…karanlık havayı, hava da ayazı tutmuştu.

1812041645s

cemalnalcı

 

      Nihayet hava ayazı tutmuştu, kuşluk vaktinde başlayan poyraz ağaçlardaki son döküm yapraklarla kuru dalları kaldırımlara boylu boyunca uzatırken öğleden sonra yerini önce yağmura bıraktı. Akşam karanlığı inerken sırayı sert rüzgârlar aldı. Kuru soğuk ıslıklarıyla yatsı namazından çıkan cemaati karşıladığında, işlerinden çıkan insanlar da henüz dönüş yollarını yarılamışlardı. Karanlık havayı, hava da ayazı tutmuştu.  

Birde yolları ve loş sokak aralarını tutanlar vardı. Kendilerine, yaylanarak ve kollarını sallayarak yürüdüklerinden dolayı  –kartal- derlerdi. Eğri iki sapın üzerine konmuş bir gövde ve üzerinde içi boş bir kütük, tepesinden ve çene altlarından sarkan mısır püskülü kıllarıyla et yığınları, bataklık çukurlarını andıran çanakların içindeki gözlerle anlamsızca nereye baktığı belirsiz ferleri sönmüş gözler kendi sinemalarını yansıtıyordu. Havanın tuttuğu ayazdan da soğuk gözler, her adımında ardından geldiğini hissettiğin gözler. Bir zamanlar geleceğin pırıl pırıl gözleriydi, onlar. Bir önceki karanlığa yenik düşmüşlerdi, bir öncekilerde öncekilere yenik düşmüştü.

      Havanın tuttuğu ayazdan ellerini ovuşturarak gelen mahallenin emekçisi Tomris paltosunun yakalarına sarınarak evinin sokağına saptı. Sokak başındaki uzun yıllar önce terkedilmiş bahçeli harabe evin içinden ışık yansıyordu, alev ışığıydı, bu. Sac varilin içinde yanan tahta parçaların saçtığı kıvılcımlar çevreyi ışıtarak karanlıkta kayboluyordu. Ateş sönmeye yüz tuttuğunda, sökülen döşeme ve tavan tahtalarıyla takviye ediliyordu. Anlaşılan, uzun zamandır boş olan bu ev birileri tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Şimdi harabe ev virane halinden daha ucube görünüyordu. Dikkati oraya yoğunlaştı. Başını çevirip baktığında kendinden geçmiş bir genç uluorta bahçeye işemekte, göz kapaklarını açmakta zorlanırken ayakta hamak misali sallanıyor ama düşmüyordu. Kimseyi görmüyor, dünya da kendisinden oluşuyordu. Kız, bu manzara karşısında ürktü, adımlarını sık ve hızlı atmaya başladı. Evi de o sokağın sonunda rampanın başındaydı. Evinin bahçe kapısına geldiğinde nefes nefese kalmıştı, ardından da gelen yoktu. Çantasından anahtarını çıkarırken düşürdü, çok korkmuştu. İki denemeden sonra zor açabildi kapıyı, içeri girdiğinde kapıya sırtını dayadı, soluklanırken bir müddet bekledi.

      “Hoş geldin, kızım” dedi, salondaki kanepede yatan yaşlı ve hasta olan kadın. Birkaç derin nefes aldıktan sonra, “Teşekkür ederim, anne. Üstümü değiştirip geliyorum” diyebildi. Odasına geçti, aynaya baktığında yüzü yeni badana olmuş duvar gibiydi. Yanaklarını hayli tokatladı, yüzüne kan yürümeye başladığında da salona, annesinin yanına geldi. Sehpanın üzerindeki tepsiyi alıp mutfağa geçti, yemekleri ısıtıp annesini yedirdi. Teşekkür etti kadın, kız da yatmak üzere odasına gitti. Neredeyse her gün fazla mesaiye kaldığından, o günlerde annesiyle fazla sohbet etmeden erkenden odasına çekilirdi.

      Evleri kendilerine aitti, dedesinden kalma bir göz oda ve salondan oluşan bahçe içinde küçük bir gecekonduydu. Babası, kendisinin doğumunda ‘kızımın kendine ait odası olmalı’ diye düşünüp bir göz oda daha ilave edip oturulur hale getirmişti, evlerini.

Kendi ihtiyacını zor yapabilen yaşlı ve hasta bir anne, bir de kendisi yaşıyordu bu evde. Babası, annesinin üçüncü evliliğiydi ve beş yaşta küçüktü. Kadın iki evliliğinden de çocuğu olmuyor diye dışlanmıştı. Babasıyla evlendiğinde de üç yıl çocukları olmadı. Kadın eşine, “Ben alıştım, istersen sen başka bir kadınla evlenebilirsin” demişti. Babası da “Benim yol arkadaşım, yoldaşım sensin, çocuğumuz olmuyorsa da sorun değil” diye yanıtlamıştı. Annesi bu sözleri her seferinde çeyiz sandığından çıkarır gibi itina ve gururla söylerdi, kızına.  O da babasının bu yüksek erdeminden onur duyardı. “Yarınlarda olurda evlenirsem, bu erdemli yüce karakteri taşıyan birine düşünmeden –evet- derim” diye aklından geçirirdi. Babası aklına gelince gözleri doldu ve yaşlar yanaklarından süzülmeye başlayınca irkildi. Bedenini dikleştirdi, gözyaşlarını sildi, kaşlarını çatarak kendine kızdı. “Sen, o cesur ve onurlu adamın kızısın. O adama yakışmıyorsun. Üstelik senin adın Tomris” dedi. Bir anda ruhundaki korkuları gitti.

Babası kızı doğduğunda uzun zamandır aklında olan ismi vermişti; ilk kadın hükümdar, özgür, atak, sorumluluk sahibi, adaletten ve doğrudan ödün vermeyen demekti, Tomris. Şimdi o erdemli insan yoktu hayatında, babası inşaatlarda çalışan duvar ustasıydı. Hatılı yeni atılan beton çökünce altında kalarak ölmüştü üç yıl önce, annesi de mafsallarındaki kireçlemeden dolayı bastonla bile zor yürüyordu, o da annesine bakmak için eğitimini yarıda bırakarak o günden sonra çalışmaya başladığında lise öğrencisiydi. Okulu bıraktığı yıl üniversite sınavlarına hazırlanıyordu, olmadı. Kader böyle yakalamıştı Tomris’i. Babasının sigortası da olmayınca hayatın yükü omuzlarında kaldı.

      Kadın yattığı yerden odanın ışığını görebiliyordu. “Kızım yorgunsun, dinlenmelisin. Uyu artık” diye seslendiğinde, Tomris; masa lambasının altında ders kitaplarını okuyordu, annesinden gizli. Geçen yıl lise bitirme sınavlarını başarıyla vermiş bu yılda üniversite sınavına hazırlanıyordu, okumak uhde kalmıştı içinde. Her gece bir saatin üzerinde ders çalışıyordu. İşten yorgun düşmüş bedeni gözlerine sirayet ettiğinde, çoğu zamanda kitap kucağında uyurdu. Sabahta erken kalkıp annesine kahvaltısını yedirdikten sonra öğle yemeğini de sehpaya bırakıp işe, tekstil atölyesine giderdi. Çoğu zaman mesaiye kalır, iyi havalarda da yol parasından tasarruf etmek için yürürdü. Arttırdığı paralarla da kendine test ve yardımcı kitaplar alırdı. Ne hayata ne de hayatın sunduklarına sitemi vardı. Ama bu harap evin son görüntüleri ürkütüyordu onu. Nereden çıkmışlardı, bunlar. Sonraki günlerde öğrendiğine göre ‘kartallar’ diyorlarmış, bunlara. Gasp, hırsızlık ve torbacılık yapıyorlarmış. Okul çocuklarının yollarını kesip harçlıklarını alıyorlar, kimilerini de kurye olarak kullanıyorlarmış.

