1903040311pt

cemalnalcı

 

Adam belli ki çok yorgundu. Arabasını park etti. Evine doğru yürüdü. Ne kafası aklındakileri ne de uzun bacakları hantal cüssesini taşıyabiliyordu. Hatta ayaklarını sürüyerek adım atıyordu. Sanki o koca vücudunun altında ezilen ayakları eve gidip dinlenmektense, dönüp uzaklaşalım diyordu. Belli ki eve girmek istemiyorlardı.

 Bina kapının önünde bir süre durdu. Düşünceleriyle cebelleştikten sonra anahtarı cebinden istemsiz çıkardı. Yine duraksadı ve kapıyı açıp açmama arafında kaldı. Dönmeli miydi acaba? Belki de içinden küfrediyordu, kim bilir? Evine gitse ne olacaktı ki? Yuva, huzurun kol gezdiği, mutluluğun buramlığı o sımsıcacık yuvanın kokusunu değiştirdiği anlar hayallerden ötelenmiş, uzun zamandır aklından çıkmıştı. Şimdi tekrarını yaşayacağı geceyi yaşasa değişen bir şey olmayacaktı, hüzünden başka.

Dairesinin üst katta olmasına mı yoksa evine geldiğine mi içerleniyordu? Daire kapısının önüne geldiğinde, vakit hayli geç olmasına rağmen anahtarını çıkarmaya yeltenmedi ve zile dokundu. İçeridekilerin uyku saati olmasına rağmen adam zile basmıştı. Neden böyle bir eylemde bulunmuştu ki? Pekâlâ, anahtarını kullanabilirdi. Gecenin bu saatinde uyuyanları da o tatlı uykularından uyandırmamış olurdu.

Kapı, zilin melodisi bitmeden açıldı. Demek ki yolunu gözleyen biri vardı kapının ardında. Geleni mi, arzularını mı yoksa bir türlü başak vermeyen hayallerini mi bekliyordu? Bir önceki melodi daha uzundu. Mozart’ın 5. Senfonisiydi. Adam bu melodiyi uzun ve iç karartıcı bulduğundan değiştirmişti. Yoksa bu melodi ‘Tanrının Sevgilisi’ anlamına geldiğini bildiği için mi değiştirmişti?

Kapının ardında ki ince yapılı, uzun boylu, ince belli güleç yüzlü kadın vücudunun hatlarını gösteren gece kıyafeti içinde çok güzel ve şuh görünüyordu.

“Hoş geldin! İyi sabahlar” dedi, şefkat dolu masumiyetiyle.

Saat ise tanyeri öncesiydi. Yine de sevgi dolu bakışlarını kocasından esirgemiyordu kadın. Daha içtenlikle ve doğal sunuyordu duygularını.

“Çok yorgunum, duş alıp yatacağım” karşılığını verdi.

Gecenin yorgunluğundan çok karşısındaki kadınaydı besbelli donuk ve kaba tavrı. Esenlemeye lütfedip cevap vermemesine rağmen kadın, güleç yüzünü soldurmadan bir koşu banyoyu hazırladı. Ama hüzün dolu yüzünün yansımasını aynada görünce iç çekti. İki elini lavabonun kenarına koyup daha bir elemli baktı camdaki yansımasına. Hangi kara deliklerin girdaplarındaydı acaba? Onca sene tek başına verilen uğraşlar, o rampayı bitiremediği gibi hep karanlığa doğru uzatıyordu yolu.

“Sanırım artık olmuyor ama bir adım daha” dedi.

Aynadaki siluetine sabırla bakarak, ardından gelen adamın kaba sesi bu kara çukurdan çıkardı kadını.

“Sırtımı kesele.”

Bir anda yüzü güldü. Duşa tabureyi yerleştirip kocasını oturttu. Daha ilk keseyi atacakken sırtının sağ tarafındaki ince çizikleri gördü. Bir süre bakıştılar. Derin bir iç çekti ve eliyle hafifçe dokundu, dokundu… O çizikler orada oluşurken acısını yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Yine de sever gibi okşadı. Eğildi öptü çizikleri tek tek. Sırtının sol yanında da aynı çiziklerden vardı. Onları da okşayıp öptü. Her busede gözlerinden sessizce düşen damlalar çiziklerin üzerinden kayıp duşun zeminindeki sularına karıştı. Duşların giderleri hangi kirleri taşımamışlardı ki mazgallara? Özlenen istekleri, karabulutların ardında kalıp bir türlü gün ışığına ulaşamayan arzuları ve tarumar olmuş beklentileri, kimselere haber vermeden taşımışlardı mazgallara. Onca kar ve yağmurun toprak ananın kucağında olgunlaşıp, yaşamı temsil eden suya dönüşmesine rağmen paklaya bilmişler miydi yıllarca bu pislikleri?

