feride

1709271907çb

cemalnalcı

 

Gün kızıllığının son huzmelerini gönderirken Ege’nin üstüne, ay’ın şavkı hafiften okşuyordu Seferihisar’ın kıyılarını. Sokak lambaları henüz yanmıştı. Sanki tüm ışıklar gecenin mavisine bürünmüş, Seferihisar koyunun karşısındaki “Mavi Pansiyonu” gösteriyordu. Kaldırımın bitiminde duvarları taştan örülmüş iki katlı, denizin mavisine boyanmış pencereleri giyotin vastaslı şirin bir bina idi, Mavi Pansiyon. Arnavut taşlarından örülmüş sokaklarında ayakta durmak için birbirine payanda olmuş duvarları rengârenk çiçeklerle süslenmiş, dar cepheli beyaz binalar sıralanıyordu. Bir arabanın bile geçemeyeceği kesme taşlarla işlenmiş kıvrımlı yolun her köşe başı dönüldüğünde ressamın tuvaline yansıyan mazi olmuş hayatların sokağına bakıyordu, bu pansiyon. Kapısını açmadan içerisini göremeyeceğiniz yükseklikte ve yörenin zeytin, mandalina, portakal ve firincir (Frenk Yemişi) meyve ağaçlarını akşamsefası, yedi veren ve alabildiğine çiçeklerle intizamla donanmıştı.

Kasası ağaç gövdesinden yapılmış, yanlara açılan geniş kanatlı iki tahta kapıdan oluşan girişin eşiğine geldiklerinde uzunca soluklandı, iki arkadaş. Heyecanlıydı Bilâl, bir ayağı titrek dururken öteki geri sürüklüyordu bedenini. Arkadaşının kalp atışlarını duyuyordu Alirıza. Düşünmesine fırsat vermeden ani bir hamle yaparak zile bastı, karşılık gelmeyince; arkadaşının –ohh- çekişi yolun karşı kaldırımından duyuldu. Dış kapının tokmağını çevirecekleri anda;  “Dönelim” dedi,  Bilâl. Aslında haklıydı. Yaşayamadıklarına, hayallerine ürküyordu. Yüzü solgunlaşmış, alnında nemler oluştu. Bir kaç damla da şakaklarından sessizce yuvarlandı. Arkadaşı durdu şefkatli gözlerle onu izledi. “Haksızda sayılmaz” diye geçirdi içinden, onca yıl sonra, belki de yaşanası tanımı bulmuştu bulmasına da her yerinden prangalı her yerinden toyluk buram buramdı, bedeninde. Oysa yola çıktıkları andan itibaren yüzleşmesi gerektiğini söylüyordu, ona. Olası en kötü sonuçta ise –artık kafasını meşgul etmeyeceğini- yinelemişti. Kaldı ki Fethiye’ye gidişte ikna edememişti, tatilin her anında bu konu dışında bir şey konuşmamışlardı, neredeyse. Zor ikna etmişti dönüş yolunda, şimdi yeri değildi dönmenin, yüzleşme zamanıydı. Arkadaşı, ona fırsat vermeden bir hamle daha yaptı ve tokmağı çevirip kapıyı açtı, avluya girdiler.

Ağaçların arasına kayrak taşlarından yapılmış yolluktan geçerek, önünde şeffaf brandayla çevrili kış bahçesinin kapısını araladılar. Karşılarında orta büyüklükte bir oda, solunda mutfak ve servise hazır sıralanmış masalar duruyordu, odanın yanında duşlar, duşlara gidişin sağında ahşap kat merdiveni vardı. Merdiven başlangıcının sağında kış bahçesine pencereli küçük bir oda, girişin sağında oturma grupları; ortada ahşap sehpa ve resmi tamamlayan ateş tuğlalarından örülmüş derzleri itina ile işlenmiş, baca kısmının sağ ve sol sergeninde denizci gaz lambaları ile sade bir şömine. Merdivenin üst kat başının sağında bir oda, karşısında yan yana iki oda ve caddeye bakan giyotin kanatlı ikişer pencereden oluşan bir büyük oda ile altı odası vardı, Mavi Pansiyon’un.

Kimseler yoktu. Arkadaşı koltuğa oturdu. O pansiyonun sahibesine bakındı, göremedi. Bir yandan sesleniyor bir yandan ürkek adımlarla arıyordu özlemini. Özlemiydi pansiyon sahibesinin adı gibi. Diğeri gözüne ilişen koltuktaki ağzı açık bayan çantasıyla ilgileniyordu. Hayli ilgisini çekmişti çanta; “enteresan” dedi, iç çekerek. Sonuçta bir çantaydı ama kendini alamıyordu. “İlginç” dedi duyulur bir sesle. “Bir şey mi dedin” dedi arkadaşı. O da çantayı gösterdi. “Müşterilerden birinindir” dedi. “Sanırım” dedi arkadaşına; ama hâlâ gözü takılıydı çantaya. Arkadaşı Özlem’ini ararken kendisi de çantasından kitabını çıkardı, ayracının bulunduğu sayfayı açıp kaldığı yerden okumaya devam etti.

Günbatımının hafif serinliği Ege’nin açıklarından dalga dalga yüzünü okşuyordu. Başını hafif kaldırarak gözlerini yumdu. Gözkapaklarının ardına çiziyordu esintileri ki kış bahçesinin kapısı açıldı. Akşamın serinliğini ılıtan bir gölge düşmüştü bahçenin ortasına, baharın tüm müjdecisi kokularıyla birlikte. Gözlerini açmadan derince bir soludu. Oysa mevsim güzdü. Yavaşça gözlerini açtı, okuduğu kitabın üstünden gölgenin iz düşümüne baktığında, nutku tutuldu. Aşağıdan yukarı izliyordu gölgeyi. Sivri burun ve topuklu bir çift ayakkabının üzerinde duran bu beden, sanki ressamın fırçasından damlamış bir çift ince bacakların üstünde heykeltıraşın ellerinden çıkmış bir vücut gibi duruyordu, bedeni. Bu ince bacakları saran balköpüğü dar pantolonunun üstünde aynı renk gömleği, yeşil gözlerinin yanlarından sarkan uzun sarı denebilecek kumral saçlarını tokaçlayan siyah profesör gözlüğü ile yabancı bir manken edasındaydı. Gözlerini ayıramıyordu adam. Kendini topladığında, “Burada kalan yabancı bir turist” dedi içinden. “Hello! Welcome. Can I help you?” demeyi düşünürken, “Merhaba. İyi akşamlar” dedi, ince bilekli narin bayan. Tutulmuştu dili adamın, gözleri gözlerindeydi. “Ben Feride!” dedi. Sanki dudakları hiç kıpırdamamıştı. Oysa ince değildi dudakları. Dalmıştı adam, karşılık vermeliydi. Silkelendi. Oturduğu koltuktan kalkarak, “Şey… Ben Rıza. Yani Alirıza” diyebildi, kekeleyerek. Çok hoş bir fotoğraf gibiydi, ince bacaklı bayan. Elini uzattı, tokalaştıklarında kavramıştı kadın Alirıza’nın elini, tüm sıcaklığını, samimiyetini, güzelliğini ve narinliğini bırakmıştı avuçlarına. “Memnun oldum” dedi kadın. “Ben de” diyemedi Alirıza, kala kalmıştı. Pansiyon sahibesinin seslenişiyle kendine geldi.

“Hoş geldin Feride” dedi içeriden bir ses. Sesin sahibi Özlem’di. Alirıza alacağını almıştı kavranan elinin ten temasından. Daralmıştı nefesi, soluk alışları hızlanmıştı istemeden. Kalmıştı yani, öylece. Oysa arkadaşı için gelmişlerdi bu pansiyona hatta gelmelerini de kendisi diretmişti. Arkadaşının melankolik aşkının dayanılmaz uykusuz gecelere uzanmasını, sabahında şişmiş gözlerle güne başlamalarını neticelendirmek için zorlamıştı da. Şimdi kendi daralmaları başladı, boğuşuyordu usunda.

“Kolay gelsin Özlem, ben çıkıyorum” dediğinde, Alirıza tüm bedeniyle izliyordu Feride’yi. Her harfin raksını izliyordu, sesin çıktığı dolgun dudaklarda. Özlemin -Yemeğe kalsaydın- dediğinde, ancak toparlaya bilmişti kendini, Alirıza.

“Arkadaşım bekliyor, ben gideyim” dediğinde filmde bitmişti, adam da.

“İstanbul’dan misafirlerim var. Geç saatlere kadar oturacağız. Arkadaşınla da gelebilirsin.”

“Teşekkür ederim, Özlem. En azından bu akşam pek sanmıyorum”

“Hım… Anlaşılan bu akşam çok hassas, yani”

“Öyle, öyle olduğunu umuyorum”

“Beklenen an geldi, diyorsun.”

“Sanırım, artık olmalı da, bana şans dile.”

“Hayırlısı” dedi, Özlem.

“Sizlerden de özür diliyorum, iyi akşamlar” diyerek, ağzı açık olan o çantayı alıp geldiği gibi sessizce gitmişti gölge. Adam hüzünlendi, gidişineydi besbelli de, kim bilir; belki de  “arkadaşım bekliyor” deyişineydi Feride’nin. Aslında daha yıkılmıştı; “beklenen an geldi” dediğinde, Özlemin. Sonra güldü. “Durduk yere gelin güvey mi oluyorsun” diyerek kahkahalarla güldü. Şaşırmışlardı. “Ne oldu Rıza?” dedi, Bilâl.

“Boş ver, ben de anlamış değilim zaten.”

“Sen bilirsin, gel de masayı hazırlayalım.”

“Tamam, geliyorum.” 

“Siz bırakın, ben hazırlarım Bilâl abi, üstelikte misafirimiz var” dediyse de Özlem, gün boyu yorulduğunu bizlerin de işin bir ucundan tutmamız gerektiğini, misafir ise kardeş, dost biri olduğunu söyleyerek kendi işine devam etmesini söyledi Bilâl. “Abi” diyordu Özlem. Tanıdıklarının yanında özellikle kullanıyordu bu sıfatı, öyle anlatmıştı Bilâl. Belli ki o da sese dönüştüremiyordu duygularını.

İki can arkadaş mutfakta etler pişiriyor, salatalar ve mezeler yapıyor, kış bahçesinin ortasına kurulan masa özenle hazırlanıyordu. Alirıza ağzı açık çantaya takılı kalmıştı. “Bir işaret mi?” diye geçirdi içinden ya da öyle ummak veya avutmak istiyordu ergen düşüncelerini. Yine dudaklarında bir tebessüm belirdi ama bu sefer kahkahalara dönüştürmedi gülüşünü. 

Bilâl’in sakarlıkları Alirıza’nın hayal dünyasından çıkmasına neden oldu. İlk defa Bilal’i bu kadar eli dengesiz görüyordu.  İyi bir aşçı olduğunu biliyordu. Damağa tat, yemeğe şekil vermesini çok iyi beceriyordu, Bilâl. Şimdi ise; toy bir delikanlı gibi titriyordu. Usundaki heyecan marifetli ellerine müsaade etmiyordu. Alirıza’nın da görmemesi mümkün değildi.

“Bu kadar heyecan ele veriyor seni” dedi.

“Aman ha duymasın.”

“Kasma bu kadar be arkadaşım, her şeyin olduğu gibi bununda bir başlangıcı olmalı.”

“Yapma Alirıza!” 

“Görmüyor musun? İkinizin de eli ayağına dolanıyor, bence o da bu duyumu bekliyor, tabii ki sen de.”

Sustu Bilâl. Hoşuna gitmişti ama o da bir itekleme bekliyordu, besbelli. Kendi yapamazdı bu hamleyi. Evliydi, ailesinin bildiği bir insandı Özlem.  Bundan dolayı “abi” diye hitap ediyordu, kimsecikler anlamasın diye küçük bir kalkan, önlemdi bu sıfat. İkisi de farkında ve ilgiliydiler birbirlerine. Eşikte kalmışlardı. Salık veremiyor, öteleyemiyorlardı duygularını. Geçerken tesadüfler oluşturuyorlardı görmek için birbirlerini. Evet, her uğrakta kendilerinin titrek vücutları karşının parlayan gözlerini hasretle bekliyordu. O, cesaretini toplarsa çok seyrek uğrayabiliyordu. Özlem ise bir bahaneye sığınarak gelebiliyordu tanıdıklarının yanına. Sadece deniz ve ay’ın aşkı gibi gözlerinin ışıltılarıyla dokunabiliyorlardı yüreklerine, bir kelam etmeden kaçamak bakışlarla iletiyorlardı duygularını. Cesaret yoksunu duygular, yazılmayan yargılar, kahrolası ananeler... Sınırlı ve de kendinden sorumlu tek kullanımlık hayata dikenli tellerle sarıyorlardı, sarmaşık gibi.

Bu duygular içinde gecikmeli de olsa masayı hazırladılar. Başköşeye Özlem’i oturttular. Sol yanında Bilâl, sağ yanında ve Bilâl’in karşısına Alirıza oturdu. Sessizce yeniyordu yemek. Alirıza çatalındaki etiyle oynuyordu. Bir yandan kış bahçesinin ortasında parlayan ince bilekli narin bayanın hayalinde dolanırken yanı başındaki sessiz çığlıklara da kayıtsız kalamıyordu. Seyrettiği iki bedenin dili isyan öncesi alacakaranlıklarda geziniyordu. Onlar yaşıyor, Alirıza da resmediyordu, düşüncelerinde. Bu alacakaranlığı bir şekil aydınlatması gerektiğini biliyordu da nereden başlamalıydı. Bazen çatallar etlere değmiyor bazen de etler çatallardan kaçar görünüyordu. Üstelenen bu sakarlıkları gülüşmelerle örtülüyordu. Duyuyordu arkadaşı yüreklerde patlayan bu ateş toplarını. Başlar önde, çatallar tabaklarla konuşurken nereden başlayacaklarını bilemiyorlardı. Alirıza kadehini kaldırarak; “güzel bir sonbahar gecesi,

saklıyor derinliklerinde

duygular gizemini,

yağmayası yağmur öncesi,

yeşermeyi bekliyor dağ lalesi.”

“Güzel bir dörtlük, hoş gelişinize içelim” dedi, Özlem.

“Hoş buluştuğumuza o zaman” dedi, Alirıza.

Muhabbet; sahile gelen hafif dalgaların eşliğinde ılınırken, çekilmeleri açık denize doğru yol alıyordu. Ne gelen dalgalar bu duyguları getiriyordu ne de giden dalgalar götürüyordu adresine. Ahengiyle yudumlanıyordu kadehler, bir kadeh öteye bırakıyordu hayalleri. Düşündeki gizemli senaryolarını öteliyordu, başoyuncuları kendilerinin oldukları düşlerinde. Ve bir kadeh daha, kaç kadeh alır ki şişeler?