      Tomris, sabahları gün ağarırken evden çıkar ve işine yayan giderdi, biriktirmek için yol paralarını arttırırdı. Bu sabah biraz tedirgindi. Sokağın, yani kendi evlerinin ve harabe evin karşısındaki kaldırıma geçip temkinli ve hızlı adımlarla yürüdü. Meraktan olsa gerek ki, harap evin karşısından geçerken göz ucuyla bahçeye ve eve baktı. Kimseler görünmüyordu, derin bir nefes almıştı ki; “Pişt, anam. Hepsi senin mi?” Sapkın olan bu sözü kulak kıvrımlarında hapsetmek istedi. Boynuna kadar kızarmıştı. Ses, boruları temizlenmemiş bacadan çıkan hırıltılı vapur düdüğünü andırıyordu. Ses bahçeden geliyordu. Ama dönüp bakmadı, yürümeye devam etti. Aynı ses, “Sana dedik be güzellik. İplemiyor musun, beni?”  Ne yapmalıydı? Karşılık mı vermeliydi? Ne demeliydi ki, böyle tecrübeleri yoktu, Tomris’in. Cevap vermese ya da ilgilenmese, bu defa da hiddetlenip kızdıra bilirdi. Ne yapmalıydı? Kafasındaki sorulara cevap bulamadan istemsiz bir şekilde dönüp baktı. Hilkat garibesi gibi bir tipti, ne yöne döneceğini şaşıran bulanık sarı saçları, kirli sakalları, pörtlemiş çakır gözleri, son yıkanma tarihi unutulmuş giysileriyle bir mısır tarlalarındaki korkuluk gibiydi, sesin sahibi. Poposunun üzerinde sallanan kolları ve çubuk bacaklarının tartamadığı ince iki büklüm vücuduyla, ha düştüm pozisyonunda sallanan ama bir türlü düşemeyen hilkat garibesine donuk bir bakış atarak yoluna devam etti. Sokağı kesen caddenin karşısındaki durağa geçti, soluklanması bitmek üzereydi ki dolmuş geldi. Derin birkaç nefes aldıktan sonra arabaya binmedi ve yürüdü. Farklı bir enerji hissetti bedeninde, özgüveni daha da arttı. Sakince yürümeye başladı, ta ki işyerine varana kadar.

      Çalışırken gün boyu bu durumu düşündü, çözüm bulmalıydı. Bir matematik problemi gibi düşünmek gerek diyordu, kendine.

      Akşamda aynı şeyleri yaşadı. Rampanın başındaki evlerinin önüne geldiğinde hemen karşı kaldırıma geçmedi. Bir süre harabe evi seyretti, tanımadığı genç insanlar hatta çocuklar girip çıkıyordu, eve. “İlginç” dedi, ilgisini çektiği içinde hayli garipsedi “Ne oluyor ki, burada?” diye sordu, kendine. Karşı kaldırıma geçip önce bahçe sonrada evin kapısını açıp içeri girdi.

      Annesinin hizmetini görüp odasına çekildiğinde ilk defa test kitaplarını açmadı. Çözemediği bir matematik sorusu gibi sadece yaşadıklarını düşünüyordu. Annesi içeriden seslendiğinde de, “Yatıyorum anne, iyi uykular” dediğinde, yüzü gülüyordu ve öyle de uyudu.

      Bu sabahta aynı saatte yola çıktı, bir önceki sabahki ruh halinden daha da kendinden emin bir haldeydi. Yine harabe evin karşısından geçerken başını o yöne çevirdi, soğukkanlı ve kararlı bakışlarıyla bahçeyi ve evi süzdü. Kimseler görünmüyordu ama varilden hâlâ zayıfta olsa duman çıkıyordu. Demek ki sabah olmadan gitmişlerdi, burası daimi barındıkları yer değildi, diye düşündü. Gün geçtikçe de merakı artmaya başladı.

      Yine yürüyerek gitmişti işine, çalışma arkadaşlarından önce gelmişti. Önlüğünü giyerek atölye sahibinin yanına gitti. Sabah esenlemesinden sonra son günlerde olanları ve geç saatlerin karanlık tehlikelerini anlattı. İşine ve annesine olan görevlerini olumsuz etkilediğini, mümkünse öğlen paydosu ve hafta sonları mesaisine devam edebileceğini dile getirdi. İşyeri sahibi Hasan da bu durumu makul görüp kabul etti, Tomris’i kızı gibi seviyordu. Babasının ölümünden beri de orada çalışıyor, işi de Hasan abisi öğretmişti. Teşekkür edip makinesinin başına geçti. Şimdi içi daha rahattı. Evet, bir matematik problemi gibi soruyu anlamlandırarak çözümünü de bulmuştu.

      Öğlen paydosunda arkadaşları yemek için mola verirken, o, yanında getirdiği ekmek arasıyla makinesinin başında, her bir ısırışında dikimine devam etti. Akşam dönüşleri de evine erken gelmeye başladı.

      Kapıyı açtığında annesi, “Kızım sen mi, geldin?” Cevap verdikten sonra üstünü değiştirip annesinin yemeğini yedirirken, kadın anlamaya çalışarak kızını süzdü. Merak içinde sordu.

“Neden erken geldin ki, bir şey mi oldu?”

      “Mesailerimi öğle arası ve hafta sonlarına aldırdım” diye yanıtladı.

“Neden ki?” diye, sorularına devam etti.

“Kış mevsimi olunca dönüşüm çok karanlığa kalıyordu, anneciğim” diye karşılık verdi.

      “Hım.” diyebildi, kadın. Ama önceki yıllarda böyle olmamıştı, ‘bir gariplik var’ diye düşündü fakat sese dönüştürmedi, üzerinde de fazla durmadı. Bir müddet annesiyle televizyon seyredip odasına gitti. Bir önceki akşam yaşamına engel problemi çözdüğü için ara verdiği testlere daha iştahlı sarıldı, iki saatin üstüne çıkmıştı bu test çözümleri ki, annesi seslendi. O da toparlanıp huzurlu bir şekilde uyudu.

      Pazar günü ikindiüstü mesaiden eve gelirken muhtarlık binasındaki kalabalık dikkatini çekti, insanların bulunduğu yere gitti. Ortada bir şikâyet vardı ama her kafadan sesler çıktığı için anlaşılmıyordu. Ne olduğunu soracağı anda da muhtar binanın önüne çıkıp, “Arkadaşlar yapmış olduğunuz yanlış, bir şikâyetiniz varsa ki var, bana bildirirsiniz, bende karakola dilekçe ile sunarım. Kanunlara saygılı olun ve yasaları çiğnemeyin.” Mahalle sakinlerinin kızgınlığına muhtarın sözleri yeterli olmamıştı, rahatlamamışlardı. Ama muhtarın söylediklerinden de başka yapacak bir şeyleri yoktu.

      Mahallelinin şikâyeti neydi ki? Neden kanunları çiğniyorlardı? Demeye kalmadan yanından feryat figan ağlayan komşusu Tenzile teyzenin yanına gidip olanları sordu.

      “Torunum… Torunum ağlayarak geldi eve, ağzı burnu kanlar içindeydi, korkmuş balam. Henüz yedinci sınıf öğrencisi o, yolunu kesip cebinden gazoz parasını almışlar, konuşmasın diye korkutup dövmüşler.”

      Kadın dövünüyordu, tek torunuydu, Kemal. Kocasının adını vermişti torununa, oğlu da ölünce gelini de başka biriyle evlenip gitmişti. Tenzile teyze de yetim maaşıyla okutuyordu torununu. Anlaşılan mahalleli bu öksüze sahip çıkmıştı, diye düşünürken başka komşularda vardı, mevzu yine aynıydı; yol kesip haraç almak ve darp.

      Ağacın dibine çökmüş elleriyle yüzünü tutan bir üst sokaktaki komşusunun kızını gördü, yanına çömeldi, “Ne oldu, Yağmur. Neden ağlıyorsun?” Kız başını kaldırıp Tomris’e sarıldı, ağlamaktan sesi zor duyuluyordu.   “Abla… Okuldan dönerken bana sarkıntılık yaptılar, taciz ettiler beni. Çok kötü sözler söylediler” diyebildi, içini çekerek.

      Kalabalık yaşadıklarını birbirlerine anlatıyor, çoğu da kendince yapılması gereken en iyi yol böyle ya da şöyle olmalı diye bilirkişi edasıyla fikirlerini beyan ediyordu, bir süre sonra da dağıldılar.