Adamın davudi sesi banyonun seramik duvarlarından hız alarak yankılandı. Sanki gecenin karanlık dehlizlerinden gelen çığlıklar gibi kulaklarında patladı. Bir türlü sahne alamayan düşlerinden korkuyla çıktı kadın.

“Ne yapıyorsun? Sırası değil. Yorgunum dedim sana. Anlamadın herhalde. Tamam! Bu kadar yeter, çık” dedi, sertçe.

Kadın ellerini kurulamadan başı önde usulca banyodan çıktığında, beklentilerini serasına, gördüklerini de yüreğinin derinliklerinde bıraktı. Sera fideleri büyütemiyordu. Kara delikler gün geçtikçe öyle büyüyor ve çoğalıyordu ki umutlarını yuttukça dolmuyor, doymuyordu. Her seferinde zifiri karanlığı yansıtıyordu hayatına.

Kadın, sanki hanede yaşamıyormuşçasına hiç ses çıkartmadan, ayak tabanları yokmuş da yere basmadan koridoru geçip salondaki pencerenin önünde duran koltuğa çöktü. Dirsekleri dizlerinde başı avuçlarındaydı. Mizan yapıyordu kadın. Anlaşılan sonunda öteler çoktan geçilmişti.

İlk arkadaşı ve de ilk kadınıydı adamın. Kadında gençlik hülyalarının kahramanı sanmıştı, onun da ilk adamıydı. Bir iş dönüşüydü karşılaşmaları. Oysa günlerce gidip gelmişlerdi aynı vapurla. Göz göze geldiklerinde ilk defa fark etmişlerdi birbirlerini boğaz vapurunun akşam seferinde. Takip eden günlerde de karşılaştılar. Boğaz vapurunun üst arka salonunda, girişin sol koltukların pencere tarafında karşılıklı oturuyorlardı. İşte o gün yüreklerine ılıman bir ateş inmişti bakıştıklarında. Sabahın 07.00’sindeki İstanbul Boğaz vapurunda. Akşam dönüşü kaçamak bakmalar, sonraki günlerde arar olmuştu birbirlerini. Boğaz vapuru ya da işçi vapuru, İstanbul Boğazının kıyı semtlerinde oturan insanları Eminönü’ndeki işyerlerine taşır, akşamın 18.30’unda da bu emekçi insanları evlerine ulaştırırdı boğazın vapuru.

Önce ‘günaydınla’ başladı yakınlaşmaları. İlk hamle de adamdan gelmişti. Çok beğeniyordu yani. Sonra yüz yüzelerdi. Demek ki varlıklarını henüz keşfetmişlerdi. Boğaz vapurunda hiç kimse bir başkasının yerine oturmazdı. Yazılı bir kural değildi ama boğaz vapurunun yazılmamış yasasıydı bu.

İşe gidip gelmeler bazen de vapur dışında oluyordu. Arkadaşlık dönemindeki gezmeleri, dinlenip bir çay içmelerle daha da yakınlaşmışlardı. Beklemelerini, uzayan zamandan oluşan hasretleri sonlandırmayı düşündüler. Bu döneminde serasına umutlarını özenle bir bir dikti kadın. Yeni yılın bahar başında da evlendiler. Mutluydular. Balayı bitiminde de işten ayrılmasını istemişti adam.

“Benim gelirim yeterli” demişti.

Günler, evde saatlerce yalnız başına beklemeyle geçti. Bir yıl olmuştu ve her geçen yıl da adamın eve gelişleri uzuyor, yatak da soğuyordu. Çocukları da olmamıştı. İlk zamanlarda adamın hırçınlığı evliliklerini sallamış ama doktor kontrolünde duralamıştı.

Kadın:

“Böyle de olur” demesine demişti de adam içine kapanmıştı.

Ancak sorunlarının çözümü yuvasındayken o, kapının dışında aramıştı. Artık evin yolu gün geçtikçe sabahlara kalıyordu. Kadının serasındaki umutları da bir bir yutmaya başladı karadelikler.