Muhabbet, bir türlü sahne alamayan duyguların ardında kalmış, kelimeler firar ettikçe aralıklı devam ediyordu. -Böyle olmaz- dedi, içinden Alirıza, Özlem’i çapalamaya karar verdi. Bir türlü başak veremeyen hayallerinin kadınıydı Bilâl’in. Yanlış tarlalardaydı tohumu. Başaklarının hasadıydı oysa iki kızı. Bir de son numara oğlu vardı, tombalak. Mutsuzdu ancak gözünden sakındığı meyvelerini geçemiyordu, usunda.  Özlem ise feda etmişti kendini hayata. Yükü ağır, sorumluluğu yüksek ve kırık bir kalp ile yol alıyordu dik yokuşlarda. Meyler dinlenmeden doluyordu bardaklara, yeni günün sabahına çeyrek vardı… An sabaha çeyrek kalaydı ama duygular bir adımdı, atılamıyordu. Alirıza kararlıydı, kadehini kaldırdı ve gözlerini Özlemin gözlerine köprü yaparak; “Şu an seni okuyorum desem bana ne tepki verirsin?”

“Olabilir, ancak beni tanımıyorsun ki.”

“Haklısın! Güzel tarafı da bu, sesli okuyayım mı?” Bir anda gözleri büyüdü Özlemin, sonra da –neyse ne- der edasında –tamam- dedi. Alirıza kadehini yudumlarken Bilâl’e baktı. Başı öndeydi arkadaşının.

“İşini itinayla ve severek yapıyorsun. Haz da alıyorsun. Bu Pansiyonun tamamına hâkimsin ve eyleminde de tek başınasın.”

Özlem şaşkınlığını tebessüm ederek iletti, başıyla onaylarken.  -İsabetli bir atış- diye mırıldandı, kendine.

“Ancak yükün çok ağır, kendini sorumlu hissettiğin için zorunluluğun çok fazla. Öyle ki çevrendekiler senin fedakârlığın sayesinde kendilerine ait sorumluluktan uzaklaşmış hatta senin görevin gibi görüyorlar. Onların bu şımarıklığı senden kaynaklanıyor. O insanlara kıyamadığın içinde kendini çok fazla yıpratıyorsun. Bundan dolayı kendine zaman ayıramadığın gibi alışkanlıkların feda etme noktasına getirmiş seni.”

Bu son cümleler duralatmıştı Özlem’i, daldı. Alirıza da onu seyrediyordu ve devam etmedi, sindirsin istiyordu. Bir müddet seyretti mimiklerini. Özlem’in yüzü değiştikçe anlattıklarında da sayfalar doluyordu. “Devam et!” dedi, kadın.

“Dışa açılan kapılara da sürgü çekmişsin. Evet, hayatını paylaşacağın kimse yok kalbinde desem, doğru da, yüreğinin derinliklerinde sakladığın, sadece kendine seslendirdiğin biri ya da bir şeyler var. Lakin sadece kendine seslendiriyorsun. Hem hayatlarını sahiplendiklerin hem de çevrendekilerin üzülmemesini istiyorsun” dediğinde, gözlerini kaçırdı, Alirıza’dan. Sadece kendine seslendirdikleri ayan beyan ortalığa saçılmıştı. Kadehine sığınmak istediğinde Alirıza elini tuttu.

“Özlem, indir artık o sürgüleri, hayat bu değil çok acı çekiyorsun. Korkma! Kapıları ardına kadar aç. İnan çok daha huzurlu, çok daha kuvvetli olacaksın.”

Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi, şaşırdı, daralmıştı Özlem. Bu daralmalar duyduklarına değil yaşamak isteyip de bir türlü adım atamadığı beklentilerineydi. Kadının yüz hatları şekilden başka şekle yol alırken renkleri de bir birini takip ediyordu. Daralmalar nefes alışlarını zorlaştırdığında masadan kalktı. Bilâl de ardından gitmek için kalktığında, -otur- dedi, Alirıza. İkilemde kalmıştı arkadaşı, -çok yüklendin be kardeş- diyebildi, üzgün ve hafif sitemkâr ses tonuyla.

“Haklısın. Ancak yol alabilmesi için yüzleşmesi gerekiyordu, arafta kalmak çekilecek acı değil. Kararını vermeli.”

“Şimdi kahredip ağlıyordur.”

“Evet. Yüzleşip sindirecek, bunun için gitme dedim. Kendi hayatının sorularına cevapları kendi bulacak. Doğrusu bu, çünkü yaşayan o.”

Özlem yarım saate yakın bir zaman sonra masaya geldi. Alirıza kızın yüzüne baktığında biraz daha toparlamış gördü, kendisini. Özlem kadehini kaldırdı, “hayatın sürprizlerine” dedi, bu sefer ahesteli yudumladı bardağını, Bilâl de. Fakat Alirıza’nın eli havada boşta kaldı, bu sefer şaşırma sırası Alirıza’daydı. Şimdi sürprizle karşı karşıya kalan o idi. Bir el, elindeki kadehini kaptığı gibi bir yudumda bitirmişti. Alirıza kadehini alan eli takip etti göz ucuyla, elin sahibesi Feride’ydi. Kızıla dönmüştü yeşil gözleri. Anlaşılan kötü şeyler olmuştu; vurgun yemiş gibiydi, Feride. Çatıktı kaşları yağmur öncesi gibi, belli ki iyi gitmeyen bir şeyler olmuştu. Alirıza kalkıp sandalyesine buyur etti. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken, soramıyorlardı da. Feride ağlıyordu.

“Evliymiş” dedi. Hava bir anda buz kesmişti. Bilâl şaşkın Özlem gelgitlerdeydi. Belki de tam sırasıydı ağlamanın. Ne de olsa can arkadaşıydı Feride. Aynı duyguların selindeydiler, eşlik etmeliydi. Onun da gözyaşları eşikteydi. Tutamamıştı, o da arkadaşıyla ağlıyordu.   

“Evliymiş ha” dedi Özlem. Devamını getiremedi. İlmikler halka olmuştu boğazında. Bakıştılar Bilâl ile Alirıza. Boşalan kadehler tekrar dolduğunda bu sefer Özlem nefessiz bitirmişti kadehini. Bilâl sakin, Alirıza ise kadehini yudumlamak üzereyken yine kelepçelenmişti sol eli, gardiyanı aynıydı, Feride. Sol eliyle bardağı kavrayıp yine bir yudumda bitiriverdi, dolu kadehi. Sertçe masaya bıraktı ve döndü, kış bahçesinin kapısına doğru yürüdü. “Nereye” dedi, Özlem. “Eve gidiyorum” dedi, ardına dönmeden. “Burada kalmalısın. Bu halde araba kullanamazsın” dediğini duymamıştı bile Feride. Dış kapıyı açtığında herkes ayaktaydı. Bu şoktan önce Alirıza çıktı, “Siz oturun ben giderim” dedi ve hızla sokağa çıktı. Dar ve kıvrımlı sokakta Feride görünmüyordu. Koşarak caddeye çıktı.

“Bekle Feride!” dediğini de duymamıştı. Feride’nin aşka dair yükü ince bilekli bacaklarına ağır geliyordu. Adımları yalpalanıyor, aklı yerine yüreğiyle yürüyordu. Caddeye çıktığının farkında bile değildi, sahildekilerin uyarılarını bile duymuyordu. Besbelli ki çok acı çekiyordu.

“Duuurrr! Araba geliyor, geri dön” dediğinde ise afallamıştı. Ne yapacağını bilemez bir şekilde paniklemiş, ne bağırabiliyor ne de adım atabiliyordu. Karşıdan selektör ve korna sesleriyle gelen arabanın 10-15 metre önünde çakılı kalmıştı. Alirıza hiç düşünmeden caddeye fırladı. Topa hamle yapan bir kalece gibi Feride’nin üzerine neredeyse uçtu. Dokunmuştu narin bedenine. Yuvarlandılar, araba teğet geçmişti. Her ikisi de ayrı yerlere düşmüşlerdi. Alirıza o hızla yerde birkaç tur döndü. Başı kaldırımın kenarına çarptığında durabildi, bayıldı. Feride ise şaşkındı, ne olduğunu anlamadan yerde kanlar içinde yatan Alirıza’yı gördüğünde içkinin etkisinden de yaşadığı acı tecrübeden de ayılmıştı. Yerden kalkıp Alirıza’nın yanına gitti,  başını tuttuğunda avucu kan dolmuştu. Kafasının arka sağ tarafında büyük bir yarık vardı. Korktu, gözleri büyüdü. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez şekilde panikledi. Eliyle yarasını bastırdı. Kanlar parmak arsından caddeye damlıyor, ensesinden de sırtına akmaya devam ediyordu. Belki de bu manzara, bu şok kendine getirmişti onu. Çevreden yardım istedi. İnsanlar duyarlıydılar bir anda kalabalık bir halkanın içinde kaldılar. Kimi “açılalım hava almaları gerek” derken, birkaçı da ambulansı aradı. Acı fren sesini duyan Özlem ve Bilâl de olay yerine gelmişti, Mavi Pansiyonun tüm sakinleri gibi. Manzara hiçte iyi değildi. Alirıza Feride’nin kucağında baygın yatarken Bilâl de ambulansı beklemeden arabasını getirdi. Arka koltuğa Alirıza’yı koydukları gibi en yakın hastanenin aciline yetiştirdiler. Alirıza’nın başı Feride’nin sinesindeydi. Gömleği, pantolonu kan içindeydi kadının. Sedyeye alıp doğruca acil bölümüne götürdüler. İlk müdahale yapıldıktan sonra beyin Tomografisine aldılar. Oradan da acilin bekleme odasına yatırdılar. Alirıza kendinde değildi. Feride, Özlem’e sarılmış, “Çok üzgünüm ben sebep oldum” dedi, kendine söylenerek ağlıyordu.

“Sırası değil, kendimizi toplamalıyız” dedi, Bilâl de. Özlem de yardımcı oldu, arkadaşına.

Elinde tomografi raporlarıyla gelen doktor, bir yandan sonuçları incelerken hastanın acil ameliyathaneye alınması talimatını verdi.  Bilâl, “Durum nedir, doktor bey?” diye sordu.

“Fazla kan kaybı var. Beyin sarsıntısı geçirmiş, tomografi sonucuna göre kırık ve çatlak yok gibi görünüyor. Ama cerrahi müdahaleden sonra netlik kazanır. Vakit kaybetmemeliyiz. Sizler yakınlarısınız sanırım, belgeleri doldurmalısınız” dedi. Feride, hemşirenin elinden evrakları alarak, “ben doldururum” dedi. Kendini sorumlu, suçlu hissediyordu. Alirıza’yı tanımıyordu ki, ne yazabilirdi. Bilâl evrakları isteyerek, “bırak ben doldurayım” dedi ve kâğıtları doldurdu. Alirıza sedyede ameliyathaneye götürülürken Feride de peşinden gitti. Ameliyathaneye almadılar, kapı kenarına çöktü, sırtını duvara yasladı. Ellerini ince narin bacaklarına kenetleyip başını da dizlerine kapakladı, ağlıyordu.

Hep beraber bekliyorlardı. Kapı açıldı, hemşire, “Kan lazım” dedi. Feride yerinden fırlayıp “Ben veririm” dedi. Bilâl; “Kan grubunun uyumlu olması lazım, Feride.” Hemşirede; “O RH + kan gerekiyor” dedi. Feride heyecanla “Benimki kan grubunla aynı” dediğinde, hemşireyle kan vermek üzere laboratuvarın kapısından giriyordu.

“Özlem sen Feride’ye refakat et. Ben burada bekliyorum.” Kadında başıyla onaylayıp arkadaşının arkasından gitti. 20 dakika sonra geri geldiler. Feride kolunda bantla aynı yere çömeldi. Dakikalar geçmiş ama henüz bir hareket yoktu. Herkes üzgün, Feride ise perişandı. Özlem de arkadaşına sarılmış, teskin etmeye çalışıyordu.

“Yanlış yaptım” dedi, dizlerine vurarak. Özlem de, “Böyle olacağını nereden bilebilirdin ki!”

“Evet, ben sebep oldum.”

“Saçmalama” dedi, Bilâl.

“İşte ben de tam bunu diyordum. Saçmaladım. Gereksiz yere zorladım ilişkiyi. Yüreğim “olmaz” dediğinde duymazdan geldim. Gerçek öyle acı ki; beynimin havailiğine kapılmıştım.” Özlem; “Evliymiş, dedin.”

“Evli olduğunu henüz öğrendim. Ancak sinyalleri önceden almama rağmen gereksizce zorladım. Çok aptalca! Sevgi bu değil. Denizler de aşılır sınırlarda. Ama değmeli bir insanın yüreği, teni değil. Şimdi, an itibariyle çok daha iyi anlıyorum. Teşekkürler arkadaşlar, üzgünüm Alirıza” dedi ve kolundaki bandı unutarak, başını tekrar dizlerine kapakladı. Ameliyathanenin önünde durum hüzünle devam ederken zaman sonra kapı açıldı. Sedye göründü. Burnunda hortum, kafasındaki bandajlar ise bir kavuğu andırıyordu. Alirıza idi bu. Özlem ve Feride sedyenin peşinden gittiler. Bilâl doktora durumu soruyordu. 

“Korkulan olmadı, çatlak ve kırık yok. Yarık büyükçe idi, temizlendi ve dikildi.  Hastanın kafası sert bir cisme çarptığından bu akşam müşahede altında tutacağız. Gerekirse bir gün daha” dedi, doktor.

“Biz ne yapabiliriz.”

“Siz kan vermekle gereğini yaptınız”

“Başka? Mesela refakatçi.”

“Gerek yok. Zaten her an kontrol ediliyor olacak. Çok istiyorsanız bir kişi kalabilir.”

“Arkadaşlar adına teşekkürler doktor bey.”

“Rica ederim. Görevimizi yapıyoruz.”

Hastayı yatağına yatırdılar. Gerekli cihazlar bağlanarak son kez durumunu kontrol eden hemşireler odadan ayrıldılar. Bilal kızlara doktorla konuştuklarını aktardıktan sonra, “Ben burada kalacağım siz pansiyona dönün” dedi. Ancak Feride vicdan azabını bir türlü bastıramıyordu, “Olaya neden olan benim. Rica etsem ben kalmak istiyorum. Siz de kaldığınız yerden devam edin, lütfen. Üstelik müşteriler var. Sen de yardımcı olursun, Bilâl. Gerektiğinde telefonla haberleşiriz” dedi. 

“Doğru söylüyorsun da sende iyi değilsin. En iyisi mi Özlemle git” dedi, Bilâl.

“Yok! Benim kalmam lazım. Hem bu kötü olaya neden olan benim, belki de kendimi daha çabuk toparlarım.”