      Tomris bayırı çıkarken yine harabe eve baktı, henüz erkendi, kimseler yoktu. Aklında Yağmur’un anlattıkları vardı, ona da sözlü tacizde bulunulmuştu. “Acaba bunlar mıydı? Bu hilkatler burayı mesken bellediklerinden beri huzuru bozulmuştu mahallenin, bunlar bela olacak,” diye, mırıldanarak eve doğru yürüdü.

Bayırın bitiminde yolun karşısındaki bakkaldan içeri giriyordu ki, üst komşunun oğlu Yılmaz hızla kapıdan çıkarken omzuna çarptı. Dönmedi, özürde dilemeden hızla uzaklaştı. Tomris ‘önüne baksana oğlum’ bile diyemedi. Bakkalın sahibine, “Merhaba, Mehmet abi” dedi. Bakkal Mehmet de, “Bak şu Tahir’in hergele oğlunun yaptığına.”

“Boş ver Mehmet abi, gençlik işte.”

“Öyle değil, kızım. İnsanlık irtifa kaybediyor. Sadece sana yaptığıyla kalsa iyi. Kafası dalgın acelesi var deriz, geçeriz. Acelesi var, kafası da takılı da mesele iyi mesele değil.”

“Hayırdır, abi.”

“Evde kimse yok diye acil işi için benden para istedi. Ben de yarısını verdim. “Akşam babam gelince para alır getiririm”, dedi.

“Güzel bir insanlık örneği sergilemişsin.” Bakkal bu yoruma tebessüm ederek devam etti.

“O para akşam gelmeyecek, acil olan işi de ot (esrar) almak.”

“Yapma ya! Bu kadar kötü mü, ne oldu bu gençliğe? Madem ne yapacağını biliyorsun, neden verdin ki?”

“Yalan söylediği için bir daha gelmeye yüzü olmayacak. Ancak kötüye gidiyoruz. Birileri ‘dur’ demeli, ama kim? Sanırım hiç birimiz bu kötü gidişin önüne geçemeyeceğiz. Gelecek günler daha da kötü olacak. Artık bu mahalle yaşanmaz olacak. Ancak gideceğimiz yerlerde buradan iyi olduğunu sanmıyorum. Yani her yer bataklık oldu. Kalkıp bilmedik bataklıklara gitmektense bildik bataklıkta kalmayı yeğlerim.”

“Bu kadar karamsar olma Mehmet abi. Bu milletin en kötü günlerinde hep birileri çıkmıştır. Umuyorum yine çıkar.” Bakkal Mehmet bu son cümleleri acı bir tebessüm ederek dinledi.

“Biliyor musun Tomris, her toplumda ve yeni zamanelerde değişimler olur. Olması da gayet normal de gelişim adına gidişler varsa akabinde yok oluşlar yerini alacaktır.”

“Nasıl yani, abi?”

“Biraz önceki genç mesela, Yılmaz yani. İçimize adım adım ektikleri tohumların meyvesi. Rahmetli baban ve benim zamanımızda bu bakkal ya da bakkalları ele alalım; postacıydık, emlakçıydık, adres sorulan danışma bürosuyduk, emanetçiydik, faizsiz para veren banka şubeleri gibiydik. Daha sayayım mı?” Duyduklarına şaşırıyordu kız.

“En önemlisi de olağanüstü hallerde erzak deposuyduk. Şimdi karşımızda organize olmuş ulusal ve uluslararası para babalarının zincir marketleriyle ayakta kalma savaşı veriyoruz. Verdiğimiz bu savaş aslında ayakta kalmak için değil, ülkemizin yok olmamasına gösterdiğimiz dirençtir.”

Tomris duyduklarıyla hayrete düşmüştü. Hiç böyle bakmamıştı bu konuya, dikkatle dinliyordu. Zincir mağazaların gelişini ve yayılmasını hiç böyle düşünmemişti. Medeniyet sanıyordu, her aradığını bulabildiğin modern çarşı gibi düşünmüştü. Demek ki o güzel maskenin ardındaki niyetler; bir kültürün, bir toplumun yok edilişi değilse de en azından yozlaşması vardı.  Oysa Bakkal Mehmet, sıradan bir kenar mahalle bakkalı! Adaşı olan rahmetli babasından devir aldığı bakkalı inatla işletiyordu da bu inat kendi onurundan ziyade çok sevdiği ülkesinin, milletinin onuruydu.

      “Büyük mağazalar, alış veriş merkezleri ve niceleriyle ayrıştırdılar bizi. Topluluktan tek başımıza kalınca da; bizleri kullanmaları, kısaca harcamaları kolay oldu. Eğitimimizi yok edip anlık zevklere buladılar bizi. Bunları karşılamamız içinde yalan söylemeye başladık. Sonra da yetmeyeceği içinde çalacağız. Yani ahlak çatırdadı çökmek üzere.  O gence, Yılmaz’a kızamıyorum. Nihayetinde benden aldığı 10 Türk Lirası. Bu para yerine gelirde, Yılmazlar geriye gelir mi? İşte mesele bu kızım.” Tomris duyduğu yeni öğretilerle kafası allak bullak olmuş, alış verişini gelişi güzel yaparak bakkaldan ayrıldı. Eve gidene kadar da Mehmet abisinin söylediklerini düşündü. Bu pislikten kurtulmanın çarelerini arayarak eve geldi.

      “Kızım dışarıdan, muhtarlığın meydanından sesler geliyordu. Mahallede olay mı var?”

      “Yok anne. Komşumuz Tenzile teyzenin torununun parasını alıp, dövmüşler.”

      “O yetim çocuk ya, Tenzile ablada beş parasız oğlunun tek yadigârını büyütüyor, ihtiyar haliyle. Ne oldu bizlere, nasıl böyle bozulduk? Yazıklar olsun, Allah kahretsin!”

      “Anneciğim sen düşünme bunları, muhtar halleder, ben yemekleri ısıtayım.”

      Kadın yatalaktı ama muhtar için öyle bir söz sarf etti ki, cümlenin her bir harfi Tomris’in ardından mutfağa doğru birerli kolda yol aldı, her bir harfin ayak sesleri kulaklarında yankılandı.

      “Herkes iyi olduğunu söylüyor ama benim muhtara hiç güvenim yok.”

      Kız önce durdu, yanlış duyduğunu sandı, sonra döndü, “Neden öyle söyledin ki, anne.” diye sordu.

      “Onun, o karanlık gözleri yok mu? Dikkatlice bakınca sahibini çok iyi anlatır, pus inmiş karanlık vadilerin sessiz derinliklerindeki tehlikeleri andırır, o gözler.”

      Annesinin ağzından çıkan bu esaslı cümleler Tomris’i şaşırttı. “Bu ne demek, anne?”

      “Gözünün biri sendeyken diğeri seyir halinde etrafı kolaçan eder. Ağzından çıkan sözler de bala bandırılmış zehirdir. Hem de yemek için peşinden koşturur, yedikten sonra da istesen de çıkaramazsın. Sen tanımazsın onu, çok sinsidir çok. Tilki bile masumdur onun yanında.”

Kız hiç beklemediği bir yorumla karşı karşıydı, kendini topladı; “Anne çok ağır konuştun, günahını alıyorsun.”

      “Dedim ya kızım, sen bilmezsin onu. Aslında mahallelide pek tanımaz onu.”

      “Neden ki? Adam seçimle geldi, beğenmeselerdi oy vermezlerdi.”

      “Ağzı iyi laf yapıyor, mahallelide bal olan zehire aldandı.”

      Kız yemeği ısıtıp annesini yedirirken duyduklarını düşünüyordu, muhtar için söylediği sözlere takıldı.  Mülayim bir kadındı annesi, dedikodu ile de hiç mi hiç arası olmayan bir kadındı ama muhtar için söyledikleri sert ve net sözleri kafasını kurcaladı.

“Sen nereden tanıyorsun bu muhtarı, anne?” diye sordu.

      “Babam, onun dedesini iyi tanıdığını söylerdi, para için her şeyi yapar, derdi. Bende babasını tanıyorum, hiç tekin biri değildi. Yalan, iftira, hırsızlık hatta namusa göz dikme… Daha anlatayım mı?”

      “Yok, yeterli anne! Yemeğimizi huzur içinde yiyelim” dediyse de yemek boyu bu sözleri düşüncelerinde oturtmaya çalıştı. Ama her seferinde başka sorularla karşılaştı. Yemeğini bitirdiğini de fark edemedi.

