda ne de önümde”, diyecek kadar erdemli insanları sırf insanlık tarihine kendini haklı çıkartmak adına –barbar- diyeceksin. Yok ya!

      Ders kitaplarının arasında okurduk, yapmacık Amerikan hayal kahramanlarını, çok uyanıktık ya kendimizce, yakalandık. Üzülmüştü babam, başım önde ne diyeceğini bekliyordum. Kızacaktı da, öyle de olsa haklıydı. Ders kitaplarını okumuyor, üstüne kandırıyordum o yüce insanı. Verdiği tepki beklediğim tepki değildi, daha da şaşırmıştım. “Ne tür olursa olsun kitap okumak güzel” dediğinde, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Devam etti: “Bu hayatın içinde, yaşadığımız bu ailede hepimizin sorumlulukları varr. Benim görevim işe gidip ailemizin ihtiyaçlarını karşılamak, senin görevim ise okumak ve okulları bitirmektir” dedi. Nutkum tutulmuştu. Kızmasını beklerken erdiği bu nutuk karşısında hiçbir cevap veremiyordum. “Unutma ki; söyleyeceğin her söz, yapacağın her eylem önce kendinedir.” Anlamamıştım, o şaşkınlıkta; “Anlamadım, ne demek bu, baba?” sorusunun, o ruh halindeyken ağzımdan çıkmasını da anlayamamıştım. “Şu an yaptığın eylem yani ders kitabının arasında saklayarak kitap okuman; hem görevine saygı göstermemen hem de kendini kandırman demektir.” Bu sözleri o dönemde çok iyi kavrayamasam da anlamıştım. O günden sonra o kitapları hep aleni okudum. Ama babamın dediği gibi önce asli görevimi yaptıktan sonra,  lakin hâlâ Kızılderili yanım devam ediyor, edecek de. O gün haklı davalarında taciz hatta tecavüz eden ve neredeyse nesillerini yok eden caniler tarafından  –barbar- dedikleri toplum, bu gün asimile edilmiş, hatta yok edilme noktasına getirilmiştir. Yetmezmiş gibi bir de kendilerine medeni (!) diyorlar.

Gerçekleri görme ve kitap okuma yol ayrımında, babamın yumuşak, erdemli ve dostça yaklaşımı sağlamıştı.

...devam edecek...

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.