Üstelemediler. Özlem ve Bilâl  “Sana kolay gelsin, arkadaşımıza iyi bak” diyerek ayrıldılar.

Üzgündü Feride. Sevdiğini sandığı bu ilişkiye tek başına kürek çekişine, yanlışları görmezden geldiğine ve de en önemlisi ölümle sonuçlanacak bir aptallığın bedelini hiç mi hiç ilgisi olmayan ve de tanımadığı birinin ödemesi gücüne gidiyordu. Adama baktı, yüreği burkuldu, hâlâ baygındı ve narkozdan çıkmamıştı. Sol elini uzattı adamın sağ eline, avucuna aldı. Sağ eliyle sıkmak istedi, serum şırıngası vardı elinin üstünde, parmaklarıyla adamın parmaklarına dokundu, dokundu. Ürkütmeden, hissettirmeden, severcesine dokundu. Öptü parmaklarını adamın. Tepkileri bilinçsizceydi, korkmuştu ve panik halini atlatamamıştı. Farkında olmadan konuşuyordu, kesik ve yutkunarak.

“Sen olmasaydın... Sen olmasaydın belki de ben şu an ölmüş olacaktım, yaşamıyor olacaktım. Kusura bakma, tanımıyorum seni aslında. Fenalık yaptım biliyorum, sana.”

Ağlıyordu Feride. Yeşil gözleri yine kızıla bulanmıştı, süzülen gözyaşları ark oluşturmuştu yanak kıvrımlarında. Her damla düşüyordu adamın koluna. “Affet beni, ne olur? Uyan artık” der gibi dokunuyordu damlalar.

“Kusura bakma, ne olur! Kendi açmazlarımı ödettim sana. Aslında biliyor musun sayende tüm gerçekleri görebildim. Evet, üzgündüm, kalbim de kırılmıştı ama hâlâ aptallığımı kabullenmek istemediğimden akılsızca rüzgârlara bıraktım kendimi. Bu olay olmasa aslında sen olmasan ne ben hayatta olacaktım ne de gerçekleri görebilecektim. Ben her şeyimi verirken sevildiğimi sandığım insana, o, bir adım dahi atmıyordu bana. Oysa sen hiç tanımadığın insan için canını koydun ortaya. İşte tam da burada silkeleyip uyanmama neden oldun. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır, ne söylene bilinir ki başka. Affet beni!”

Feride bilinçsizce yaşadıklarına söylenirken, “Ayparçası… Ayparçası neredesin?” cümleleri çıkmıştı Alirıza’nın dudaklarından, sayıklıyordu. Feride duyduklarına anlam veremedi. –Ay parçası da ne demekti- diye düşündü. “Herhalde maziden bir anı, narkozdan çıkarken bilinçaltında iz bırakılanlar anımsanıyordu” diye cevapladı kendine. Hasta gözlerini açtı, boş gözlerle çevresine bakındı.

“Uyandın mı?” diyebildi, ağlamaktan gözleri şişmiş Feride. Sevincinden ne yaptığını bilemez bir halde hastanın her yerini yokluyordu. Alirıza kendine geldiğinde Feride’ye baktı ve uzunca süzdükten sonra tebessüm ederek, “O kızıllık güzel gözlerine yakışmıyor. Lütfen gözyaşlarını siler misin?”

“Uyandın…” Cümleyi bitirmeden ani bir refleksle sarıldı Alirıza’ya. Sevinçliydi, hasta gözlerini açtığı için çok mutlu olmuştu.

“Ameliyat masasından kalktık ama yataktan kalkamayacağım, sanırım.”

“Pardon! Özür dilerim. Defalarca özür dilerim. Sizi dinlemeliydim. Ne olur beni affedin” Kadın olanlardan kendini sorumlu tutuyor, yaşadıklarının bedelini tanımadığı birine ödettiğini düşünerek mahcup hissediyordu kendini. Farkındaydı adam. “Hım, Affedilecek bir şey yok. Herkes yapardı sanırım.”

“İnsanlar çıkarları uğruna sevgiyi bile kullanırken sizin yaptığınızı yapacaklarını sanmıyorum. Çok acıyor mu?”

“Acımıyor. Kalın kafalı olduğumdan sanırım kaldırım taşı kırılmış olsa gerek” diye şaka yapıp ortamın havasının bir nebze değişmesini istemişti, Alirıza. Feride de tuhaf ve şaşkın bir ifadeyle, “Bu durumda bile şaka yapabiliyorsun. Ne güzel ya!” dedi.

“Hayret edilecek bir şey yok. Yaşıyorum ve de hayat devam ediyor. Üstelik güzel bir bayan da refakatçim, bundan daha güzel ne olabilir ki!” dediğinde biraz utanmıştı, kadın.

“Nasıl yani ya! Tatildesin, tanımadığın birinin hayatını kurtarıyorsun, ölümden dönüyorsun ve üstene acı çekiyorsun. Yetmiyor dalga geçiyorsun. Anlayamıyorum sizi”.

“Çok basit. Düşünmeden yaptım, çünkü gözlerimin önünde kayıp gitmekte olan bir hayat vardı. Kayıtsız kalamazdım. Evet, ölebilirdim. Bir gün ölebileceğim gibi, o an bugün olabilirdi ama ölmedim, yaşıyorum. Hayatta olduğuma göre, şimdi bana düşen anı kaçırmadan yaşamak, bu kadar yalın ve basit yani.” Duyduğu bu cümleler karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen kadın, “Bu kadar mı?” diyebildi, ancak.

“Tabii ki de. Hayatı zorlaştıran bizleriz. Aslında büyük diye gördüğümüz problemlerin hem çok basit çözümleri var hem de yanıtı kendi içinde. Zorlaştıran bizleriz. Çünkü isteklerimizi frenleyemiyoruz. En doğru gerçek ise kendimizi tanımıyoruz” diye yanıtladığında kadın da yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışıyordu usunda. Duralamıştı Feride. Gözlerini adamın gözlerine kilitledi. Bir süre bir fotoğraf karesi gibi kalmıştı o an. “Burada mısın?” diye sordu Alirıza. Önce cevap vermedi ve tekrar sarıldı adama.

“Bu akşam hayatımın dersini aldım. Ne yazık ki hiç tanımadığım kişi olarak ta faturasını siz ödediniz. Üzgünüm. Umarım affedersiniz beni”.

“Dedim ya, affedilecek bir şey yok. Aslında ben teşekkür ederim, sayende bir işe yaradım, bu çok daha güzel bir durum.” Feride, adamdan gelen her yorumda bir kere daha şaşırıyordu. Derinlere dalmış kafası karışmıştı.

“İnanılır gibi değilsiniz. Nasıl böyle düşünebiliyorsunuz? En iyisi mi ben susuyorum.” dedi ve sustu, sustular. Uzunca bir süre öylece kalakaldılar. Artık gözler ve yürekler konuşuyordu ki Feride’nin telefonu çaldı. Arayan Özlemdi.

“İyi akşamlar Feride. Durum nedir?”

“Hastamız gözlerini açtı. Şu an iyi, muhabbet ediyoruz.”

“Çok güzel. Bilâl de konuşmak istiyor.”

“Nasılsın kardeş? Mide bulantısı, baş dönmesi var mı?”

“Merak etmeyin, şimdilik hamile değilim. Tabii ki şaka, ben iyiyim. Siz masayı bozmadan muhabbete devam edin. Yoksa üzülür hasta olurum, ona göre, gerekeni de yapmayı unutma”.

“Âlemsin ya! Bakarız”.

“Bakarız yok, yap. An bu an, tekrarı yok. Ötelemek, yaşamı sonraya bırakmaktır, unutma! Ha bir de bir sonraki anın olması sadece bir olasılık. Yani garantisi yok, bu gece yaşadığım güzel bir örnek sanırım.”

“Hayırdır Alirıza. Nedir yapması gereken?” diye sordu, Feride.

“Anlıyorum Alirıza da…” devamını getiremedi, Bilâl. Kolay değildi onca seneden sonra ergen düşüncelerin girdabında yüzmek, cesaretini toplayıp atak yapmak çok zordu, besbelli. Eşikte kalmak, ileri adım atmak geri adım atmaktan çok daha zordu. Alirıza da farkındaydı ama arkadaşının mengenede sıkışıp kalmasına da göz yumamazdı.

“Sadece bir adım. Hepsi bu, unutma! Şimdilik iyi geceler, bol muhabbetler.”

“İyi geceler! Feride’ye de selamlar.”

“Arkadaşların selamı var.”

“Pardon! Konuşurken lafa girdim. Tabii sizde duyamadınız.”

“Duydum. Biraz uzun ve karışık bir mevzuu, sonra konuşsak, olur mu?”

“Tamam! Öyle diyorsanız vardır bir bildiğiniz, sonra konuşuruz.” Feride konuşulanları merak etmişti ama tanımadığı bu adamın yorumunu da kabullenmekten başka yapacağı bir şeyi yoktu. Hastane odasında yine suskunluk hâkimdi. Zaten üzgün olan Feride’nin suratının iyice asık olması Alirıza’nın hoşuna gitmedi.

“Ne yeşil gözlerinin kızıllığı ne de suratının asıklığı size yakışmıyor, lütfen buralı olur musun?”

“Kusura bakmayın, sizi üzmek istemedim. Evet, tanımıyorum sizi. Bende anda kalmak istiyorum, samimi olmak istiyorum, nasıl tepki vereceğinizi de bilmediğimden çekiniyorum” dedi Feride, ürkek bir tavırla. Yüzündeki bu ifade üzmüştü, adamı.

“Öncelikle kendiniz olun, çekinmeyin yani. Tepki de versem bu da tanımanın bir yolu. Ben de sizi tanımıyorum ama tamamen doğal ve doğaçlama yapıyorum. Sonuçta sizde bir tepki veriyorsunuz. Bu da bana sizi tanımamı sağlıyor. İnanın samimi olmak yeterli. Biz biziz, başkası olmamıza gerek da yok.”

“Haklısınız. Hayatın bu yanını da ilk defa görüp yaşıyorum. Dediğiniz gibi olacağım. Üzersem de şimdiden özür dilerim.”

“Lütfen kasma kendini, salık ver. Karşındaki sizin ne amaçla yaptığınızı bilmiyorsa, kırılacaksa da kırılsın. Kendin ol, yeter.” Feride adamı dikkatlice dinliyor, tuhaf bulsa da anlamaya çalışıyordu.

“Bir de telefondayken sorduğun soru vardı. Kusura bakma! Sorunuza kısa cevap verdim, aslında nasıl cevap vereceğimi bende bilmiyorum. Ham bir durum, olgunlaşmasını bekleyeceğiz. Sanırım yakın zamanda sizde fark edersiniz, o an gelince konuşuruz” dedi, tebessüm ederek Alirıza. Kısa bir an sustular, kızın başı öndeydi. An’ı mı, yoksa eski yaşadıklarını mı düşünüyordu? Dalmıştı, Alirıza gözleriyle takip ediyordu ve eli ile Feride’nin çenesini tutarak başını hafifçe kaldırdı.

“Size yakışmıyor demiştim, yaşadıklarımız mazi oldu. Tecrübe yani, alabildiysek de ders oldu. Buralı olmalısın, anı yaşamalısın” dediğinde, bu dokunuş Feride’yi keyiflendirdi, tebessüm ederek; “Sıkı durun öyleyse, soruyorum; -ay parçası- diye sayıkladın, ne demek istedin ki?” diye sordu. Alirıza bir anda dona kaldı, benzi soldu ve bu sefer onun gözleri buğulandı. Feride yine zamansız bir soru sorduğunu anladı, üzüldü ve sustu. Anladı Alirıza, kendini toparlayıp; “Bak işte! Bu ham değil ama artık yok” diyebildi.

“Yine üzdüm galiba?”

“Yoo… Epeyce yıl oldu. Bunu size uygun bir zamanda anlatırım.”

“O… olur tabii” diyerek, konuyu ve mahcubiyetini kapatmak istedi.

Mavi Pansiyon’da durum günün konusuna sığınılarak devam ediyordu. Yine kendilerine değemiyorlardı. “Adam evliymiş” dedi, Bilâl. “Kötü olan bu durumun saklanması, demek ki niyet iyi değil” diye yumuşak geçişlerle cevaplıyordu Özlem. Yaşama tuhaf dokunsa bile hayatın içinde var olan bu nadir durumu birbirlerine sunuşları “her şeye rağmen varım” der niteliktendi. Açamadıkları, aşamadıkları duyguları yaşanan an’a yükleyip iletiyorlardı birbirlerine. Belki de en kolayıydı bu anlatım, bu nakşetmeler. Biraz da alkol kolaylaştırıyordu şairane anlatımları. Sözler dolaylı da olsa gözler daha çok dokunuyordu bedenlerine. En çok da kalplerin atışları doğruyu getiriyordu dile.

Kış bahçesinin branda penceresinden günün ilk ışıkları süzülüyordu. Onlar hâlâ masada kendilerinin dışında anlatıyorlardı, kendilerini. İkisi de farkındalardı ancak ürkekliklerini saklıyorlardı. Daha kolaydı başkaları üzerinden kendi duygularını anlatmaları. Bilâl, “Sabah olmuş. İstersen biraz dinlenelim.”

“Sen yat. Masayı toplayıp servisleri açmalıyım.” Dedi, kadın. “Ben de yardım edeyim” dedi ve beraberce masaları toplandılar. Servisler açıldı ve “iyi uykular” dilekleriyle ayrı odalara geçip yattılar. İkisi de uyumuyordu. Sadece yatağa uzanmış kendi hayallerinde geziniyorlardı, öylece de uyudular.

Hastane odasında durum biraz farklıydı. İkisi de aynı odadaydı. Feride günün yüküne yorgun düşmüş kanepeye kıvrılıp uyumuştu. Günün ilk ışıklarında Alirıza da uyanmış tuvalete gitmek üzere yatağından kalktı. Feride’yi o halde görünce bir müddet seyretti. Yatağın pikesini Feride’nin üzerine örttü. Döndüğünde koltuğu Feride’nin başucuna çekerek oturdu. Onu seyretmeye devam etti. Kim bilir neler geçiriyordu kavuklu kafasından. İlk gördüğü an geldi gözünün önüne, hiç unutamayacağı fotoğraf karesiydi. Kış bahçesinin ortasında dururken, arkasından parlayan günün ışıklarıyla; stüdyoda fotoğraf çektiren manken edasındaydı. Bir de onunla içeri giren bahar kokuları…

Gün iyice yüzünü göstermiş koridorlarda koşturmaların sesi duyuluyordu. Kapı açıldı önce hemşireler sonra doktor girdi içeri.

“Günaydın” dediler.

“Günaydınlar.”

“Nasılsınız diyemiyorum sanırım siz hasta değil refakatçisiniz.”