      Tomris odasına çekildiğinde masasının üzerindeki kitaplara yine dokunmadı, daldı. Tacize uğrayan Yağmur’a, yetim Kemal’e ve diğer çocuklara; ne oluyordu mahalleye, bu kadar neden bozulmuştu insanlık? Bir de annesinin muhtar için söyledikleri vardı ki yaşananlarla bağ kurmaya çalıştı ama ilişkilendiremedi. Sorular kafasının içinde döndükçe bir kartopu gibi çoğalıyordu. Soru ve sorunları masaya yatırıp önce gruplandırdı, sonrada yine matematik problemi gibi sadeleştirdiğinde denklemin karşı tarafında hiç şaşırmadığı sonuç duruyordu; hilkatler! Olmasına olurdu da yine de yeterli veriler yok, daha derinleştirmek gerekiyordu. Bekleyip göreceğiz diye, kendine mırıldandı. Kafasını dağıtmak içinde çalışma kâğıtlarını çıkarıp test çözmeye başladı. Ancak okuduklarını anlayamıyor, anlamadığı içinde cevap veremiyordu. Testleri bırakıp yatağa uzandı. Gördüklerini ve de özellikle duyduklarını zihninde seslendirmesine rağmen bir sonuca ulaşamadı.

Bir hafta geçmişti, ne karakoldan ne de muhtarlıktan bir ses vardı.  Çocuklar yine gasp ediliyor ve dövülüyordu. Harabe evin yanından geçerken, tam karşısındaki evin sahibi olan komşusu Mahmut, oğlu ile bahçede tartışıyordu.

“Bana sormadan cebimden para almak ne demek, oğlum?” dediğini duyunca, adımlarını kısa ve yavaş atmaya başladı.

“Verdiğin haçlık yetmiyor, benim daha fazla paraya ihtiyacım var, onun için aldım” dedi, oğlu da. Babasını önemsemeyen bir tavır içindeydi. Bu görüntü üzmüştü, Tomris’i. Yüksek sesli konuşma devam ediyordu. Adam; “Bu senin yaptığına hırsızlık denir oğlum, bu çok kötü” dedi, üzüntülü ses tonuyla. Ama çocuk düştüğü bataklıktan dolayı yaptığı çıkışlarla, babasına ve insani değerlere saldırdığının bile fark edemiyordu.

“Neyse ne, acil para lazımdı, aldım” diyerek bahçe kapısını vurup çıkıp gitti. Adam ardından çaresiz gözlerle baktı. Alangoya da gördüğü bu manzara karşısında şaşırmış ve üzülmüştü.

“Merhaba Mahmut abi, hiç iyi görünmüyorsun, kötü bir şey mi var?” diye sordu, adamın yanına yaklaşarak.

 “Merhaba kızım, bizim oğlan, Engin bu günlerde biraz üzüyor beni.”

“Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?”

“Yok! Sağol kızım.” Komşusunun daha fazla üzülmemesi için oradan ayrılacağı sırada,

“Bu yaptığı ilk değildi, kızım. Hatta Sevim ablanda geçen hafta büfeyi temizlerken çeyizinde getirdiği gümüş tepsinin olmadığını fark etti. Bende para edecek birkaç aleti bulamadım, kimselere de vermedim ama takım odasında yoklardı” dedi, adam. “Sevim abla da sende iyice bir daha bakın, Mahmut abi.”

“Bakmaz olur muyuz kızım, hem de defalarca baktık, ancak dışarıdan yapılan bir hırsızlık değil, konduramıyoruz ama bizim oğlan, Engin yaptı. Son zamanlarda da üstünde bir asilik var, anlam da veremiyoruz. Geçenlerde de çok sevdiği kız kardeşini azarlayıp dövmüş.”

Mahmut yaşadıklarına, Tomris de duyduklarına çok üzülmüşlerdi. Eve geldi, annesinin yemeğini yedirirken, durgun olan yüzünün ifadesini beğenmeyen annesi, “Bir şey mi oldu, kızım?” diye, sordu. “Yo, yok” diyebildi, aklı komşusu Mahmut’un anlattıklarına takılmıştı. Sonuçta kızıydı, yüzüne baktığında anlamıştı. Komşularının anlattıkları da vardı ki, kadın; “Var kızım, var! Hem de çok kötü bulutlar mahallemizin üzerinde dolaşıyor.”

“Ne oldu ki, anne?”

“Öğlen karşı komşumuz Fatma geldi, o anlattı. Çocukların yine önleri kesilmiş, paralarını alıp sonra da dövüyorlarmış. Birde üst sokağımızın sonundaki evde oturanlar, Bedirhan’ın kızı Alaz, hani iki yıl önce köyden gelmişlerdi ya, işte onların kızları üç gündür kayıpmış.”

“Polise haber verselerdi.”

“Muhtara söylemişler, o da karakola haber vereceğini söylemiş.”

“İyi, hastaneleri de kontrol ederler.” Kadın, dudaklarını büzüp hafiften kafasını salladı, görmüştü Tomris annesini; yüz ifadesinde ‘bu işten bir şey çıkmaz’ der, gibiydi. Muhtara hiç mi hiç güveni yoktu, kadının.

“Anne, geçmişte muhtarla bir şeyler mi yaşadın, sen?” diye sordu.

Kadın önce anlatmak istemedi.

“Ama anne benimde bilmem gerekir, öyle değil mi? Aynı şeyler benimde başıma gelebilir, tedbir almalıyım.” Kız haklı dedi, içinden.

“Geçmişi bilemem ama dedesi, babası ve kendisi; musallat olmadıkları komşuları, canını yakmadıkları yani dolandırmadıkları insanlar ve…” Sustu kadın, yutkundu; “Adını çıkartmadıkları kız neredeyse yok” dedi. Gözleri dolmuştu, kadının.

“Sen neler söylüyorsun?”

Kadın kafasını kaldırıp gözlerini de kızının gözlerine dikip, “İyi dinle, kızım” dedi ve devam etti, “İlk koca, daha yarım senesi bile dolmamıştı evliliğimizin…” Şimdi annesi kendinden bahsediyordu, Tomris de elindekileri bırakıp hem dikkatli dinliyor hem de yüz ifadelerini takip ediyordu. “Babası, bu kadının çocuğu olmaz. Annesinin de çocuğu olmadı, diye dedikodu çıkarttı.”

“Ama sen varsın ya, anne.” dedi.

“Hım… Öyle de kulp hazırdı, annem beni yetimhaneden almış diye de insanları ikna etti ve kocamın ailesi beni çısçıpıldak kapının önüne koydu. Annem kahrından yedi ay sonra öldü. Babam da annemin ölümünden bir yıl geçmeden beni zoraki evlendirdi. Kızmıştım babama, bana hiç danışmamıştı. Sonrada çok üzülmüştüm,”

“Neler söylüyorsun, anne?” Olanlardan habersizdi, kız.

“Madem her şeyi bilmek istiyorsun, sözümü kesme. Dedene, yani babama çok kırılmıştım. Ancak altı ay geçmeden de babam öldü. Üzülmüştüm, o kadar çok üzülmüştüm ki, meğer babam ölmek üzere olduğu için mecburiyetten evlendirmiş, beni” dediğinde, kadın ağlıyordu.

“Babam da annem gibi kahrından öldü, öldürdüler her ikisini de.”

Annesi hıçkırıklarla ağlıyordu. Tomris de çok üzüldü, annesini teskin etmeye çalıştı.

“Ben, annemin ve babamın öz çocuklarıydım. Sen de babanın ve benim öz kızımızsın. Babamın ölümünden fazla geçmemişti ki, o domuz muhtarın babası aynı söylentiyi yine yaydı. O sene bitmeden birkaç ay içinde de ikinci koca da kapının önüne koyuverdi, beni. Biraz daha insaflıydı, eşyalarımı da verdi.” Tomris dayanamadı, “Nasıl bir sülale bunlar, anne? Neden insanların hayatlarını karalıyorlar?”

“Sadece ben değilim, nicelerine yaptılar. Bende gözleri vardı diyeceğim ama herkeste gözleri vardı, bu aşağılık yaratıkların.” “Anladım anne, çok üzüldün anlatma artık. Allah’ından bulsunlar. Sana bir kahve yapayım, ana kız karşılıklı içeriz.  Ne dersin?”