“Daha kahvaltı hazır değil mi?” dedi, adam.

Aynı davudi sesle düşüncelerinin girdabından çıktı kadın.

“Özür dilerim, hemen hazırlarım.”  

Kadın mutfağa gitmek için hemen kanepeden kalktı.

“Gerek yok. Senin beceriksizliğinden daha da geç kalmayayım” dedi ve kapıyı sertçe vurarak evden çıktı.

Kadın tekrar çöktü koltuğa, soğumamıştı koltuk. Kap,  bardaktan çokça büyüktü ama fazlasıyla dolmuştu. Kalktı yüzünü yıkadı. Yine iki elini lavaboya koyup son kez baktı aynaya.

“Eğer kaderse fazlasıyla yaşadım. Umutlarımı hep sonraya, yeni günlere bıraktım. Sabahlar bir öncekinin kopyasıydı. Adım attıkça ne sabahlar ne de akşamlar değişti. Gelecek günlerde geçmiştekilerin aynısı olmaya devam edecek. Eşikte kalmak umutlarımı bitirdiği gibi takatim de kalmadı. Artık ya bir adım geri ki filmin bildik sonu ya da bir adım ileri ki bilmedik, yaşanmamış bir öyküyle sonlanır bana verilen tek kullanımlık bu yaşam” diye mırıldandı.

Uzunca aynadaki kendisiyle göz göze kaldı.  Gözler konuşuyordu. Sonra da başıyla onayladı. Kafasını kaldırıp bir kez daha baktı aynadaki kendine ve ekledi.

“Elveda hayallerim” dedi.

Bu son çıkıştı banyodan. Çantasına birkaç parça giysi tıkıştırdı. Yıllarca biriktirdiği hayallerini yeşerteceğini sandığı evden dönmemek üzere çıktı.

Nereye ve niçin sorularını sorma gereği duymadan yola koyuldu. Yürüdü. Caddeler boyu yürüdü. Yollar aşınmıyordu ama her adımında asfalta kazınıyordu hayalleri. Ulaşamadığı, engelledikleri hayallerini her adımında yollara bırakıyordu. Çiğniyordu yaşadıklarını, isyan öncesi başkaldırmıştı bütün duygular. Böyle mi olmalıydı? Bu kadar kolay mıydı gelecek hayallerini emeksiz savurmak.

Gün bitmiş akşam güneşi batmak üzereydi. O yürüyordu rotasız, zamansız ve mekânsız. Yakın olduğu kadar uzaktı da uzak olduğu kadar yakın mıydı hayata?

Karanlık çökmüş, yollar tenhalaşmış ve köpekler dahi şaşırmıştı bu yalnız kadına. Öyle ki rahatsız olmasın diye de havlamıyorlardı, şaşkın gözlerle onu izlerken.

Yürüyordu kadın, sadece yürüyordu işte. Ne kadar vakit yürüdüğünü bilmeden başını kaldırıp gökyüzüne baktığında zaman evden çıktığı zaman gibiydi. Oysa tam bir gün geçmişti ve o hâlâ yürüyordu. Belli ki isyanınaydı, belki de umuda yürüyordu, kim bilir?

Kaçıncı gün, kaçıncı sabahtı? Bilmiyordu. O, yağmurun altında omuzları düşmüş sadece yürüyordu. Yağmur değildi omuzlarını düşüren. Yükü sırtında yürüyordu, yalpalamadan. Her ayağın kabulü olmayan ağır ve çok ırak bir yüktü bu. Artık çok da rahatsız değildi. Yaşadıkları serasını kısır eden tufanı arındırıyordu ruhunda. Yağıyordu yağmur kararmış şehrin ta ortasına. O paklanıyordu da bu şehir, bu insanlar temizlenir miydi acaba?

Yağmur yağmaya devam ederken insanlar da koşturuyordu bir saçak altına. O kalabalıkta yapayalnız yürürken bir tek yağmur damlaları dokunuyordu bedenine. Saçlarının uçlarından yollara usulca damlarken yağmur katreleri, hiç de acelesi yoktu kadının. Neredeyse sağanağa dönüşürken siluet ritmini hiç bozmadan hedefsiz yürüyordu.  