“Biraz öyle oldu sanırım doktor bey.”

“Güzel. Çok çabuk toparladınız. Akşam da bir sorun olmamış. Vizitemi bitirdikten sonra tekrar uğrayacağım. Bugün olur mu, bilemem ama yarın taburcu olabilirsiniz. Tekrar geçmiş olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Ha, kanepedeki hastamıza iyi bakın.”

Gülüştüler. Alirıza koltuğa geçti, Feride’yi seyrederken gözleri kapandı ve uyudu ya da hayallere daldı, ta ki kahvaltı servisi geldiğinde gözlerini açtı. Kahvaltıyı iki kişilik istedi. Feride hâlâ uyumaktaydı, Alirıza da servisi sehpaya hazırladı, Feride’nin uyanmasını bekledi.

Bir süre sonra Feride uyandı. Gerinerek etrafına bakındı. Tanımadığı bir yerde olduğunu anlayınca gözlerini ovuşturdu tekrar baktı. Hastane odası olduğunu anlayınca da dün geceyi hatırladı. Başını çevirdiğinde de sehpanın üzerinde kahvaltıyı vardı. Karşısında kafası kavuklu bir adam gördüğünde gece yaşanan tatsız kazayı hatırladı.

“Günaydın!” dedi adam.

“Günaydın! Neden yatakta değilsiniz? Sizin istirahat etmeniz gerekiyor.”

“Siz de bana hasta muamelesi yapıyorsunuz. Kalın kafamdaki küçük bir sıyrık, hepsi o kadar. Hadi yüzünü yıka da kahvaltımızı yapalım. Üstelik herkese nasip olmaz hastane odasında kahvaltı yapmak.”

“Nasıl bir insansınız anlayamıyorum. Bu durumda bile eğlenebiliyorsunuz.” Tebessüm ederek, “Çayları soğutmayalım, konuşuruz.”

“Yine –sonraya- mı bırakıyoruz, konuşmaları?” dediğinde, Alirıza gülümseyerek; “Yok! Kendi anına bırakıyoruz, demek daha doğru olur sanırım”

Feride gülümseyerek -öyle mi?- dedi, lavaboya giderken. Elini yüzünü yıkayıp döndü, kahvaltıya oturmadan pikeyi katladı.

“Bu senin pike, benim üstüme örtmüşsün”.

“Büzülmüş yatıyordun, anasından ırak bir ceylan yavrusu gibi.” Bu söz hoşuna gitmişti, Feride’nin.

“Teşekkür ederim çok güzel bir tanım, ruhumu okşadı.”

“İltifatı bırak, otur kahvaltımızı yapalım.”

“Siz hep böyle misiniz?”

“Ne gibi, böyle?

“Yani iyi, anlayışlı, eğlenceli...” Bu sefer acımtırak bir gülümsemeyle; “Bak Feride! Sonuçta ben de bir insanım. Ben de olaylar karşısında kayıtsız değilim.”

“Evet, akşam hayatımı kurtarmakla bunu göstermiştiniz.”

“Mesele hayat kurtarmak değil. Örneğin; iyi biri olsaydım kapının önüne koymazlardı. Anlayışlı olamadığım ya da olmadığım zamanlar da var. Ben de üzülebiliyor, acıkıyor ve ağlıyorum. Yani ben de sıradan bir insanım.” 

“Evli değil misiniz, yani?” diye sorduğunda, neden sorduğuna kendi bile anlam veremedi. Bir an duraladı, haddini aştığını düşündü.

“Dedim ya kapının önüne koydular birkaç yıl önce. Şimdi mi? Herhalde yalnızım. Resmi anlamda da bekârım.”

“İlginç tepkimeleriniz ve anlatımlarınız var. Konulara bakışınız, tanımlamalarınız ve de çözümünüz. Bana çok yabancı geliyor. Sanırım edinimler ve yaşanmışlıklar besliyor bu tepkimeleri.”

“Sanırım. Takılma bu ciddiyetlere anın güzelliklerini soluyalım. Bak! Güzel bir kahvaltı var ve güzel bir başlangıç yapalım güne.”

Alirıza’nın her konuşmalarına ve yaptıklarına şaşırıyor, ne diyeceğini bilemiyor ama mutlu ve huzurlu hissediyordu kendini. Duyduğu mahcubiyet, minnet ve an geçtikçe artan ilgisinden bir şeyler yapma sorumluğu ve hatta zorunluluğu hisseden Feride, düşünmeden hamle yaparak, “Müsaade ederseniz size ben yedirmek istiyorum, yemeği.” dedi. Alirıza memnun bir şaşkınlık içinde, “Bir kadının elinden yemek muhteşem olur sanırım. Ancak kafadan dikişliyim, gördüğün gibi ellerim sağlam.”

“Tabii ki de onu demek istemedim, biliyorsunuz. Lütfen müsaade edin.”

“Edemem, etmemeliyim de. Neden biliyor musun?”

“Neden ki!”

“Çünkü sen kendini mecbur hissediyorsun. Seni kazadan kurtaran kişiye borçlu hissediyorsun kendini. İşte bu benim zoruma gidiyor. Bu mecbur kalışların hoşuma gitmiyor. Eğer yapılan eylem ya da söz beyinden değil de yürektense samimidir. İşte o samimiyet sonucu da düşünmez karşılık da beklemez.”

“Özür dilerim, böyle düşünmemiştim. İnanın bu söylediklerim tamamen sizin samimi ve içtenliğinizden aldığım cesaretle söyledim. Ne olur şimdi izin verin. Size ben yemek yedirmek istiyorum.”

“Emin misin?”

“Samimiyim” dediğinde, kavradığını anlamıştı, Alirıza. “Bir bayanın elinden hiç yemek yememiştim. Sanırım bu teklifi kaçırmamam lazım.”

“Yahu! Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ciddiyetinizde de şakalarınızda da hep yeni yollar açıyorsunuz bende. Aslında çok şaşırmama rağmen hem çok hoşuma gidiyor hem de sanırım yeni ufuklar oluşturuyor bende.”

“Umarım yüzme biliyorsun” dediğinde, tebessüm ediyordu Alirıza. Kendinden emin ve gururla, “Ben İzmir kızıyım” dedi, Feride.

“E, ben de boğaz çocuğuyum” dediğinde kahkahalarla gülüştüler.

Feride çatalına aldığı peyniri Alirıza’ya uzattı, bir parça ekmek sonra da çaydan bir yudum içirdi. Onun yemediğini görünce, Alirıza da aynını yaptı, Feride’ye.

“Bak ama karşılık verdiniz” dedi, Feride.

“Özgür irademle istedim ve samimiyim.”

Gülüşmelerden sonra neşe içinde karşılıklı ikramlarla kahvaltılarına devam ettiler.

Feride, dünden ve akşamından hiçbir iz taşımıyordu. Olaylara tepki veriyor ve an’ı yaşıyordu. Canlı, neşeli hayat dolu bir Feride vardı, artık. Samimi, içten, şaka yapan, yaşamın içinde bir Feride, Alirıza farkındaydı ve sadece seyrediyordu. Konuşmaları, eylemleri daha çok ona bırakıyor, hayatın bu yanlarının var olduğunu bilsin ve de tatsın istiyordu. Farkında değildi Feride, an’a bırakmıştı kendini. Samimi ortam öyle kuralsız ve kem gözlerin yargılarından uzaktı ki, Alirıza’nın el ve ağzını temizlerken göz göze geldiler. Bir an öylece kaldılar. Feride duygu selinde olsa gerek ki, dudakları Alirıza’nın dudaklarına doğru yol aldı. Alirıza farkındaydı. Aslında ilk gördüğü andan beri ilgiliydi, onun duyguları da salık veriyordu kendini. Ani bir hamle ile sehpadaki peçeteyi alıp o da Feride’nin dudaklarını sildi. Öylece kalmışlardı göz göze. Gün ışığı pencereden içeri kısrak bir atın yelesi gibi süzülürken; bu kareyi, ressamın tuvaline resmetmesi gibi resmetmişti duvara. Rahatsız değillerdi bu şekilde kalmaktan ki kapı açıldı. Özlem ve Bilâl girdi odaya. Gördükleri tablo her yoruma açık durumdaydı. “Sonra mı gelsek” dedi, Özlem. Feride hiç duruşunu bozmadan “hayatımı kurtardı, bakıcılık yapmalıyım” dedi. Her ikisi de kahvaltıyı sehpada görmüşlerdi. Bilâl,

“Doktor ne dedi?” diye sordu.

“Sabah iyi olduğumu, viziteyi bitirince tekrar kontrol edip bir ihtimalle bu gün, yüksek ihtimalle yarın çıkabilirim” diye, söyledi.

“E, çok güzel haber bu!”

“Sen nasılsın Feride?”

“Olay iyi bir ders verdi bana. Faturasını Alirıza ödediyse de gerçekleri görmemi sağladı. Sohbetleriyle de hem derinlik hem de neşe katarak yaşama bakışımı değiştirdi desem inanın eksik söylemiş olurum”

“Bu kadar yani!”

“Dedim ya eksiği bile var.”

“Vay be Alirıza.”

“Evet, neymişim ben yahu! Tabii ki Feride abartıyor ve onu size şikâyet ediyorum. Çünkü bana karşı kendini mecbur hissetmesi beni rahatsız ediyor.”

“Belki başlangıçta öyleydi ama zaman geçtikçe isteyerek ve samimi olarak yaptım ve de yapıyorum. Üstelikte fazlasıyla hak ediyorsun.”

“Biz gidelim Özlem. Anlaşılan yanlış yere gelmişiz.”

“Abartmayın çocuklar, ergen psikolojisine sokuyorsunuz bizi.”

Muhabbet neşe içinde süre giderken kapı açıldı,  doktor ve hemşireler içeri girdiler. Doktor tekrar raporlara baktı, ranzadan hasta takip formunu alıp inceledi. Hemşirelerden bandajı açmalarını istedi. Dikişlere baktıktan sonra pansuman yapmalarını söyledi. İyice muayene yaptıktan sonra da, -Aslında hayli iyi, biz yine bu gece de misafir edelim. Sabah tekrar muayene eder, sanırım öğleden sonra taburcu edebiliriz- dedi. Doktor ve ekibi çıktılar. Alirıza mimikleriyle sorular soruyordu, Bilâl’e. O da ellerini yana açıp durumda fazla bir gelişmenin olmadığını anlatıyordu ki, Feride fark etti. Tam soracağı sırada yine patavatsızlık yapacağı aklına geldi ve sustu. Alirıza fark etmişti, Feride’yi. Ona baktı, gülümseyerek, anlatırım der gibi başını salladı. O da başıyla onayladı.

Sessizliği Özlem bozdu. “Beni dinlemedin. Oysa sana kal demiştim” dediğinde, Feride pişmanlık ve üzüntü içinde başını eğdi.

“Olan oldu, bunları konuşmanın sırası değil, Özlem” dedi, Bilâl.

“An’ı yaşayalım diyor, arkadaşım. Anladın mı, Özlem?” dediğinde, Alirıza’nın cümlesinde kinaye yüklüydü. Anlamışlardı, başları önde sustular. Bir süre sonra da arkadaşlarını yolcu ettiler.

Odaya döndüklerinde, “Sormayacağım, zamanı geldiğinde anlatacağını biliyorum” dedi, Feride. O da –çok hızlı öğreniyorsun- dedi.

Akşam yemeğini yediler, hava kararmak üzereydi. Açık pencereden sahilin dalgaları ve denizin esintileri duyuluyordu. Alirıza, pencerenin önünde uzunca gerindi. Günün batımı, denizin sesi ve esintisini sinesine dolduruyordu. Feride de şefkatli bakışlarla anlamaya çalışıyordu. Bir müddet sonra da yerinden kalkıp arkasından adamın beline sarıldı. Başını da sırtına dayadı, mutluydu kadın. Düşüncelerine tanım ve takoz koymadan yüreğinin doğrultusunda hareket ediyordu. Yaşadıklarından da haz alıyordu.

“Madem hızlı öğreniyorum, sırası olmasa da aklıma geleni konuşmak istiyorum.”

“Doğrusu da bu” dedi, adam. Daha cesaretlenmişti kadın.

“İstanbul da ve boğazda yaşıyorsun, güzel bir yer de ben –ayparçasını- sormak istiyorum. Merak ettim de…” Feride yolu çok hızlı almıştı. Kanguru misali düşüncelerinde zıplıyordu. Alirıza duralasa da tebessüm etti.

“Adı üzerinde ayparçası…”

“Yani?”

“Ayparçası idi. Yaşamıma öyle oturtmuştum. O benim gece ışığımdı. Çoğu zaman parıldamasa da bana bakan bir çift iri siyah gözler yetiyordu. Ta ki sözde kaygı duyan yakın eller dokunana kadar. O ise yaşadıklarınla sağlamasını yapamadı.”

“Karın mıydı?”

“Eşimdi, yoldaşımdı, ayparçamdı. Ya da ben öyle sanıyordum. Ama karardı ve parçam da olamadı.”

“Üzüldüm, yaranı kanattıysam da özür dilerim.” 

“Yok, yara var ama kanamıyor. Sonu hoş olmasa da güzel yaşanmışlıklar var.”

“Size acı günler bırakmasına rağmen siz ise güzel yaşanmışlıkları taşıyorsunuz ruhunuzda.”

“Doğru olan bu! Birbirimizi sevmiştik, evlenmeye beraber karar verdik ve bir de çocuğumuz var. Yani sayesinde baba unvanını aldım.”

“Çocuğunuz kız mı?”

“Erkek.”

“Hım! İnsanlar bu konuya farklı tepki veriyorlar ama siz farklı yaklaşıyorsunuz.”

“Neyi görmek isterseniz! En azından dövünüp de zamanı yitirmek istemiyorum. Kaldı ki söylediklerim de var olan gerçekler.”

“Yinede bana alışıla gelmişin dışında gibi geldi.”

“Evet! Öyle de. Bunun içindir ki insanlar kendilerini acındırmak için zamanını hovardaca harcadıklarının farkında değiller… Biliyor musun? Bir yaşanmışlık daha var.”

“Bilmiyorum. Nedir o?”

“İki arkadaş narenciye bahçesinde gezerken misafir olanın ayakucuna bir portakal düşer. Yerden alır ve soymaya başlar. Arkadaşı ona –ne yapıyorsun?- diye sorar. O da yiyeceğim der.”

Feride öyküyü dinler ama tuhaf bulur. İçinden de –ne alaka- diye mırıldanır.  Alirıza hikâyeyi anlatmaya devam eder.