“Sen nasıl istersen, kızım. Olur tabii.”

O akşam da ders çalışmadı Tomris. Annesinin üzüntüsünü paylaştı. Geçmişten konuştular, babasını anlatmasını istedi. İşte o anları anlatırken yüzü gülmeye başladı, kadının. Saatte geç olmuştu, farkına varamamışlardı. Annesini uyutup kendisi de odasına yatmaya gitti. Ama bu sefer olanları ve yeni yaşananları kafasına takan o oldu.

Takip eden günlerde de mahallede olaylar durulmuyor, yenileri ekleniyordu. Mahmut’un oğlu Engin gibiler çoğaldı. Öyle ki annesini hatta babasını dövenler bile olmuştu. Çocukların paraları alınıyor, dövülüyor, genç kızlar da kendi sokaklarında rahat yürüyemiyorlardı. Şikâyetler çok artmıştı ama bu duruma ne muhtar ne de polis tarafından bir önlem alınmamıştı. Bu işte bir bit yeniği var, diye düşündü, Tomris. Hafta sonu mesaisinden dönerken semt karakoluna uğradı. Danışmadaki memura mahallesindeki durumu anlattı, sakinler tarafından şikâyet dilekçeleri verilmiş olabileceğini sordu. Memur da yardımcı olma adına dilekçelerin bulunduğu evraklara baktı, ancak böyle bir dilekçe verilmemişti. Memurun yardımıyla dilekçeyi yazdı, imzalayıp memura teslim etti,  teşekkür edip oradan ayrıldı. Binadan ayrılırken içi hiç rahat değildi, muhtar mahallelinin şikâyetini bildirmemişti. Annesinin anlattıkları ile şüpheleri muhtara yoğunlaştı, oysa denkleminde hilkatler çıkıyordu, şu kendilerine ‘kartal’ diye isimlendiren hilkatler mahalleden hatta ilçeden bile değillerdi. Bir anda ortaya çıkmışlardı, terör estiriyorlardı. Ama yeterli bilgi yok diye düşünmüştü. Şimdi eksik bilgide kendiliğinden formüldeki yerine oturmuştu. Demek ki muhtar… Acaba? Diye düşünmekten de kendini alamadı.

Evet, muhtarda işin içinde olmalı ki, dilekçeyi karakola bildirmemişti. Sormalı mıydı, muhtara? Söylemezdi ki, muhakkak yalan konuşacaktı. İşlerim çoktu, unuttum da diyebilirdi. İyisi mi zamana bırakmak gerek, nasılsa dilekçeyi verdim, diye düşündü.

O akşamüstü odasında ders çalışırken, ardı ardına çalan polis sirenlerini duydu, mahalle sakinleri gibi perdesini açarak sokağa, siren seslerinin geldiği yöne baktığında bahçede Öncü Kartal lakaplı hilkati gördü, birkaç saniye bakıştıklarında hilkat bir eliyle -sus- işaret yaparken diğer elinin başparmağıyla boğazını gösteriyordu. Ne demekti, bu? Ne bu soruyu kendisine soracak anı ne de düşünebilecek zamanı vardı, Tomris cama yapışık dona kalmıştı. Hilkatlerin başı olan Öncü Kartal da yanındaki Dişi Kartalla karanlığın içinde kayboldu.

Birkaç gün polis mekânı takibe aldı, harabeye gelen giden yoktu. Bir hafta sonrada takibi bıraktılar.

Polis baskınından iki hafta geçmişti, bu sürede mahalle sakinleri de biraz nefes alabilmişlerdi. Mahallenin huzuru geri mi gelmişti? Öyle olmamıştı, henüz hava kararmamıştı ki harabe evin bahçesi yine kalabalıktı. Tomris de durumun rahatlığıyla kendi evlerinin yönündeki kaldırımdan yürürken hilkatleri gördü, bir an irkildi ama yönünü ve hızını değiştirmeden yoluna devam etti. Bahçedeki hilkatler gözlerini kıza dikerek bahçe çitine doğru yürüdüler. Her biri sapkınlık ve sarkıntılık yaparak kötü sözler sarf ediyorlardı. Şaşırdı, anlam veremedi. Kalabalık bir anda ikiye ayrılarak arkadan gelen Öncü Kartal’a koridor oluşturdular. Yanındaki kırığı ile bahçe kapısına doğru, yani kendisine geliyorlardı. Ürktü, ancak korkakça vereceği yanlış bir tepki, hem kendisini hem de mahalleyi teslim etmek demekti. Eli poposunun üzerinde sallanarak gelen Öncü Kartal,

“Hey sen pislik, bizi polise neden şikâyet ettin?” dedi. Tomris psikolojiyi biliyordu, kaşları çatık kararlı ve sertçe dönüp, “Sen nereden biliyorsun ki?” diye, direkt ve ani sorduğunda, Öncü Kartal düşünmeden sese tepki verdiğinde dili sürçmüştü. “Muht… Söylediler işte, kuşlar söyledi, sana ne kimin söylediğinden, şimdi bize hesap ver bakalım.” Tomris gözlerini Öncü Kartal’a dikerek,

“O akşam hesabı polise vermeliydim, öyle değil mi? Sen de yakalanmış olurdun, ama yapmadım.”

“Seni tehdit ettiğim için yapamadın.” Güldü kız, “Şimdi yaptığınız ne ki? Hem de topluca tehdit ediyorsunuz ama ben korkmuyorum. Demek ki o akşam seni polise ihbar edebilirmişim.”

Gurubun dövüşçü ekibi diye adlandırılan Kartal155 üyelerinden biri bahçe kapısının üstünden atlayıp kızın yakasına yapıştı.

“Sen nasıl bir fahişesin ki bizden korkmazsın” dediği anda çantayı kafasına yemesi bir oldu. “Kimseye hesap vermek zorunda değilim.” Kafasına çanta darbesi alan hilkat garibesi hacıyatmaz gibi ekseninde bir tur döndü, yine de devrilmedi. 

“Bak şu sürtüğe, neler de söylermiş. Sen bizim kim olduğumuzu bilmiyorsun, anlaşılan” dedi, Avcı Kartallardan amazon saçlı olanı.

“Senin kim olduğunu bilme mecburiyetim yok. Kimsen kimsin. Sen kendini kaybetmişsin, bence önce sen kendinin kim olduğunu bul!”

Avcı Kartalın nutku tutulmuştu, onca kalabalık arkasında dururken bu bir korku olamazdı ama yine de bu sözler suratına bir tokattan ziyade –kendini gel- uyarısı, beyninin içinde bir anafor gibi dönerken titremeye başlamıştı, amazon saçlı Avcı Kartal. Bu sözlerden ne anlamıştı ki, acaba?

Tüm hilkatler kapıya yüklendiğinde,  “Ben sizlerden kaçacak değilim, evimi lideriniz biliyor, zaten. Yaptıklarınız çok yanlış, sizler gelmeden bu mahalle huzur içinde yaşıyordu. Gidin buradan” dedi ve dönüp yoluna devam etti.

Kartallar ağıza alınmayacak küfürler ederek çitten atlamaya başladıklarında Öncü Kartal, “Durun! Hepiniz geri dönün” dedi. Emir büyük yerden gelmişti, hepsi durdu, harabe eve geri döndüler.

Tomris emin adımlarla evine doğru yürürken komşuları Mahmut ve Fatma evlerinin pencerelerinden olanları seyrediyordu. Kız da kendine inanamadı, “Başına belayı aldın kızım” diyordu, kendine. “Ama birileri dik durmalı, yoksa mahalle yaşanmaz hale gelir. Kartopu gibi büyüdüğünde insanlığa çok yönlü büyük zararlar verir” diye cevapladı. Evin bahçe kapısına geldiğinde yolun aşağısına doğru baktı, gelen yoktu.

Annesinin yemeğini yedirirken aklı muhtardaydı, Öncü Kartal’ın dili sürçmüştü ama yine de anlaşılır şekilde muhtarın adını verdi.

Bir şey mi oldu, kızım? İkidir seslendim ama beni duymuyorsun.”

“Özür dilerim anne, ne sormuştun?”