Yağmur soğuğa soğuk da ayaza bıraktığında kendini, günde akşam öncesine ilerliyordu. Kasvetli havada akşam güneşi artık ayazın doğumunu gerçekleştirip kar yağışına dönüştü. Kar hiç de geliyorum demeden birden bırakmıştı kendini kara yüreklere, aklansın diye. Yoksa kadının karalarını mı aklayacaklardı? İnsanlar da ansızın bastıran kara teslim olmamak için panik halde koşuşturuyorlardı. Evet, bu kente yağıyordu kar. Bu kentte her kar taneciği buz kesmiş kendine ağlardı.

 Kadın yağan kara aldırmadan hâlâ yürüyordu. İnsanlar koştururken sağa sola, aniden bir el yapıştı kadının kıçına. Hissetmedi bile… Renksiz arabanın içindeki densiz o el kadını kaldırıma boylu boyunca devirdiğinde başı elektrik direğe çarptı. Bayılmıştı kadın… Koşturmakta olan insanlar görmüyorlardı yerde upuzun yatan bu bedeni. Kar yağıyordu. Neredeyse bir kefen gibi örtmüştü kaldırımda upuzun yatan ve hayallerine ulaşamayan bu kadını.

Vakit yatsı bitimine geldiğinde yollarda kimsecikler kalmamıştı, sokak lambasının altında yerde baygın yatan kadından başka.

Birileri olmalıydı, bu kadar kayıtsız olamazdı insanlık…

Bir ışık söndü karşı kaldırımındaki pembe binanın ikinci katında. Cumbanın penceresinden perde aralıklıydı ve şimdi tülle beraber sağa doğru hareket etti. Altmışlı yaşlarda bir kadın buğulanan camı başörtüsünün eteğiyle silerek yerdeki tümseğe baktı. Bir anda gözleri büyüdü. İçeri seslendi.

“Bey... Bey! Gel de şuraya bir bakıver!”

Yaşlı kadın gördüğüne öyle panik içindeydi ki başörtüsünün uçlarını bağlamayı bile unutmuştu. Yaşlı adamda hızlı adımlarla hatununun yanına geldi.

“Ne var hatun?”

“Şuraya bir bakı versene” dedi, işaret parmağını uzatıp yerdeki kar öbeğini göstererek.

Şimdi pencereden bakan ikinci bir çift göz daha vardı. Gördüklerine inanamayan yaşlı çift panik halde dairelerinden çıktılar. Merdiven ve kapı ışıkları da yandı. Dışarıya çıkan bu çift yerdeki kadının yanına geldiler.

“Ne yapacağız bey?” diye, sordu eşine  yaşlı kadın.

“Çabuk üstünü soy” dedi, adam.

“Sen ne dediğinin farkında mısın? Delirdin mi? Hem de bu havada.”

“Evet, hanım farkındayım. Yoksa bu kız donacak.”

Yaşlı kadın:

“Allah, Allah! Bizim bey kafayı mı yedi?” diye, mırıldandı.

Ama itaatkâr tavrıyla hemen yere çömeldi. Elleriyle karları küredi. Kızın bedenini çevirince başını kaldırıp kocasına baktı.

“Güzel de bir kızmış” dedi.

“Hemen giysilerini çıkar ve karla vücudunu ovala” diye, ikinci komutu verdi kocası.

Yaşlı kadın duyduklarına anlam veremiyordu ama yine de söyleneni yaptı. Yaşlı kadın yerde hareketsiz yatan kızın elbiselerini soydu ve yerdeki karları şimdi kızın vücuduna küredi. İki eliyle ovalamaya başladı. Havanın soğukluğundan yaşlı kadının ağzından buharlar çıkıyordu. Alın çatalından da terler damlamaya başladı. Bir hayli ovalamış olmalı ki yorgunluk belirmişti. Kızın solmuş olan vücudu da yavaşça pembeleşmeye başladı. Bir müddet sonra da kıpırdadı. Yaşlı kadın tekrar başını kocasına çevirdi.

“Nefes alışlarını duyuyorum. Hareket etmeye başladı.”

“Ha gayret hatun! Ne olur, biraz daha” dedi.

Kadının takati kalmamıştı, elleri de yavaşlamıştı ki kız gözlerini araladı.

“Kendine geldi bey” dedi, sevinçle yaşlı kadın.

Kız anlamsız gözlerle oradakilere bakıyor, kendisine ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama tepki veremiyordu.