“Arkadaşı, daldan koparsana der. O da –var ya!- diye elindekini gösterir. Bahçe sahibi arkadaşı güler ve şöyle der; -o elindeki portakal sağlıklı olsaydı dalında kalırdı, dediğinde misafir olan şaşırır. Arkadaşı anlatmaya devam eder; -demek ki sağlam olmadığı için de dalı (ağacı göstererek) yuvası değilmiş, der” Feride dinlediği bu öyküye şok olur. Kekeleyerek, “Nasıl yani?” der.

“Yaşam içinde dokunduklarımız ya da bize dokunanların hepsi bir öğretidir. Lakin doğa büyük bir öğretmen. O kadar çok şey söyler ve gösterir ki biz anlayamıyoruz.” Kadın duyduklarına yorum yapamıyordu. Sadece sarılmakla yetindi anlatmak istediklerini, Alirıza da sıkı sıkıya sarıldı, anlamıştı.

“Alirıza!”

“Efendim”

“Sen soluk soluğa yaşadıklarını bu hikâye ile bütünlerken ben çakıl taşlarında devrildim. Hayretler içinde seyrediyorum seni. Biliyorum ki derinliklerinde fazlası var. Bunlar basit değil. Nasıl beceriyorsun?”

“Tabii ki de basit değil. Dalgaların kıyılara her çarptığında nasıl kayaları yontup bir şekle dönüştürüyorsa, yaşam da aynını yapıyor bize. Ya anlarız ki yolumuza devam ederiz ya da ah ederiz, bu bir tercih.”

“Ama her dokunduğunda bizden bir şeyleri koparıyor.”

“Kayalardan kopanlar kumsal, bizden gidenler de tecrübe oluyor.”

“Müthiş! Ama sonunda hep gidiyor. Bizde ne kalıyor ki?”

“Tecrübe hayata daha farklı açılardan bakmamızı yardımcı olur ki, bu da bize yeni tatları keşfetmemizi sağlıyor. Aslında giden ve geriye alamadığımız tek şey zamandır. Onun için an be an zamanın içinde kalmak gerekir. Biraz saçmaladıysam da anladığını sanıyorum.”

Feride gözlerini adamın gözlerinden ayırmadan başını sallayarak onayladı. Anlamış olsa gerek ki Alirıza’ya tekrar sarıldı.

Sabah doktor tekrar muayene edip sargıları değiştirdikten sonra, “Vizite dönüşü taburcu edeceğim sizi” dedi ve odadan ayrıldı. Bir süre sonrada arkadaşları içeriye girdiler. Öğleden sonra da taburcu oldu ve hep beraber Bilâl’in arabasıyla pansiyona döndüler.

Pansiyonun alt katının iki odasını da hazırlamışlardı. Hangi odayı tercih edeceğini sordu, Özlem.

“Merdiven başındaki kış bahçesini gören küçük oda” dedi. İki duvarı gören tek kişilik yatak vardı. Başucunu yastıkla desteklediler, oturur konumdaydı Alirıza. Feride de masasına ilaçlarını ve suyunu getirerek, içim saatlerine göre ayrıştırdı. İlk ilacını içirdikten sonra “başka bir şey ister misin?” diye sordu.

“Bu ilgi olduktan sonra ne isteyebilirim ki.”

“Şahsen ben de hasta olmak isterdim” dedi, Bilâl.

“Ben doktorumu vermem. Sana da Özlem baksın” dedi, Alirıza. Her fırsatta cümlelerine kinaye yükleyip kaşıyordu, Bilâl’i. Anı kaçırmayıp gönderme yapıyordu. Ortam bir an eslemişti. Ortamın havasının hafiften soğuduğunu hisseden Feride, “Alirıza haklı. Ben sadece onun bakıcısıyım” deyip gülüşürken, hava balansını da ayarlamıştı.

Üstü kan içinde olan Feride eşyalarını almak üzere odadan ayrılırken, Bilâl de Alirıza’nın eşyalarını getirmek için beraberce çıktılar.

Giysilerini değiştiren Feride Alirıza’nın çantasıyla odaya girdi. Üstünü değiştirmek için yataktan kalkmasını söyledi. Alirıza da kendisinin halledebileceğini söylese de “itiraz istemem” dedi. Alirıza’nın hem hoşuna gidiyor hem de mecbur kalışlarına üzülüyordu. Konuyu geçiştirmek için,

“Duş almam lazım” dedi.

“Dikişlerin henüz yeni, olmaz” dedi, Feride.

“Vücudumda kan lekeleri var, kokmaya başladım.”

“Şimdi ılık bir suyla siler temizlerim” dedi ve odadan çıktı. Alirıza anlamıştı, kaçış yoktu yani. Elinde bir kap sıcak su ve havlularla içeri girdi. Kabı masanın üstüne koydu, tabureyi de masanın yanına çekti. Eliyle tabureye oturmasını istedi. Sanki bir ananın yavrusunu yıkaması gibiydi, Mavi Pansiyonun küçük odasındaki görüntü. Güldü, hoşuna da gitmişti. Sesini çıkarmadan tabureye oturdu. Boynunu, sırtını, kollarını sildi. Yeni giysileri de bandaja dokunmadan itina ile giydirdi. Alirıza kahkahalarla güldü. Feride bu güleç yüze bakarak, “Ne oldu ki?” dedi.

“Gördüğün gibi bayram çocuklarına döndüm, sayende.” Henüz fark etmişti, o da kahkahalarla gülmeye başladı. Sesler pansiyonun avlusundan duyuluyordu.

“Kaçırdığımız bir şey mi var” dedi, Özlem.

“Önemli bir şey yok” diye cevapladılar. Sonra da yatağa yatırdı. Pikeyi üstüne örterken Alirıza, “Ninni de söyleyecek misin?” diye sordu. “Olur!” dediğinde, kahkahalar kaldığı yerden devam etti.

Akşam güneşi doğmak üzereydi. Feride pencereden dışarı baktı. Bilâl ile Özlem pansiyonun akşam yemeğini hazırlıyorlardı. Alirıza, Feride’nin yanına oturmasını istedi. Elini tutarak bu şekilde davranmaması gerektiğini, kendisinin de bir hayatı olduğunu unutmamasını söyledi.

“Haklısın, herkes gibi benim de bir hayatım var. Planlarım var, sorumlu olduğum ve zorunlu olduklarım da var, tesadüfler ve mecbur kalışlarımız da var. Unutmamalı ki tercihlerim de var ki samimi olunca tat veriyor. Bunu siz öğrettiniz, yani anı yaşıyorum. Bu anlardan da huzur alıyor ve mutlu oluyorum. Lütfen müsaade et ki ben de anı yaşayayım”

“Kendi öğretilerinle gol yemek buna diyorlar, sanırım.”

“İnan! Mecbur kalmıyorum. Tabii ki de minnet duyuyorum ama severek, samimi ve içimden gelerek yapıyorum her şeyi. Üstelik mutlu da oluyorum.”

“Sen artık oldun.”

“O, ne demek, o?”

“İşin kötüsü ne biliyor musun, Feride? Bende alışkanlık yapmaya başlıyorsun ki, kötü.”

“Neden ki?”

“Çok alışırım sana…” Cümlenin devamını getiremedi. Bir anda düşünmeden konuşmuştu. Yutkundu, devamını bulamadı. Feride de durumun farkındaydı.

“Bunda ne var ki?”

“Ne yok ki. Sürekli hasta olmak zorunda kalırım”  dediğinde, yeniden kahkahalarla gülmeye başladılar. Pencere açık olduğundan Özlem de Bilâl de duymuşlardı neşe dolu gülüşmeleri.

“Hayırdır, çocuklar?” diye, tekrar seslendiler.

“Sıkıldım ben. Bir kahve yapan olsa da içsek ne güzel olur, değil mi arkadaşlar.”

“Yanındaki bakıcıya söylemen yeterli, Alirıza” dedi, Özlem.

“Anlamıştır, diyorsun yani”

“Aşk olsun, Alirıza.”

“Biliyorum, Feride. Benimki de ses olsun diye lakırdı, işte. Aşk olsun seni üzmek ister miyim? Arkadaşlardan da fazla ayrı kalınca iletişim kuralım istemiştim.”

“Kahveniz nasıl olsun?”

“Sizli bizli konuşacaksak ben almayayım.”

“Pardon! Kahven nasıl olsun?”

“İşte bu be! Ruhun söze döküldüğü an, sen nasıl alırsan benimki de aynı olsun.”

Feride kahveleri yaptıktan sonra Alirıza’yı bahçeye çıkarttı. Arkadaşlarıyla kahveler yudumlanırken, Bilâl’in yaktığı sigarayı tabladan alıp derin nefesler çekerken kahveden de yudumluyordu.

“Çok efkârlı gördüm seni” dedi, Özlem.

“Hayırdır Alirıza” dedi peşinden, Bilâl.

“Keyif almaya çalışıyorum, şunun şurasında. Güzel bir hava, arkadaşlarım yanımda ve de hasta olmanın tadını çıkartıyorum, abartmayın yahu.”

Alirıza kahve, sigara ve temiz hava ile bütünleştiğinde masadaki konuşmalardan uzaklaşmış farklı bir boyutta geziniyordu. Arkadaşlarının konuşmalarını duymuyordu. Bir süre sonra Feride de fark etti. O da masanın muhabbetinden ayrılarak Alirıza’yı izliyordu. Zaman sonra durumu fark eden arkadaşları da yarım bıraktıkları işlerine döndüler. Alirıza, masanın güneşe karşı konumunda saat dokuz yönünde oturuyordu. Kendini daha bir güneş yönüne çevirdi, sandalyesinde hafif kaykılarak gözlerini kapatıp usunda hapsetti kendini. Feride ise ellerini masaya bağdaştırıp kollarına yasladığı başı ile gözlerini neredeyse kırpmadan Alirıza’yı izliyordu. Göz kenarında bir nemlik belirdi, Feride şaşırmıştı. Bu güleç yüz, hayatı –ti-‘ye alan bu adam hangi finallerin girdaplarındaydı. Üzülmüştü Feride. Belki de bu yaşananlar sadeleştirmişti hayata bakışını, an be an yaşamayı. Gözleri doldu Feride’nin. “Hak etmeyenler canımızı acıtırken, karşılığı bile düşünülmemiş yaşanmışlıklar boğuyordu yanı başımdaki adamı. Hâlâ taşıyordu yüreğinde bir kambur gibi, acılarını” diye seslendirdi içinden. Gözleri doldu, Feride’nin. Unutmuştu kendi acılarını. Daha da ilgisini cezp ediyordu tanımadığı bu gizemli adam. Nemler kıvrılarak her iki göz kenarlarından yavaşça yol aldığında; Feride, her yaş tanesinin birleşerek yuvarlanışını izliyordu. Çenesinde biriken yaşlar damlamaya başladığında adamın başı düşmüştü masaya. Acı hissediyordu besbelli, elini uzattı Feride, dokunamadı. Titriyordu elleri bu manzara karşısında. Bir hamle daha yaptı bir nebze teselli etmek için, yine dokunamadı. Adam, çenesinde biriken gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Sildi ve masadan kalkarak odasına geçti. Yatağına oturdu. Elleriyle yüzünü kapatıp iç çekerek ağlıyordu. Ardından Feride gitti. Odanın kapısının önüne geldiğinde içeriden gelen kesik ağlama seslerini duyunca duraksadı. Cesaret edemedi. Karşısındakinin tepkisini de bilmiyordu. “Ne olursa olsun! O, hiç tanımadığı bir insan için hayatını tehlikeye atmışken benim kayıtsız kalmam insancıl olamaz” dedi ve kapıyı tıklamadan içeri girdi, adamın yanına oturarak başını sinesine aldı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını elleriyle silerken, “Göndersen de bir yere gitmiyorum. İstediğin kadar ağlayabilirsin” dedi.

“Özür dilerim. Kusura bakma” diyebildi. Adamın başı kucağındaydı, Feride’nin.

Hangi çözülmemiş problemlerle boğuşuyordu ki, yorgun düşmüştü kavuklu başı, belki de kadının bu sıcaklığı kaşımıştı derinliklerini. Sonra da kucağında uyuya kaldı adam. İçi burkulmuştu Feride’nin. Yağmur öncesi bulutlar gibiydi, gözleri. Sarıldı; içine alıp ısıtmak, ona acı veren sorunlarını çözmek istercesine sinesine bastırdı. Bir müddet öylece kaldı, usulca başını kaldırarak yatağa yatırdı. Pikeyi üzerine örterek bir süre seyretti. “Sen de çok yüklüsün be dostum. Bunca yükü taşımayı nasıl beceriyorsun” diyerek odadan sessizce çıktı. Arkadaşlarına yardım etmek için kış bahçesine geçti.

“Ne o, çocuğu uyuttun mu?” dedi, Özlem.

“Beni de uyutan olsa bende uyurdum” dedi, Bilâl. Az da olsa cesaretini toplamaya başlamıştı.

“Olur! Bende seni uyutabilirim, Bilâl abi” dedi, Özlem. Feride, bir Özlem’e bir Bilâl’e baktı, şaşırmıştı.  Farkındaydı adam, “Kıskanmak buna denir, Feride! Alirıza şanslı” diyerek, geçiştirmek istedi.

“Aslında şanslı olan benim, sizleri ve özellikle Alirıza’yı tanımakla çok mutlu hissediyorum kendimi.”

“Güzel!” dedi, Bilâl ve devam etti. “İnsanlar bir şekilde diğerine dokunuyor, yaşarken. Böylelikle de kendimizi keşfedip olgunlaşıyoruz.

“Bu sözleri hatırlıyorum. Alirıza da yaklaşık bunları söylemişti, bana.”

“E, ne de olsa dostum. Biraz benzeriz.” 

“Neyse, müşteriler birazdan inerler. Sohbetimizi geceye bırakalım” uyarısıyla araya girdi, Özlem.

Masalar donatıldı, çorbayı da servis etmeye başladılar. “İyi akşamlar” dedi, orta yaşlı çift. Peşinden iki çift daha indi ahşap merdivenlerden, gençlerdi bunlar. Ardından, birkaç dakika sonra da 35 yaşlarında biri esmer, diğeri kızıl saçlı olan iki bayan geldi akşam yemeği için kış bahçesine. Yemekler sessizce yenirken Pansiyon sahiplerinin gözleri Feride’ydi. Anlaşılan akşamki olayı biliyordu, müşteriler. Beraber kalan iki bayanın gözleri ise bakmaktan çok süzüyordu, Feride’yi.  Yemek bittiğinde ne içeceklerini sordu, Özlem. Kahveye karar kıldılar. Kahveleri, işlerinin yoğunluğundan fazla yorulan arkadaşının yerine Feride yaptı. Servis edilmiş, kahveler yudumlanırken. Orta yaşlı çiftin eşi, “Geçmiş olsun” dedi, “Teşekkür etti” Feride.