“Yolun altından bağırışlar geliyordu, tam da sen gelmeden önce, sana bir şey mi yaptılar?”

“Yok! Bir şey yok anne, iyiyim” dediyse de,

“Beni korkutuyorsun kızım” dedi. Kadının yüzünü endişe kaplamıştı.

“Neden korkuyorsun ki, anne?”

“Rahmetli babanın dikliği var, sende. Haksızlık karşısında o da geri adım atmazdı.”

“Bu kötü değil ki!”

“Öyle de… Bazen susacak, hatta görmeyeceksin.”

“İşte bu söylediğin kötü, haksızlığa bir kere sustun mu bir daha durduramazsın, anne.”

Kadın, kızının doğru söylediğini biliyordu ama bir annenin kaygısını yaşıyordu.

“Ama cezası ağır oluyor… Bazen de canlarla ödeniyor.”

Kız, annesinin ruh halini çok iyi görmüştü, “Yetim Kemaller kurtulacaksa, o yoksul yaşlı Tenzile teyzeler ağlamayacaksa varsın canımla ödeyeyim” dediğinde, endişeleri daha da artmıştı, kadının. “Korkuyorum kızım, çok korkuyorum.”

“Ben yanındayım, sakın korkma anne.”

“Kendim için değil, ben zaten yarımım. Korkum senin için kızım.”

Annesine tebessüm ederek, “Ben başımın çaresine bakarım, benim için korkma!”

“Biliyor musun, kızım? Şu an sende babanı görür gibiyim. Rahmetli de aynı senin gibi söylemişti.”

“Neyi söylemişti, anne.”

“O son çalıştığı inşaat da yolsuzluklar yapılıyordu. Baban bu kirli işi açığa çıkarttığında da susması için rüşvet teklif etmişlerdi. Kabul etmeyince de o inşaatın giriş katından bir de dükkân vermişler. Baban da onlara, “Hem hırsızlığınıza hem de harama ortak ediyorsunuz, ahlaksız adamlar” demişti. Ama bir sonraki gün betonun altında kaldı, betonu bilerek başına yıktılar babanın. İspatlanamadı ama ben böyle inanıyorum.” Kız duyduklarına inanamıyor, salonun içinde sürekli dolanıyordu. “Bir de…” sustu kadın. Kızının çok tepki vereceğini düşünerek konuyu değiştirmek istediyse de, “Evet, bir de ne, anne?” diye, sordu.

“Bu yolsuzluğu yapan, inşaat arsasını bulan adammış.”

“Kimmiş ki o adam?” diye sorduğunda, annesi gözlerini kaçırarak bilmediğini söyledi. Kız annesinin gözlerine bakmaya çalışıyordu ama kadın elindeki dantelle ilgileniyordu. Tomris annesinin karşısına geçip çömelerek kadının yüzünü okşadı.

“Sen bana yalan söylemezsin, değil mi, anne?”

“E, evet söylemem kızım.”

“Şimdi bana gerçeği söyle anneciğim, o adam kimdi?” Kadın, -ne olur bunu benden isteme- der gibi bakıyordu, kızına. Kız soruyu yinelediğinde de –bu senin iyiliğin için, bunu benden isteme- diyen yalvaran yaşlı gözleriyle uzun uzadıya baktı. Kızının da geri adım atmayacağını biliyordu, babası gibi. Tomris de hiç kıpırdamadan annesinin gözlerinin içine bakarak cevap bekliyordu.

“O” dedi.

“O kim, anne?” diye, inatla sorularına devam etti. “Mu… Muhtar” diyebildi, kekeleyerek. Kız gülerek, “Üzülme anne, ben şaşırmadım. Şimdi ki pislikler de onun başının altından çıkıyormuş.” Olanları da annesine anlattı.

Tomris odasına çekildiğinde kitaplarınla yine ilgilenmedi. Aklı olanlarda, bundan sonra neler olabilirdi, diye yine bir matematik sorusu gibi çözümlerini düşünüyordu. Tek olması iyi değildi ama mücadeleyi tek başına vermekten başka da yol görünmüyordu. Hafta sonu mahalleliyi bilgilendiririm diye düşündü. Muhtarı deşifre edip açığını bulmalıydı. Kafası doluydu, uyuyamadı. Pencereden çıkıp evlerinin arka tarafındaki dut ağacına kendini siper etti. Bulunduğu yerden harabe evin girişini görebiliyordu. Bir saatten fazla orada bekledi, gelenler vardı. Üç kişilerdi, iki tanesi Kartal155 elemanı ve aralarında da muhtar vardı. Gözlerini ovuşturup tekrar baktı. Evet, bu gelen muhtardı. Artık her şeyden emindi, Tomris. Pencereden içeri odasına girdi, yatağa uzandı, yapabileceklerini düşünürken de uyudu.

Muhtarın gelişiyle harabe evin salonunda toplantı başladı. Yüksek sayılabilecek taht görünümlü koltukta Öncü Kartal oturuyor, sağındaki koltukta Dişi Kartal, solunda da amazon saçlı Avcı Kartal vardı. Karşılarındaki uzun masada, ortada muhtar, sağında Kartal155, solunda da Kartal Göz (Gözetleme ve Keşif Timi Sorumlusu) vardı. Masanın kısa karşılıklı kenarlarında da sağda Kartal112 (Acil Dağıtım Tim Sorumlusu), karşısında da torbacıların ekip başı Kartal110 oturuyordu. Masanın arkasında ayaktakilerde Kartallar ve Avcı Kartalların diğer üyeleriydi.

“Hoş geldin muhtar, acil çağırmamızın nedeni bu senin kız duracağa benzemiyor. Bize de gider yaptı. Sanırım tekrar polise gidecek, sen ne önerirsin.”

“O gün dilekçeyi verelim demiştim. Polisler geldiklerinde sizler burada olmayacağınız için de ihbar da asılsız çıkacaktı. Ama sen istemedin, şimdi biraz bekleyelim, hamlesini görelim, derim.”

“Saflarımıza çekebilir miyiz?” Muhtar başını sallayarak, “Hiç sanmıyorum” dedi.

“Para ya da başka değerli şeylerle sustursak, ne dersin?” Rüşvet verebileceğini söyledi, Öncü Kartal. Muhtar da, “Para ve rüşveti hiç kabul etmez” dedi, çok emin bir edayla.

“Nasıl böyle bir kanıya vardın ki, sen nereden biliyorsun?” dedi, Dişi Kartal. “Çok iyi biliyorum. Bunun babası da öyleydi, susması için dükkân bile verdik.”

Şaşırmıştı Kartallar, “Kızın babası sağ mı?”  

Muhtar sırıtarak, “Hayır, babası öldü.”

“Eee!” dedi Öncü Kartal, muhtardan ayrıntı istiyordu.

“Bildiği doğrudan şaşmadı, biz de ortadan kaldırdık.”

“Yapma ya! Sen neymişsin be adamım.” Muhtarın hoşuna gitmemişti, bu –adamım- kelimesi, o hep bir numara olmuştu kendi küçük dünyasında. Lakin iyi bilirdi; dereyi geçerken atın değiştirilmeyeceğini, ayıya da dayı denilmesini, çok iyi bilirdi. Genlerindeki sinsiliği iyi kullanırdı.

“Hele bir vadiye pus inmeye başlasın, o zaman görecekler, adamımın ne demek olduğunu, kim kimin adamı olduğunu o zaman anlayacaksın” dedi, içinden. Rolünü iyi oynamalıydı, zaten bu hilkatleri de mahalleye kendi musallat etmişti.

“Tamam, sana bir hafta süre, sonrasında biz bildiğimiz gibi hallederiz. Anlaşıldı mı, muhtar?”

“Peki, dediğin gibi olsun.” Oradan ayrıldığında aşağılandığının ve azarlandığının farkındaydı muhtar. Onlara yapacaklarını kafasında kurarken unuttuğu bir şey vardı. Hırsı ve kibirliliği aklının, o tilki beyninin önüne geçmişti. Bu tavır, hataya çok yakın durduğunu görmesini önlüyordu.

Ertesi gün öğlenden sonra karşı komşu Mahmut ve yan komşusu Fatma, Tomris’in annesini ziyarete geldiler. “Hoş geldiniz komşular. Benim durumum ortada, çay demleyin de içelim” dedi.