“Şimdi de kızı giydir hatun” dedi.

Yaşlı kadın öyle telaş içindeydi ki kız üşümesin diye kendi şalını örttü kızın bedenine. Giysilerinin iliklerini bile kapamadan kollarına girerek önce caddeyi geçtiler sonra da cumbalı pembe binanın ikinci katındaki evlerine çıkarttılar. 

Kızı kanepeye oturtup kanepeyi de sobanın yanına çektiler. Yaşlı kadın kızın giysilerini değiştirirken kocası da sıcak bir çorba hazırlamak için mutfağa gitti. İyice kurulamıştı kızı yaşlı kadın, kız da henüz kendine geliyordu. Adam çorbayı yapmış tepsiyle hanımına verdi. Yaşlı kadında elleriyle kıza çorbayı içirirken yaşlı çiftin gözleri ışıldıyordu. Bir annenin yavrusuna mama yedirmesi gibiydi sıcak odanın içindeki görüntü. Kocası da aynı hislerle seyrediyordu bu mutlu tabloyu.

Yaşlı eşler kırk yıllık evliliklerinde hiç çocukları olmamıştı. Belki de bir lütuf diye geçirdiler içlerinden. Çocuk sahibi olamamışlardı ama bir çocuk edinmişlerdi. Edindikleri erkek çocuğunu bir evlattan daha fazlasıyla bağırlarına basmışlardı basmalarına da ergenliği çok aksi geçmişti. Üzerlerine titremelerine rağmen çocuk sokağa yenik düşmüştü. Aslında bilerek teslim olmuştu sokağa çocuk. Heyecan, eğlence ve külhanbeylik vardı serde. Hırsızlık, uyuşturucu ve gasp uygundu çocuğun ruhuna. Evlatlık parasız kaldığında ihtiyarları da zorda bırakmış hatta evden çaldıkları yetmiyormuş gibi onlara da darp uygulamış. Şimdilerde iki yıldır hapiste yatıyordu.

Sabah olduğunda kız toparlamıştı kendini. İhtiyarların gözleri ve yüzü gülüyordu. Kız teşekkür edip gitmek istediğinde üzüldüler.

Yaşlı adam:

“İyice dinlendikten sonra gidersin kızım” dedi.

Hanımı da bu teklifi güleçliği yüzüne oturtup şefkatli gözleriyle onayladı. Anlamıştı kız, huzur da bulmuştu. Kabul etti. Çok sevindiler. Kadın oturduğu koltuktan bir genç kız çevikliği ile kalkıp banyoyu hazırladı.

“Hadi kızım banyo hazır. Güzel bir duş al da kendine gel” dediğinde, elini de kıza uzatmıştı yaşlı kadın. Kız da elini tutup ana kız edasıyla salondan çıktılar.

 

O kış çok soğuk geçmişti. Dışarısı buz, yuva sıcak, gözler ışıl ışıl ve kalpler kor gibiydi.

Doğa umutlarla uyanırken güne, karabulutlar çökmüştü evin içine. Baharın gelişi doğaya yeniden hayat sunarken sıcacık yuvayı da kararttı. Evlatlıkları çıkagelmişti. Rahat durmuyordu hergele. Önce sarkıntılık sonra da kızı satmak istediğinde, o da yol aldı kaderin yeni sahnesine.

Yine zamansızdı uzun yürüyüşler. Hem zamansız hem de rotasız. Nereye ve neden yürüdüğünü bilmeden sadece yine yürüyordu.

Kaldırımlarda itlerin yerini alan iki bacaklılar, gece vakti caddede yalın başına yürüyen bu kadını gördüklerinde kasabın vitrinine bakar gibi bakıyorlardı, ağızlarından akan salyalarla. Oysa geçmişin yükü omuzlarında bir kadını, bir insanı göremiyorlardı. İlla da kasabın vitrini… Bonfile ya da pirzola… Ne fark ederdi ki kuşbaşı da olsa? Tüm duygular inmişti kemer altına… Bir lokma uzatırken aç olan karna, gözler çoktan dikilmişti göğüs ve bacak arasına… Karınlar doymasına doyardı da gözler ve beyinler nasıl dolardı? İşte tam da burada kalır lokmalar boğazında, çoğu zamanda bakakalırsın salyalarla bar masasında…

Bir sonraki açlık bir öncekinden ya da kaçıncı öncekiyse ondan pek de farklı değildi gelişmeye kapalı olan beyinlerde. Kara bir abide gibi insanlık tarihine dikili kalmıştı bu ahlak ötesi açlıklar…

O bilmediği sonraki istasyonuna ya da bilmediği yeni öyküsüne doğru yürürken, değişmeyen sadece sülüklerin karakterleriydi.