“Kahramanınızı görebilir miyiz?” dedi, iki kızdan kızıl saçlı olanı. Uyuduğunu, birazdan da yemeğini yedireceğini söyledi. İlaçlarını içirdikten sonra da gelebileceğini ifade etti. Feride masadan ayrılıp mutfağa geçti. Tepsiyi hazırlayıp odaya girdi. Alirıza henüz uyanmıştı. Masaya oturdu ve yine elleriyle yemeğini yedirdi. İlaçlarını da içirdikten sonra kış bahçesine beraber geçtiler. “Geçmiş olsun” dedi, pansiyon sakinleri.

Benzi solgun ve gergin olan kızıl saçlı olan kadın gözlerini Alirıza’ya dikerek, “Nasıl bir duygu ve ruh halidir ki böyle ölümüne bir kararı verebiliyorsunuz?” diye sordu.

“Bu sorunun cevabı tek bir cümle olmadığı gibi zor da, mesela düşünmüyorsunuz; edinimler, yaşanmışlıklar, hayata bakışınız ya da bunların hepsi zamanla yaşam felsefenizin birer parçasını oluşturuyor, iddialı olsa da sanırım bunun gibi bir şey olsa gerek. O an ki ruh halinizle de ilintilidir, muhakkak. Dediğim gibi, şudur diyemezsiniz.”

“Ben anlamakta güçlük çekiyorum. Ya da sizin dediğiniz gibi yaşamın size kattıkları, herhalde” diye, sorusunu tamamladı kızıl saçlı bayan.

“Ben olsam böyle bir delilik yapmam” dedi, esmer olan bayan. Sonra da özür diledi, kullandığı kelimeden dolayı.

“Özür dilemenize gerek yok, doğru söylüyorsunuz.”

“Yine de özür dilerim. Tanışmıyoruz ve ben kaba davrandım” dediğin de güldü Alirıza.

“Mazhar Osman’ı tanır mısınız?”

“Halk dilinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine dendiğini biliyorum.”

“Evet! Bu hastanenin ilk başhekimidir. Bir gün Gazi Mustafa Kemal Atatürk hastaneyi ziyaret eder. Her gittiğinde sohbet edermiş başhekim Profesör Doktor Mazhar Osman’la. Bir gün sormuş doktora, -Bu delilik bende de var mı?- diye. Açık sözlü olan Doktor Mazhar Osman da –Siz de çok var, paşam- demiş. Atatürk’ün yanındakiler şaşırmış, nasıl tepki verecek diye de merakla Atatürk’e bakmışlar. Doktor Mazhar Osman devam etmiş yorumuna, -Dört mevsim, yedi düvele kafa tutmak akıllı işi değil, paşam- demiş. Atatürk ve yanındakiler kahkahalarla gülüşmüşler. Demem o ki mahcup olmanıza gerek yok, haklısınız.” Oradakiler de yeni duymuş olmalı ki, şaşırdılar. Sonra da herkes suskun kahveleri yudumlarken, hoşgörü ve dikkatle dinliyorlardı, Alirıza’yı. Esmer siyah saçlı olanı, “Aslında insan düşünse yapmamalı zannediyorum” diye yorum yaptığında, Alirıza da; “Yine haklısınız. Düşündüğünüz zaman yapamazsınız, zaten. Olayda acı sonla bitmiş olurdu.”

“Lakin sizin hamleniz de acı sonla bitebilirdi.”

“Evet, olasılığı hayli yüksek, ancak dediğim gibi düşünmüyorsunuz.”

“Feride, sevgiliniz miydi?” diye sordu kızıl saçlı kadın. Karşılıklı oturuyorlardı, şöminenin yanındaki koltukta. Gözlerini kırpmadan Alirıza’yı izliyordu, saçlarını da kulaklarının ardına atarak sesin bir tınısını bile kaçırmak istemiyordu, sorduğu soruya alacağı yanıt için. Ancak soruyu Feride yanıtladı.

“Birbirimizi tanımıyorduk bile. Benim yaşadıklarım ağır gelmişti, dalgın yürüyordum caddede. Arabayı fark etmemiştim. Özlem’in uyarılarını da dikkate almadan hızla buradan ayrıldım. Sanırım Alirıza durumu fark ettiği için peşimden koşarak gelmiş. İyi ki de gelmiş. Sonrasını biliyorsunuz, hayatımı kurtardı.”

“İnanılır gibi değil.  Kim yapar ki?”

“Alirıza” dedi, Feride. Eliyle adamın sırtını sıvazlarken başını da omzuna yasladı. Gıpta ile bakıyordu kızıl saçlı kadın. Alirıza da farkındaydı izlendiğinin, Feride de. Kızıl saçlı kadın; “Anlayamadığım siz…” dedi Feride’ye. “Sanki çok eski tanışıyormuşsunuz gibi.”

“Hıh” dedi, güler gibi. Ve devam etti,

“Bazen bir olay yetebiliyor tanımak için, bazen de bir olay yıllarca tanıdığını zannettiğin kişi tarafından, aslında ne kadar tek başınıza olduğunuzu, rüzgârın defalarca pencereyi çarpması uyarısını anlamayıp son çarpmasında camın kırılmasıyla anlıyorsunuz yalnız olduğunuzu, ortada bırakıldığınızı.” Yaşadıklarının acısını hâlâ taşıyordu, Feride.

“Bazen de bir olay kendinize sizi tanıtıyor, insanın. Çok iyi tanıdığımızı sandığımız kendimize, yani.”

“Ne ilginç değil mi?” dedi, Bilâl.

“Evet ya’ çok ilginç” dedi, kısa boylu esmer olan bayan.

“Yani, yeni tanışıyorsunuz.” Şaşkın yüz ifadesiyle, “anlayamıyorum” dedi, yeniden kızıl saçlı kadın.

“Olaydan biraz önce karşılaşmıştık. Merhabalaştık bile. Ancak tekrar karşılaşsak birbirimizi hatırlamazdık” dedi, Feride.

Alirıza yutkundu. Kızıl saçlı kadın görmüştü, Alirıza’nın yutkunduğunu.

“Gerçekten mi?” Diyebildi, kızıl saçlı kadın. Özlem; “Alirıza’yı ben de ilk kez görüyorum. Bilâl abi arada beni ziyaret eder. Feride ise her ikisiyle ilk defa tanıştı” diyerek, kızıl saçlı kadının sinsice sorduğunu sandığı suali havada bıraktı. Kızıl saçlı bayan sadece, -çok enteresan- diyebildi, dudaklarını birleştirip başını her iki yana sallayarak. Erkek olan orta yaşlı çift yarayı ve sağlığını sorduğunda, adam da; başının kaldırıma çarptığında büyükçe bir yarılmanın olduğu, otuz altı dikiş ile dikildiğini söyledi. Hayli büyükmüş dedi, eşi. Alirıza da, “İyi olan tarafı ise çatlak ve kırığın olmaması, gerekli tetkikler yapıldığından da başımda ve vücudumda herhangi bir dengesizlik yok. İyiyim yani” dedi.

“Çok müthiş, yine de inanılması çok güç” dedi, kızıl saçlı bayan.

Geç olmuştu ve çiftler izin isteyerek odalarına çekildiler. Masada kızlarla kaldılar. Esmer olan bayan, “Aslında yemekten sonra dışarı eğlenmeye çıkacaktık. Ama buradaki sohbet ilginç ve ders niteliğinde, eğer sıkmıyorsak sizlerle oturmak istiyoruz.”

“Tabii ki de oturabilirsiniz” diye yanıtladı, Bilâl.

“Bizler sinema dünyasındanız. Yeni çekim ortamları arıyoruz ki burası da listemizde. Bir nebze asistanlık bazen de senaryo yazarlığı da yapıyoruz, almış olduğumuz eğitimden dolayı. Yani mesleğimizi yapmaya çalışıyoruz” diye, kendilerini anlatmaya başladı sinemacı kızlar.

“İlginç ve zevkli olmalı” dedi, Bilâl.

“Aslında ne durağan ne de yerleşik bir hayatımız var. Genel hayatın dışında bir yaşantımız var. Çoğu zaman sabahlara kadar çalışırız. Bir hafta sonra yayınlanacak bir dizinin bir bölümü için, set işçileri dâhil sabahlara kadar çalışırız, uykusuz. Şu an ki görevimizi de tatil ve dinlenme ile harmanlıyoruz.” Bilâl söze katılarak, “Bu gece ki konu da ilginizi mi çekti?”

“Hayır, olabilirliği olsa da, tamamen doğaçlama. Tabii ki de bize bilgi ve derinlik kazandırıyor. Şunu biliniz ki, arkadaşların yaşadıkları film karelerinde olur sanıyorduk. Adı üzerinde film karesi işte, risk yok, yaralanma yok. İnanın beş dakikalık bu kareyi biz en az birkaç saatte çekiyoruz.”

“Vay be!” dedi Özlem.

“Bir de sorularımızın alt yapısını oluşturmadan  –pat- diye keskin ve direkt sormamız meslek alışkanlığından kaynaklanıyor. Yani zamanla yarıştığımız için, bundan dolayı da özür dileriz.”

“Özre gerek yok” dedi, Feride. 

Muhabbet daha da derinlik kazanmıştı. Saat gece yarısına gelmişti. Kimsede istifini bozmuyordu. Anlaşılan hoş bir sohbet süre gidiyordu. Ancak kızıl saçlı kadının gözleri sürekli Alirıza’nın gözlerindeydi. Feride de bu durumun farkındaydı, birazda rahatsız oluyordu. 

“Yarın masanın ikramları bizden olsun. Lütfen bu muhabbete devam edelim. Şimdilik iyi geceler” dediler.  Kızlar ayrılmıştı masadan. Masa, gecenin sessizliğine katılıp kendi ses rotasında devam ederken, Alirıza;

“Evdekilerle görüştün mü?” dedi, Bilâl’e. 

“Evet, görüştüm. Durumu anlattım. Geç geleceğimizi söyledim. Onlarda üzgün olduklarını ve geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Kızlarımda üzülmüşler ama tombalak çok üzülmüş, Alirıza amcasına. Eşim öyle dedi.”

“Canım benim, ya! Çok mu üzmüşüm onu. Hemen iyileşip onunla top oynamalıyım” dedi ve Feride’ye dönerek; “Bak! Yine bir işe daha yaramışım. Böylece Bilal tatilini uzatabildi.”

“Ne âlemsin ya! Hayatla dalga mı geçiyorsun, ölümle dans mı ediyorsun ya da hepsinin karışımı adı neyse bunun, sürekli şaşırtıyorsun beni. Anlamakta güçlük çekiyorum, Alirıza.”

“Takılma sen de. Anı anlık yaşa. Samimiyeti bulduğun yerde derinlik yapma. Yoksa sürekli kulaç atmak zorunda kalırsın. Bu kulaçlar havuzda ya da sahilde atılan kulaçlara benzemez. İzmir kızı olman da yetmez bu sulara. Her şeyden önce girdabı yorar insanı.”

Feride yine şaşkındı ve sustu. Aklından ne geçtiyse sarıldı Alirıza’ya.

“Ooo, hayırdır” dedi, Özlem.

“Herhalde samimiyeti buldu. Kıskanmana gerek yok Özlem. Sen de yanındakine sarılabilirsin” dedi, Alirıza.

Şaşırmıştı, şaşırmışlardı. Utandı Özlem toy bir genç kız mahcubiyetiyle.

“An bu an, Özlem. Ve de bu an bir daha olmayacak. Gidenler de hep bizden gidiyor. Öyle ki geriye sadece anılar kalıyor ki, bunlar içini dolduramadıklarımız, öyle garip ki bir adım atamadıklarımız ya da bir el mesafesinde olup gereksizce tereddüt ettiklerimiz, sonra da usumuzda –keşkeler- ve yüreğimizde de taşıması zor acılar bırakıyor. İnan ki bu hal değişmeyecek. Değişen sadece zaman olacak ama tekrar şansımız olmayacak. İyi düşün ve an’ı kaçırma derim.”

Özlem ne anladı, nasıl anladı ya da sözlerin etkisiyle midir, bilinmez, o da Bilâl’e sarıldı. Feride ve Bilâl şaşkınlıkla izliyordu. Ama birisi daha izliyordu onları. Perdesini aralayan, kızıl saçlı kadındı, bu. Alirıza’nın bir üst katında kış bahçesine bakan odanın penceresindeydi aralanan perde. Alirıza, karşı direkte duran denizci fenerinin yansımasından izliyordu, kızıl saçlı kadını. Fark edildiğini fark etmiş olmalı ki perdeyi kapattı.

Masadaki duygu yoğunluğu, gecenin sessiz ilerleyen ayak izlerini takip ediyordu ki, “Seni seviyorum, Bilâl abi” dedi, Özlem. Bilâl mutlu olmuştu olmasına da kalp atışlarının ses ve ritmini kontrol edemiyordu. Yanlış mı, duymuştu? Feride daha bir şaşkındı. Alirıza da Feride’ye sarılarak o kareden çıkmasını sağladı. Feride de bu sıcaklığa karşılık vererek sıkıca sarıldı. Dakikalarca gökyüzündeki bulut geçişlerini seyrettiler. Gece kendini hayli demlemişti.

“Geç oldu, yatalım. Bu koca bebeği de sen yatır Özlem” dedi, Alirıza. Beraberce kalktılar. Masayı olduğu gibi bırakarak odalarına çekildiler. Bu sefer Bilâl de aynı odadaydı. Yatağın başucundaki koltuğa oturdu. Muhabbette kaldıkları yerden devam edip koyulaştırdılar.

Kış bahçesine bakan küçük oda da Feride de Alirıza’yı yatırmış, yatağın kenarına oturdu.

“Neler oluyor, Alirıza” dedi.

“Neden sordun ki bu soruyu?”

“Özlem ve Bilâl…”

“İşte! Şimdi o an geldi, doğru soru. İkisi de birbirine ilgili. Açılamıyorlar da. Biliyorsun Bilâl evli. Çocuklarını da çok seviyor. Özlem durumun farkında ve tanıdıkları ortak, ikisi de yol ayırımında ve duygularını da saklıyorlar.”

“Demek ki; -sonra anlatırım- dediğin ve bana isim vermeden örneklediğin kişi Bilâl’di. Sen, tabii biliyordun.”

“Evet, buraya gelmeye de ben zorladım.”

“Aslında Özlem de sezmiştim, sormuştum da. Bana kendisinin de anlayamadığı, ismini koyamadığı kişi Bilâl’di, demek. Bu çok acı bir durum” diyebildi Feride, üzülerek.

“İyi mi yaptın? Yani, Bilâl’i buraya getirip yüzleştirmekle? Bu bir sorgulama değil. Bakış açına ve fikirlerine değer verdiğim için, öğrenme adına sordum.”