Fatma çay yapmaya giderken, “Senin kızı dün o garip tipli oğlanlarla dalaşırken gördüm” dediğinde, kadın heyecanlanıp yatağında doğrulmaya çalıştı. Mahmut’un yardımıyla kanepeye yaslandı.

“Fatma, sen ne dedin?” diye, mutfağa doğru seslendi. “Ben de gördüm. Tomris o harabedeki çocuklarla dalaştı. Bravo kıza, erkeklerin hatta mahallelinin yapamadığını tek başına yaptı” diye, övgüyle anlatıyorlardı.

“Mahmut bu çok kötü bir durum, başına ne fenalıklar gelecek, kim bilir?”

İkisi de sustu, kadın doğru söylüyordu. Bir de kızı olduğu için daha çok korkuyordu. Mahmut lafı değiştirip, “Abla, benim oğlan Engin artık bizi dinlemiyor, cebimden para alıyor, evdeki eşyaları da satıyor. İşin kötüsü bu paralarla ne yaptığını da bilmiyorum.”

Fatma da destek vererek, “Benim çocukta aynı, muhtarlığın arka sokağında oturan Davut abinin torunu da annesine bıçak çekip kadının çantasındaki paraları almış” dedi.

“Bu anlattıklarınız çok fena şeyler komşular, bize ne oluyor. Her zaman kötüler vardı ama bu kadar ileri gidilmemişti, bu kadar da kalabalık değillerdi. Ne oldu bizlere?”

“Bilmiyoruz be komşum, durumlar hiç iyi değil.”

“Tomris’im, ah Tomris’im! Babandan sonra seni kaybetmek istemiyorum, kaybedemem kızım. Sen benim tek varlığımsın, babanın bana emanetisin.” Dövünüyordu, kadın.

“Abla böyle konuşma, zaten hastasın.” Bu söz üzerine, “Bu durumuma daha çok kahrediyorum ya!” dedi, kadın. Komşular da fazla üzüntü vermemek için çaylarını yarım bırakıp izin istediler. “Biz kalkalım abla, seni de üzdük” diyerek oradan ayrıldılar.

Komşular kalktılar, ardından güle güle bile diyemedi, ağıtlar okuyup ağlıyordu, kadın.

Akşamüstü iş çıkışı Tomris yürüyerek gelirken parkta Mahmut’un oğlu Engin’i gördü. Yanındaki de o kızdı, hilkatlerin Avcı Kartal’ı, amazon saçlı Avcı Kartal. Gördüklerine anlam vermeye çalışıyordu. Sevgili olamazlardı, Engin lise öğrencisi Avcı Kartal ondan en az yedi sekiz yaş büyüktü. Görünmeden arkalarından takip etti, parkın kuytu bir bölgesinde oturdular. Kız göğüslerinin arasından küçük bir jelâtin kâğıdı çıkarttı, bir sigara dalını boşaltıp jelâtinin içindekini tütünle karıştırdı, sigara makaronundan uzunca bir kâğıda boşaltıp rulo halinde sigara yaptılar. Avcı Kartal sigarayı yakıp derin birkaç nefes aldı, önce dumanı bırakmadı. Gözlerini kapatıp yavaş ve ahesteli şekilde ağzından ve burnunun iki deliğinden dumanını boşalttı. Elindeki sigarayı Engin’e uzatırken kucağına oturdu, yüz yüzelerdi, eliyle içiriyordu sigarayı. Engin bir sigaradan nefes alıyor bir kızın göğüslerini öpüyordu.

Tomris gördüklerinin karşısında şoke olmuştu, kendini çabuk toplayıp, “Demek ki gençleri böyle kandırıp zehirliyorlar. Parayı da ya babalarının cebinden aşırıyorlar ya da evlerindeki eşyaları satıp bu zehire para sağlıyorlar. Komşu çocuklarını da gasp etmek de cabası” dedi, içinden. Üzülmüştü kız hatta kızmıştı. Saklandığı yerden kalkıp kendini Avcı Kartal’a göstermek, boğazına sarılıp hesap sormak istedi. Bir adım atmıştı ki, aklına belge için fotoğraf ya da video kaydı geldi. Telefonun modunu ayarladı, daha iyi görüntü almak için parkın ağaçlarını kendine siper ederek usulca yaklaştı. Çekim tuşuna basarak görüntüyü kayda aldı. Biraz uzaklaştıktan sonrada saklandığı yerden açığa çıktı, gizlemiyordu artık kendini, cephesi Avcı Kız’a dönüktü ve görmesini istiyordu. Sardıkları sigarayı yarılamışlardı ki Avcı Kartal Tomris’i fark etti. Göz göze geldiklerinde çok dik ve sert bakıyordu. Paniklemişti Avcı Kartal, birden Engin’in kucağından kalktı. Engin hiçbir şeyin farkında değildi, kendinden geçmişti. Kız da yoluna devam edip eve doğru yürüdü.

Eve geldiğinde annesini ağlıyor buldu. Koşup yanına gitti. “Anneciğim iyi misin? Ne oldu? Hastaneye götüreyim mi, seni?” Kadın ağlamaya devam ediyordu, Tomris de yanına oturup başını sinesine aldı, annesini sevip teselli ediyordu.

“Seni kaybedemem, babandan tek yadigârsın. Sülalemde de senden başka kimsem yok, ne olur kızım, bırak şu serserilerle dalaşmayı.”

Besbelli ki, dünkü dalaşmayı annesine birileri anlatmıştı. Kızda ayrıntılı olarak başından itibaren olanları anlattı.

“Şimdi beni iyi dinle anne; bu işin sorumlusu muhtar, bu şerefsiz yaptıklarından artık hesap verecek; dedeme, ananeme, sana, babama ve bütün mahalleye hesap verecek.”

Kadın bir şey diyemiyordu, o da muhtara, babasına ve dedesine hesap sormalıydı ama soramamıştı. Kızı daha cesurdu, lakin kaybetmektense lanet ediyordu, içinden; muhtara ve geçmişine. “Ama kızım…” diyebildi, ancak. Annesinin sözünü keserek konuşmaya başladı. Yüzü çelik gibiydi, gözlerinden neredeyse şimşekler çakma arifesindeydi. Görmüştü kadın, ürküp, sustu.

“Eğer bana sütünü emzirdiysen, hastalandığımda uyku akan gözlerinle başımda beklediysen, yemeden bana yedirdiyseniz; annenin, babanın, kocanın ki doyamadığım babamın öcünü almazsam, işte o içirdiğin süt bana haramdır. O mezardakilerin ruhları hep acı çekecektir. Adalet ise hiçbir zaman yerini bulmamış olacak, anne.”

Kadın söyleyecek cümle bulamıyordu, haklıydı Tomris. Kadın boş gözlerle bakıyordu kızına. Kız ise kendinden emin, vakur, hedefine kilitlenmiş, bir namlunun ağzındaki mermi gibiydi. Gözleri uzaklara, belki de babasıyla bakışıyordu. Kadın anlamış olmalı ki kızına sarıldı.

“Sen doğruyu yapıyorsun, kızım. Annemin de, babalarımızın da, yetim Kemallerin de ve tüm masum insanlarımızın da hesabı sorulmalı, sonunda ölüm varsa da seninleyim” dedi kadın, ağlamıyordu artık.

Bir müddet sonra Tomris kalkıp mutfağa geçti, yemekleri hazırlayıp beraberce yediler.

Bu akşam ders çalışmak istemiyordu kız, kahveleri yapıp annesinin yanına gitti. Geç saatlere kadar sohbet ettiler, uykusu geldiğinde de annesinin koynunda yattı.

Sabah evden çıkarken gözleri yine harabe eve takıldı, içerisi kalabalıktı. Hepsi bir şeylerle uğraşıyordu, kızı fark etmediler. Akşam dönüşünde sokağın başına geldiğinde telefonunu çıkarıp birkaç tuşa basarak kulağına getirdi, konuşuyor görüntüsü verdi. Bahçedekiler el kol hareketi yaparak küfürler ettiler. Takip eden birkaç akşamda kulağında telefon harabe evin bulunduğu kaldırımdan evine yürüdü. Sataşmalar çirkin ötesi sözler içeriyordu ama kız her seferinde telefonuyla görüntü alıyordu. Neredeyse hepsinin fotoğraflarını çekmişti.