Yürüyordu yine rotasız…

Birden irkildi. Sağ eli bir ele dokundu, kavradı. El de onun elini bırakmama adına tuttu. Sonraki adımda sol eli adamın beline dolandı.

"Sen misin yabancı?" diyebildi, soğuk havaya bir tutam sıcak nefes üfleyerek.    

Adam da,

"Benim yabancı" dedi.

Bir adım geri döndü, artık yüz yüzelerdi.

“Sana saklıydım” der gibi sarmalamıştı kadın.

Adam da,

“Sana saklıydım” dedi.

Düşmüştü başı kadının omzuna, sol yanına. Kadının başı da adamın kalbine yaslıydı, gözleri kapalı. Kadın bedeninin farkına mı varmıştı? Öylece kalakalmıştı. Yoksa ‘Sana saklıydım’ dediği adamın kalbindeki uzak türküleri mi dinliyordu? Yaşadıklarını, yaşayamadıklarını görür gibi dinliyordu. Artık kaybedecek zaman yoktu.

“İşte sensin!” dedi, kendine kendisi.

Varlığını ‘sana sakladım’ dediği adam da fark etmişti. Daha bir sarıldı, daha da sıkı. Beklemenin ve de bir pislik gibi atılmış, aşağılanmış varlığını, yani geçmişinin çulunu hınç be hınç kaldırıp atarak usundan, başka bir şekil sarılmıştı adama, kenetlenmişlerdi. 

“Çorak tarlaların su yürümez çatlaklarına ağladım yeşersin diye” demek istedi,  söyleyemedi adam. Olmadı. Yutkunamadı da.

“Öyle bekledim ki? Seni beklerken, sana beklemekten yorgun düşen mektuplarım var” demek istedi. Yine olmadı. Kerpetenlerin ağzına sıkıştırılmıştı dili,  söyleyemedi.

     Kadın:

“Prangalara asılı hayallerim umuda ışık tutan usumda tecavüze uğrarken, haykırışlarım yansıma bulamıyordu sınır boylarında… Paslı hudut tellerinden damlayan yalın ayaklarımdaki kanlarımı içerek geldim sana. Sana geldim yabancı” demek istedi, o da söyleyemedi.

Tutulmuştu nefesi, haykırmak istiyordu, binlerce kere haykırmak yaşadıklarına. Satılmışlığına, meze olmuş masalara, kaldırımlara haykırmak istiyordu, haykıramadı. Umut! Kendine seslendirebildiği tek sözcüktü dudaklarında.

Kaçıncı öykünün final arifesindeydi, bilemiyordu. Gün, tanyeri ile gün batımıydı onda. Başka sokaklara başka öykülere yol aldı, umuda hasret rotasız. Umudu arıyordu başka kaldırımlarda, bulamadı.

     Yağmur fısıltılarını dinler gibi usulca mırıldandı kadın:

“Al götür beni!” dedi ve devam etti.

“Çatlak toprakların tenhalarında rutubet koksun her bir yan, yine de yeşeririz karanlıkları ışıtarak. Sen kendine suskun ben yüreğine aç.

Artık sahnede gözyaşları vardı. Kadın devam etti.

“Gittiğimiz yer bilmedik bataklıklar olsun ki her adımımızda sen bana kanat ol, ben ise Nilüfer.”

Yaslanan yürekler konuşuyordu yaşlanarak, nemli… Vokal yapıyorlardı her biri diğerine.

Yağmur durduğunda çerçöp yoktu sokaklarda. Tanyeri bırakıyordu kendini sabaha. İtler bile yoktu kaldırımlarda. Bir sen bir ben, biz vardık diyorlardı sokaklarda…

Minarelerden ezanlar yükselirken öteliyordu tanyeri gökyüzündeki kara bulutları. Kuşluk vakti yaklaştığında yüzünü göstermişti güneş sokaklara. Damdaki kiremitler bile parıldıyordu kıpkızıl güneşin ışığında. Süzülüyordu damlalar, mazgallar ağlamakta…

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.