“Net bir şey söyleyemem. Ancak bildiğim bir doğru var ki, birbirleri adına uygun insanlar olmasalar bile ömürlerince keşke ile yaşayacaklar. Bu da yaşadıkları sürece onlara acı verecek.”

“En azından sorular cevaplarını bulmuş olacak, diyorsun” dedi, Feride.

“Evet. Biliyorsun ki ortada bir evlilik var. Nasıl olacak ki, başka?” dediğinde, gecenin bulutlarına çevirdiler başlarını. Havanın serinliği de çökmüştü omuzlarına, ilkindiler. Belki de yaşamın köhne bucaklarında kalmış olan yaşanmamış hikâyeler gezindi uslarında…

“Bilmiyorum, Bilal de bilmiyor. Mutlu gitmeyen yuvasına çocuklarını çok sevdiği için dokunamıyor.”

“İmkânsız yani, öyle görünüyor.”

“İmkânsızlığı, bilgi dağarcığımız ve derin olmayan bakış açılarımızla bizler sınırlıyoruz.”

“Senin dağarcığında ya da derinliğinde çözümü var mı ki?” Alirıza sustu, kafasındaki çıkış yolunu arkadaşına söylemişti. O bile ne diyeceğini şaşırmıştı. Sıra dışıydı çözümü, Alirıza’nın. Feride de kendini bulutların akışına bırakan arkadaşını seyre daldı. Ama kısa sürede tanıdığı bu arkadaşının kafasında bir çözümün olduğunu biliyordu. “Sanırım kafanda bir çıkış yolu var.”

“Çözüm müdür, bilemiyorum. Toplumsal öğretilerde yeri yok bu düşüncemin. Ama Bilâl’e bir teklifte bulundum” dediğinde, Alirıza yutkundu. Yine gecenin derinliğine dikti gözlerini, uzunca bir nefes aldıktan sonra Feride’nin gözlerine kilitledi gözlerini, ellerini de avuçlarına alarak; “Halkın edinimlerinden çok tepki alacak bir öneriydi, bu söylediğim.”

“Merak ettim, nedir söylediğin?”

“Umarım tepkin sert olmaz. Biliyorsun ki ben medeni hukuka göre bekârım, Özlem ile bir evlilik yaparım, dedim. Hatta bu nikâhı da kimsenin bilmesi gerekmez diye yurt dışında konsoloslukta kıyarız, dedim. Bilemem ama inanır mısın? Gürcistan’daki arkadaşımla iletişim kurdum. O da bana, istediğin an gün alabilirim, dedi.” Feride duyduklarını şaşkın gözlerle dinliyordu, bu alışıla gelmemiş sözleri.

“Nasıl ya!” diyebildi, korkulu gözlerle.

“Onlar aşklarını yaşarken ben de kâğıt üzerinde eş olarak kalırım. Benim çözümüm bu, bu kadar yalın, yani.”

“Ne dedin, nasıl yani?”

“Dediğim gibi benim çözümlerim böyle, kökten yani. Sen bile anlamakta zorlanırken, beraberce nefes aldığımız diğer insanları düşünemiyorum.”

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

“Evet. Başka yol yok gibi.”

“Kim yapar ki bunu? Ha, Alirıza tabii” dediğinde kalktı pencereye doğru yürüdü. Perdeyi açtı, ayın şavkına doğru uzunca bakmaya başladı. Önyargı oluşturmadan Alirıza’nın bu söylediklerini anlamaya çalışıyordu. O, hiç tanımadığı bir insan için ölümüne hayatını tehlikeye atmış biriydi. Aslında alışılagelmiş olmasa da Alirıza böyle biriydi. Kötü bir niyet olmadığı gibi tanımsız bir fedakârlık vardı. İnanılır gibi değil, diye düşündü. Döndü, koşar adımlarla yatağa doğru ilerledi ve Alirıza’ya sarıldı. “Mükemmel bir insansın sen” dediğinde. Adam güldü.

“Mükemmellik sadece evren için geçerli, ben ise sıradan biriyim.”

“An geçtikçe sana gıpta ediyorum. Her an yanında olmak keyif verici, her zaman seninle olmak istiyorum.”

“Düşüncelerine süzgeç koymaman çok güzel de gıpta edilecek biri değilim. Abartma yani.”

“Haksızlık etme kendine. Dost, arkadaş hatta ömürdaş olacak kişisin.”

“Bu sözler, insanın gururunu okşayan nadide sözler de, bu ben değilim. Beni tanımıyorsun.”

“Bu benim özgür ve samimi duygularım. Nasıl tanıyabiliriz ki bir insanı. Her tanıdığımıza ayıracağımız süreye ömürler yetmez. Sonra bir başkaları, yinelenen başkaları mı olmalı denemek için. Nedir ki bunun formülü? Bunca üç kuruşa indirgenmiş değerlerin içinde, dediğin gibi yürek ve samimiyet ister, ilişkiler.” Sessizlik çöktü, havası değişmişti küçük odanın. İkisi de yatağın kenarına oturmuş pencereden dışarıyı seyrediyorlardı. Feride ne geldiyse aklına bir an döndü.

“Ben mesela; evlilik planları yapıyordum… Ve sen bir zamanlar evliydin… Şimdi, sorarım şimdi! İki insan olarak tanıdığımızı zannettiklerimiz tarafından sırtından bıçaklandık. Bu mudur tanıdığımızı zannettiğimiz insanlar. Evet, soruyorum; bu mudur? Ve yine sormak isterim; bana öğrettiklerine ne demeli?” Kadın, zıvanası bozulmuş köy çeşmesi gibi şarıldamaya başlamıştı. Adam da farkındaydı ve çeşmenin havuzunda boğulmasını istemiyordu. Sözünü keserek, “İyi insansın Feride, güzel insansın, hele yüreğin saf ve çok güzel Feride. Ama o ben değilim.”

“Neden ki? Kırlaşmış saçlarından mı? Ne kadar ömrümüzün kaldığını bilmediğimiz bu hayatta saçma sapan yaş farkından mı?”

Duygularını salık vermişti, ağlıyordu Feride. Hızlıca odadan çıktı. Kış bahçesinin kuytu bir yerine çöktü, hıçkırarak ağlıyordu. Alirıza ne dur diyebildi ne de peşinden gidebildi.

Perde yine aralanmıştı. Kızıl saçlı kadın Feride’yi seyrediyordu. Arkadaşı, “Pencerede dikilmiş ne yapıyorsun? Yatsana” dedi.

“Küçük bir sahne izliyorum. Boş ver sen uyu” dedi, arkadaşına.

“Tamam ya, iyi uykular.”

“Sana da.”

Dışarıdaki hıçkırık sesini duyan Bilâl ile Özlem odadan çıktı. Feride hâlâ ağlıyordu. Ne olduğunu sordular. Cevap vermedi. “Bırakalım ağlasın, açılır” dedi Özlem. Yalnız bırakmamak için masayı toplamaya gittiler. Ayak sürüyorlardı, anlaşılan. Bilâl bir bardak su getirdi. “Nasıl olduğunu” sordu, iyi olmadığını ve –özür dileyip- yalnız kalmak istediğini söyledi. Bilâl de Özlem’i alarak odaya geçtiler, Feride’yi duygularıyla baş başa bıraktılar.

Kızıl saçlı kadın Feride’nin yalnız kaldığına emin olunca odasından çıktı. Mutfağa geçip iki sade kahve yaptı, Feride’yi de masaya davet etti.

“Neden ağladığını sormayacağım. O, iyi bir insan. Sakın ola ki kaybetme” dedi. Feride başını kaldırarak, “Siz ne saçmaladığınızın farkında mısınız?”

“Dediğim gibi o iyi bir insan sakın kaybetme” dedi, sözünü yineleyerek. Feride şaşkındı ve düşünmeden tepki verdi.

“Siz de gözlerinizi ayıramamıştınız. Neden bunları söylüyorsunuz ki bana?”

“Haklısın. Yaptığı ilgimi çekmişti. Ama dinlediğimde; sesinin ahengi ve mimikleri, anlatımlarının katıksızlığı, doğru bir insan olduğunu o kadar net gösteriyordu ki, evet, ben de vurgun bir şekilde izledim. Ve izlendiğinin farkında olmasına rağmen gözünü bile kaydırmadı.”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“İçinde bulunduğunuz durumdan dolayı tepki veriyorsunuz bana, biliyorum. Sorun da değil. Ama benim gördüğüm onun da size karşı ilgisi var.”

“Nasıl, yani?” dedi, heyecanla.

“Biz kadınlar bunu hemen fark ederiz. Ancak siz çemberin içerisinde olduğunuzdan adlandıramıyorsunuz. Aslında biliyorsunuz ki sizin de ilginiz var.” Feride bu sözlerin karşısında hem utanmış hem de mutlu olup rahatlamıştı.

“Onun da yaraları var” dediğinde, şaşırmıştı Feride. “Nereden biliyorsunuz?” dedi.

“Yaşanmışlıklar hepimizde yaklaşık aynı gibi, ancak onunkisi ise bizlerinkinden farkı, biraz sıra dışı. Şimdi; bence yaralarına merhem olmaya çalışmalısın.” Bu konuşma Feride’yi daha da rahatlatmıştı. Beraberce masadan kalktılar. Odanın kapısına geldiklerinde; “Teşekkür ederim” dedi, Feride.

“Teşekküre gerek yok. Yaşam içinde her insan bir şekil birbirine dokunur. Önemli olan bu dokunuşlar samimi olsun.”

“Yine aynı cümleler. Bu cümleleri yeni duyduğuma göre gerçek hayatın içinde yeni yol alıyorum, demek ki.” Kadın neyi kast ettiğini sormadı. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti.

“Ha, bir de şanslısın.”

“Neden ki?”

“Senden önce tanısaydım, hiç şansın olmazdı” dediğin de ise önce duraladı, sonra da beraber gülüştüler. İyi geceler dileklerinde bulunarak odalarına çekildiler.

Alirıza, yorgunluk ve ilaçların etkisiyle, Feride’nin yatağa oturduğunun farkında bile değildi. Bir yandan seyrediyor, elleriyle de yüzünü okşuyordu. Duygularını yansıtıyordu parmaklarının ucuyla. Sonrada üzerine kapaklanarak sarıldı. Bir müddet öylece kaldı, sonrada uyudu.

Yine tanyeri ışık huzmelerini pencereden gönderirken, Alirıza uyandı. Feride üzerinde uyuya kalmıştı. Uyanmasın diye yatağından kalkmadı. Pikeyi üzerine örterek, sinesinde yatan bu güzel bayanın vücudunda kollarını kenetleyerek uyumaya devam etti. 

Dışarıdan sesler geliyordu. Kahvaltı zamanı idi. Pansiyon sakinleri kahvaltı yapıyordu, bir tek bunlar yoktu. Özlem kapıyı tıklayıp kahvaltının hazır olduğunu söyledi. Feride uyandı. “Yine üstümü örtmüş” dedi. Alirıza’nın kolları bedenini sardığını hissedince kalkmak istemedi. Alirıza da uyanmıştı ama ses vermedi. An’ı yaşayana rahatsızlık vermeden katıldı. Bu sefer Bilâl seslendi gelmeleri için. Feride tebessüm ederek ve birazda kızıl saçlı bayanın söylediklerine sığınarak kalkarken dudaklarından öptü, Alirıza’yı.

“Hadi uyan, koca adam” dedi.

“Uyumuyordum ki.”

“Nasıl yani, gördün demek.”

“Bir şey görmedim. Ne görmem gerekiyordu ki?” derken, yüzünü hoş bir mutluluk kaplamıştı.

“İyi o zaman.”

“Feride?”

“Efendim!”

“Teşekkür ederim.”

“Niye ki?”

Feride’nin saçlarını parmaklarının arasına alarak kulak arkasına götürdü. Yanaklarını avuç içlerinde tuttu, gözlerini gözlerine köprü etti. Yeşil gözlerinin içlerine doğru ilerledi, bir müddet gezindi. Feride’nin yanakları hafiften pembeleşti, utangaç bir kız çocuğuna büründü, vücudu titriyordu. Alirıza kendine çekerek dudaklarından öptü.

“Bunun için, yaptıkların için ve de yanımda olduğun için.” Kelimeler silinmişti beyninden, Feride’nin. Cümle kuramıyordu. Zaten ne söyleyeceğini de şaşırmıştı. Sarıldı, başını da adamın kalbinin üstüne koydu.

“Gece için bende özür dilerim. Üzdüm seni biliyorum.

“Sonra konuşuruz. Şimdi kahvaltımızı yapalım” dedi. Yine sonraya bırakılmıştı konuşmalar. Kaçma adına mıydı, zaman kazanma adına mıydı yoksa olgunlaşmaya mı bırakılıyordu yaşananları. Artık biliyordu Feride; samimiyetini, zamanı ve an’ı gelince anlatacağını biliyordu. İçi rahattı ve üstelemedi.

Alirıza’nın koluna girdi ve beraberce Kış bahçesine geldiler.

“Günaydınlar. Afiyet olsun!”

“Size de günaydınlar” dedi kızıl saçlı kadın, Feride’nin gözlerine bakarak, alacağını almıştı, tebessüm etti.

“Benim bilmediğim bir şey mi var?” diye sordu arkadaşı. Kızıl saçlı kadın  “yoo” derken hâlâ Feride’nin mutlu yüzüne bakıyordu, mutlu olarak. Feride de gözleriyle teşekkür ediyordu, kızıl saçlı kadına.

Kahvaltılar yapıldı. Feride kahveleri getirdi. Neşe içinde tüm pansiyon sakinlerince kahveler yudumlandı. Kızıl saçlı kadın, “Bu gün ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

“Biz, kontrol için hastaneye gideceğiz.”

“İyi o zaman. Sizi biz bırakalım.”

“Ben götürecektim” dedi, Bilâl. Teşekkür ederek, “Madem kızlar bizi bırakacaklar, Özlem ile pansiyonla ilgilenirsiniz” dedi, Feride.

“Dönüşte alış verişi yaparız. Özel isteği olan var mı?” diye sordu, esmer bayan.

“Olur mu öyle şey” dedi, Özlem.

“Akşamdan anlaşmıştık, unuttunuz sanırım. İtiraz da istemiyoruz” dedi, kızıl saçlı kadın.

“Tamam. Kalanı ben hallederim” dedi, Bilâl.

Toparlanıp çıktılar. Arabayı esmer bayan kullanıyordu.

“Hayat ne kadar enteresan değil mi, arkadaşlar. Her an hiç olmadık şeyi yaşaya biliyor, seyir değişe biliyor hatta yaşam bile sonlana biliyor. Geride bir türlü cesaret edemediğimiz -keşkeler- kalıyor.”

“Ya da –keşke- yapmasa idik iyi olurdu dediklerimiz de var. Ancak bunlardan hüzün duymamamız gerek. Bilgimiz dâhilinde yaptığımız tercihlerdir, bunlar. En azından tecrübe kazanımları var” dedi, Alirıza, kızıl saçlı kadının yorumunu tasdikleyerek.

Hastaneye geldiklerinde; “sizi burada bekliyoruz” dedi esmer kısa boylu bayan.

“Bizim işimiz uzun, pansumandan sonra Alirıza’yı biraz gezdireceğim, sizlerde işinizi halledersiniz.”

“Peki, akşam görüşmek üzere” diyerek, beraber olmaları için üstelemedi, kızıl saçlı bayan ve ayrıldılar. Feride de Alirıza’nın koluna girerek acilden giriş yapıp banka oturdular, el ele tutuşup doktoru beklediler.

Sıra kendilerine geldiğinde odaya girdiler, Alirıza sedyeye oturdu. Sargılar yinelendi, hızla yaranın kapandığını söyledi doktor. O da bakıcısının sayesinde olduğunu vurguladı.

Kontrol bitmiş acilden çıkarak hastane bahçesinde bir solukluğuna akasya ağacının dibindeki banka oturdular. Bir müddet konuşmadan çevrelerindeki insanlara bakındılar. Bir koşturma içindelerdi, yüzleri asık, mutsuzdu insanlar. Feride de aynı karelerin peşinde manaları izliyordu.

“Ne çok güzellikleri kaçırmışlardır, değil mi?”

“Haklısın gül yüzlüm” dediğinde çok içtendi, Alirıza. Feride duyduğu hitabın bir meltem rüzgârının esintisini yaşıyordu bedeninde. Gözlerini kapatıp kollarını açarak esintinin tamamını hissetti iliklerinde ve kollarını kapattığında Alirıza’ya sımsıkı sarıldı.

“Çok mutluyum, ömürdaşım” dedi.

“Ömürdaşım?

“Evet, ömürdaşım. Günlerin ne getireceğini bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum ki son nefesime kadar dostumsun.”

“Çok iddialı ve de çok haz verici.”

“İnsan çoktur ama dost başka,

çiçek çoktur ama gül başta,

hesap çoktur,

      hep çıkarına ihanet.

Oysa dost;

ilaçtır,

güvendir yaşadıkça,

her yerde derde deva.” 

Dizeleri dudaklarından dökülürken gözleri sulanmıştı, Feride’nin. Alirıza, önce nemlenen gözlerini sildi, parmaklarının tersiyle sonra da yine iki elinin parmaklarını açarak tarak gibi yapıp, başının her iki yanından sarkan sarıya çalan kumral saçlarının arasından geçirerek ensesinde kilitledi. Bir müddet seyretti. Önce alnından öptü sonra da kendine çekerek kalbinin üzerine yasladı. Her ikisi de öylece kalabilirlerdi sonsuza kadar. Feride, Alirıza’nın elini tuttu;

      “Hadi kalk!” dedi. Kalktı, Alirıza.

      “Bugün rehber benim. Bugün benimsin” dediğinde, Alirıza; kavuklu başının tepesinden ayak topuklarına kadar tüm hücrelerinin kılcal damarlarına kadar kanının bir başka seyrettiğini hissetti. Feride’nin tuttuğu elinin parmaklarını kendi elinin parmaklarıyla, halı dokuyan bir Anadolu kadınının tarakladığı gibi birbiri içinden geçirip, hiç bırakmama adına sıkıca tuttu. Sahil boyu yürüdüler. Ne etrafı görüyorlardı ne de geçen zamanın farkındalardı. Sahil boyu ne kadar yürüdüklerini bilmiyorlardı, yorulmuşlardı. Sahilde ilk gördükleri çay bahçesine oturdular. Garsona;   “Taze, demli ve süzgeçsiz iki çay, lütfen” dedi, Feride.

      “Nereden biliyorsun?”

      “Boş ver” dedi, kadın.

“Sonra mı söyleyeceksin?” dediğinde, aynı anda gülüştüler. Ezberlemeye başlamışlardı birbirlerini.

      “Kendine demli çay söyledin.”

      “Aynısından iki tane olunca daha keyifli oluyor, çay içimleri.”

      Tebessüm etti Alirıza, mutlu olmuştu. Çaylar yudumlanırken denizin mavisini seyrediyorlardı, Ege’nin ufkuna doğru. Artık sözler yetmiyordu, gözler devredeydi.

Mevsim güzdü, güneşin kızıllığının seyri bittiğinde havanın serinliğini hissettiler. Çay bahçesinden ayrılıp bir taksiye bindiler. O geceki kazanın olduğu yerde indiler. Kaldırım taşında hâlâ belli belirsiz kan duruyordu. Feride, çömelerek kaldırım taşındaki kanı eliyle okşadı. Hüzünlendi önce, sonra bir huzur vücudundan dudaklarına kadar gezindi. Gözleri ise sayfalar dolusu anlatıyordu bu mutluluğu. Alirıza elini uzatarak Feride’yi kaldırdı, bu sefer Alirıza koluna girdi, pansiyona doğru yürüdüler. Dış kapıyı açtıklarında kış bahçesinin ışıklarını gördüler. İçeri girdiklerinde herkes akşam yemeğini yiyordu.

      “İyi akşamlar. Afiyet olsun” dediler.

      “Saatten haberiniz var mı, sizin?” diyerek tatlı bir çıkış yaptı, Özlem.

      “Özür dilerim, anneciğim” dediğinde Feride, pansiyon sakinleri yemeği bırakıp gülmeye başladılar. Öyle ki devamında alkış tufanı koptu. Kızıl saçlı kadının gözleri Feride’nin gözlerindeydi. Feride’nin mutluluğunu her yerinden okuyordu. Dudaklarındaki tebessümle başını hafif eğerek, doğru yaptığını onayladı. Feride de aynı karşılığı verdi, minnet duyarak.

      İki sinemacı kız, biten yemeklerin ardından pansiyonun açık büfe tezgâhı olarak kullanılan büyük masayı düzenlediler. Kuru ve yaş pastaların akabinde de semaverde çayı getirdiler. Herkesi masaya buyur ettiler. Pastalar yendi, çaylar içildi. Sinemacı kızlar servise kimseyi müdahale ettirmiyor, herkesin keyifli olmaları için içtenlikle ellerinden geleni yapıyorlardı. Çay içimleri bitince kuruyemişler, meyveler ve soğuk içeceklerle masayı tekrar donattılar. Ay daha bir aydınlatmıştı masayı. Bilâl de ortama uygunluğundan “mehtaplı geceleri” açtı telefonundan, gelmiş geçmiş en büyük ses sanatçısı söylüyordu, Zeki Müren’di bu. Keyifler limitlerin üzerine çıkmıştı. Zaman gece yarılarına vardığında çiftler odalarına çekildiler.

      Masa tekrar düzenlendi. Peynir, mezeler ve buz ilave oldu masaya, “Tekirdağ Rakısı” eşliğinde. Alirıza katılamıyordu, ilaç kullandığından. Her seferinde su dolu kadehi ile “şerefe” diyordu, içi gidiyordu. Bilâl boşalan kadehleri doldururken bu sefer Alirıza’nın kadehini de doldurdu. Sulardan sonra buzlar atıldı ama Alirıza’nın kadehi yarı beline kadar doldurulmuş rakı olduğu gibi duruyordu. Önce kızıl saçlı kadın fark etti, su şişesini aldı ve kadehi doldurmak üzere iken Feride eliyle kadehin ağzını kapadı. Kalktı dolaptan bir maden suyu getirdi. Kadehi doldurdu. İki buz ilave etti. Kızıl saçlı kadınla göz göze geldiler. Elini kaldırdı, işaret parmağı Feride’yi gösteriyordu. Hafif başını eğerek gülümsedi, kızıl saçlı kadın, “hak eden sensin” diye mırıldandı, doğru yolda olduğunu mimikleriyle iletti. Feride de teşekkürlerini aynı dille ifade etti.

      Kadehler havada buluştu, “sağlığına” dediler Alirıza’ya. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu, Alirıza’nın da, önce yutkundu. Kısa öksürüklerle boğazını temizledi.

      “Öncelikle beni buralara getirerek bu macerayı yaşamama neden olan arkadaşım Bilâl’e ayrıca teşekkür ediyorum.”

      “Az kalsın ölüyorduk seni be kardeşim” sözü üzerine Feride başını önüne eğdi.

      “Ama ölmedim. Sayende bu kadar güzel insanı tanıdım. Mutluyum ve tarifi de çok zor. Özlemin ev sahibeliğine, siz sinemacı kızların bu geceyi hazırlamasına…” gözlerini kızıl saçlı kadına çevirerek, “İnan ki, doğru; en aşılmazları aşarak, en inilmedik çukurlardan çıkarak ait olduğu topraklarına ulaşır. Sadece biraz sabır” dediğinde yüzü gülbaharı andırıyordu, kızıl saçlı kadının. Devam etti; “Beni kırmayıp buraya gelmemizi sağlayan arkadaşım Bilâl’e. Beni bu kazaya davet eden  -gül yüzlü dostuma-” dediğinde utandı ve pişmanlık hisseder gibi oldu, başını eğdi Feride. Alirıza eliyle çenesinden tutarak başını kaldırdı, belini tutarak kendine çekti ve kaldığı yerden devam etti.

      “Evet, -gül yüzlü dostuma- kısaca hepinize teşekkür ederim.” derken göz göze idi, Feride ile. Masanın sakinleri gibi ayın şavkı da şahitti göz köprüsüne. Kim bilir ne öyküler gidiyordu bu yakadan karşı yakaya. “Hepimizin şerefine!” dedi Alirıza, kadehini masaya iki tıkladıktan sonra bir yudumda bitirdi bardağını, masaya bıraktı çatalını aldı. Peynir diliminin bir kısmına batırarak Feride’ye uzattı. Feride de peynirin kalan parçasına çatalını batırdı ve o da Alirıza’ya ikram etti. Duygu inmişti gecenin böğründen o güzel masaya. Elleri patlarcasına alkışlamaya başladı, kızıl saçlı kadın. Gözlerinden inen yaşlar kadehine damlıyordu. Sandalyesinden kalktı Feride’ye sarıldı, diğer koluyla da Alirıza’ya. Bir anda sessizlik ve hüzün kaplamıştı, herkes şaşkındı. Kızıl saçlı kadın; “Kusura bakmayın, sevinç gözyaşları bunlar. Ben de hepinize teşekkür ediyorum. Feride sana da ayrıca teşekkür ederim. Hepiniz çok iyisiniz. Biz sabah ayrılacağız. Müsaadenizle yatmaya gidelim. İyi geceler” dedi ve masadan ayrılarak odalarına gittiler.

      “Vay be! Rüzgâr bu gece birçok renk ve kokuyu birbiriyle harmanladı” dedi, Bilâl.

      “Kızlar bu gece hayli çalıştılar. Kahveyi de ben yapayım” dedi ve mutfağa doğru yürüdü, Özlem.

      Kahveler yudumlanırken sadece mehtabı seyrediyorlardı. Biri daha seyrediyordu, gözleri yaşlı, perdeyi aralamadan tülün arkasından.

      Sabah, kuşluk vaktini geçmişti, kızların odasının kapısı açıldı. Bavullar kapının önüne konuldu, son bir göz atıldı odaya ve kapısını kapatıp pansiyondan ayrılmak üzere merdivenlerden usulca indiler. Küçük odanın eşiğinde durdu, kızıl saçlı kadın. Bir müddet öylece kaldı, kapının eşiğinde. Tıklayamadı kapıyı, döndü, nemli gözlerle yürüdü ve pansiyondan ayrıldı. Sessizce arabaya bindiler. Farkındaydı arkadaşı marşa bastı tam hareket edecekleri anda sağ kapı açıldı. Kapıyı açan Alirıza idi. Kızıl saçlı kadın kafasını kaldırdığında göz göze geldiler, şaşırdı, indi arabadan. Sarıldı Alirıza’ya. O da sarıldı. “Ağlamamalısın, yürekli ve kalbi güzel bir insansın. Seni tanıdığıma inan çok mutlu oldum” dedi. Kadın gözyaşlarını sildi.

      “Bir soru sorabilir miyim?”

      “Tabii, buyurun!”

      “Feride, bir daha karşılaşsak hatırlamayız, dediğinde iç çekerek yutkundunuz. Siz hatırlardınız, değil mi?” Alirıza yine yutkunarak; “Evet, hatırlardım” dedi.

      “Biliyordum hatırlayacağınızı, teşekkür ederim” dediğinde nefesi kesilir gibi oldu.

      “Sizi de her daim hatırlayacağım” dediğinde, kalbi, beyni ve vücudunun en küçük parçasına kadar rahatlamış, bir huzur huzmesi olarak gözlerinden çıkıyordu, kızıl saçlı kadının mutluluğu. Vedalaştılar, araba uzaklaşırken el sallıyorlardı, ufuk hattından ayrılana kadar ne Alirıza yerinden kıpırdadı ne de kızıl saçlı kadın kafasını önüne çevirebildi. İçinden “Biliyor musun Alirıza, bu olaylara sebep benim? Aslında sadece Feride’nin değil benim de hayatımı kurtardın. Sen olmasaydın Feride ölmüş olacaktı, bende hapse girip hayatım kararacaktı. İkimizin de hayatını sen kurtardın. Teşekkür ederim” dedi.

      Araba artık görünmüyordu, Alirıza da odaya döndü. Feride hala uyuyordu, yanına kıvrıldı. Sağ elini Feride’nin başının altına koydu, sol elini beline doladı. Sinesine yasladı Feride’yi ve huzur içinde uyudu.

      Uykunun kaçıncı demindeydi, acı bir fren sesi gecenin sessizliğini bir anda yuttu. Odaların lambaları ardı ardına yanıyor, kimi uykulu gözlerle pencereden sesin geldiği yere bakmaya çalışırken, çoğu da yatak giysileriyle kapılardan fırlamış caddeye doğru koşuyorlardı. Alirıza da terler içinde uyandı. Dışarıdan gelen bağrışmalar kulak çeperlerinde zonklarken terler şakaklarından süzülüyordu. Ne hissetmişti ki? Yatağından fırladı, odasının perdesini açtığında tüm pansiyon sakinleri avludan çıkmak üzereydi. Alirıza cama yapışmış öylece donup kalmıştı. Ne olmuştu? Neyi biliyordu ki, Alirıza? Başı önde, iki elini pencereye dayamış kıpırdayamıyordu. Bağrışmaları duymuyordu bile, ta ki Özlem’in “Feride!” diye bağırdığını duyana kadar. Kafasını kaldırdı alaca karanlığa doğru baktığında elleri kaymaya başladı camda, bacakları çözüldü ve olduğu yere yığıldı. Dizlerini göğsüne çekerek elleriyle kilitledi, başı kollarına düştü.

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.