Hafta sonu mesai çıkışında ilçe emniyet müdürlüğüne gitti. Danışmadaki polise emniyet müdürünün odasını sordu, bir üst kata çıktı, odanın önündeki görevli polise müdürle görüşeceğini söyledi. Polis de, “Neden?” diye sorunca, o da, “İhbarda bulunacağım” dedi. Görevli polis; “Şikâyet dilekçeni yazıp, bırakabilirsin” dedi. “Hayır! Ben emniyet müdürünün kendisiyle görüşmek istiyorum” diyerek, isteğini diretti. Polis memuru işlemin nasıl olduğunu izah ederken, Tomris inatla görüşmek istediğini yineledi. Sesinin yükseldiğinin farkında değildi. Ses içeriden duyuluyordu, emniyet müdürü odasından çıkarak, “Ne oluyor burada?” diye polise çıkıştı, memur cevap vermeye yeltenirken, Tomris; “Çok önemli bir konuda ihbarda bulunmak istiyorum” dedi. “Memur arkadaşın dediği gibi şikâyet dilekçesini yazıp bırakın” dedi. Arkasını dönüp odasına girerken, kız masada ayakta duran memura dönerek; “Üzgünüm, sizden özür dilerim” der demez, fırlayıp ofis kapısında emniyet müdürünün önünde durdu, kararlı bir edayla gözlerinin içine bakarak, “Kimseye güvenmiyorum, bu ihbarı sadece size yapabilirim” dedi. Emniyet müdürü bu cesur kız karşısında şaşırsa da tavrı hoşuna gitmişti. “Burası Türkiye Cumhuriyetinin Emniyet Teşkilatı olduğunu biliyorsunuz, değil mi?”

“Evet, devletimizin en küçük mahal başkanı da muhtar ama ben ona hiç mi hiç güvenmiyorum.” dedi. Kızın özgüveni ve muhtar için söyledikleri müdürün ilgisini çekti, odasına buyur etti.

Kız hilkatlerin mahalleye gelmesiyle bozulan yaşamı anlattı. Gençlerin,  Avcı Kartal isimli kız gruplarıyla kandırılıp uyuşturucuya müptela ettiklerini, bu gençler malı temin edebilmeleri için; torbacılık, kuryecilik hatta çocukların harçlıklarını zorbalıkla alıp dövdüklerini, anne babalarından zorla para aldıklarını, yetmediği zaman kendi evlerindeki eşyaları da sattıklarını isimler vererek anlattı. Muhtarında işin içinde olup hilkatlerle ilgili çektiği video ve resimleri de emniyet müdürüne verdi. Anlattıkları müdüre hayli ilginç geldi, korumasını çağırarak, “Şu videoyu kaydedin, görüntüdekileri de araştırın. Ha, bir de kayıp ilanlarıyla da karşılaştırın” dedi. Kıza dönerek, “Bu iş senin ilgini neden bu kadar çekti ki?”

“Halk ve millet olarak öncelikle bizim duyarlı olmamız gerekiyor. Sizlere de yardımcı olmamız lazım. Kalanı da sizin işiniz.”

“Teşekkür ederim duyarlılığınıza, çay içer misin?” 

“Teşekkür ederim, benim gitmem gerekiyor. Mesai çıkış saatim belli, zaten geç kaldım, annem merak eder.” Bir yetişkinin annesine duyduğu saygı ve sorumluluk hoşuna gitmişti, müdürün. “Sen çocuk değilsin ki?” Tomris başı ile onaylayıp, “Annemle yalnız yaşıyoruz, kendisi yatalak hasta, üstelikte yemeğini yedirip ilaçlarını da vermem gerekiyor.”

“Yalnız yaşıyorsunuz, yani”

“Evet, babam öldürü… öldü.”

“Nasıl yani, öldürüldü mü?”

“Annem öyle düşünüyor.” Kız babasının nasıl bir kazada öldüğü, annesinin de neden böyle düşündüğünü anlattı. “Babam öldüğünde ben de okuldan ayrıldım. O günden beri de tekstil atölyesinde çalışıyorum.”

“Neden okulu bıraktın ki?”

“Anneme bakmam ve evin ihtiyacını karşılamam gerekiyordu.” Hayranlıkla dinliyordu kızı, müdür. “Pekiyi, sen geç kaldın, ekip otosuyla göndereyim seni.”

“Teşekkür ederim ama bu hiç iyi olmaz, çok dikkat çeker.”

Anladım dedi, müdür. Tokalaşıp ayrıldılar. Müdür ardından gıpta ile bakıyordu, Tomris’e.

Yemeklerini yerken annesi geç kaldığını sorduğunda, o da bir yere uğradığını söyledi ama ne annesi ayrıntı istedi ne de kendi nereye gittiğini söyledi. Yine annesiyle sohbet ederek bitirmişlerdi akşamı, ders çalışmaya artık ara vermişti.

Takip eden birkaç gün de aynıydı. O akşam odasına çekildiğinde kitaplarını gözden geçirirken ses duydu. Perdeyi açıp baktığında, var olan karartılar da evin arka bahçesinde ki ağaçların yansıması olduğunu gördü. Yine de tedirgin yattı.

Haftanın son çalışma gününün sabahı işe gitmek için evinden çıktı. Harabe evin önünden geçerken bahçe kalabalıktı. Hilkatler yine sözlü tacizde bulundular. Aralarındaki otuz yaşın üzerindeki hilkat, yarı aralayabildiği baygın gözleriyle Tomris’ baktı, “Güzelim, gel beraber yatalım” dediğinde, hiddetle dönerek, “Sen git, o dibine işediğin ağaçla yat” diye çıkıştı. Henüz ayılmaya çalışan gurubun diğer elemanları gülmeye başladı. Alay konusu olan hilkat, küfürler ederek çitlere doğru hamle yaptığında arkadaşları engelledi.  “Sabırlı ol, akşamı bekle” dediklerinde, duymuştu Tomris.

O hırsla ve söylenerek yürürken caddeye indiğini anladığında dolmuş son anda durabilmişti ayağının dibinde. Özür dileyerek yoluna devam etti. Kendinle konuştuğunun farkında bile değildi. Polisten de henüz bir hareket olmamıştı ama bu akşam ne olacaksa bunu müdüre bildirmem gerekir, dedi ve telefonunu çıkarıp aradı. Olanları anlattı, müdürde sakin olup merak etmemesini söyledi.

Akşam eve geldiğinde tedirgindi, Tomris. Evin kapısını kilitleyip arkasına da payanda koydu, tüm pencereleri kontrol etti. Annesinin dikkatinden kaçmamıştı, yaptıkları. “Ne oluyor, kızım” diye, sordu. “Senden saklamayacağım anne, sabah benimle dalaştılar. Diğeri de arkadaşına –sabırlı ol, akşamı bekle- dedi. Olanları ben de emniyet müdürüne anlattım, haberleri var, anne.”

“Sana yardım edemiyorum. Seninle beraberim korkmuyorum, kızım.”

“Koluna gireyim, kullanmadığımız odaya geçelim.”

Tomris salonun ve kendi odasının ışığını açık bırakıp annesiyle oda da beklediler. Karanlık iyice çöktüğünde arka bahçeden ayak sesi duyar gibi oldu. Yine perdeyi aralayıp baktığında bir şey göremedi. Yarım saat geçmişti ki sokak tarafından kalabalık ayak seslerini duydular. Hilkatler evin bahçesine kadar girmişlerdi. Aralarında muhtar yoktu.  Kız telefonla birkaç kez müdürü aradı, cevap yoktu. Bunun üzerine mesajla hilkatlerin eve girmeye çalıştığını yazdı. Yine karşı mesaj gelmedi, yapacak bir şey yoktu, beklemekten başka. Birazda tedirgindi kız. Öncü Kartal; Kartal-göz ve ekibini gözetlemeye, Kartal-155 ekibini de sokak ve köşe başlarını ablukaya almalarını, Kedi Kartala da maymuncukla kapıyı açmasını söyledi. Kilidi açtılar, tokmak sesini içeriden duyabiliyorlardı. Ancak destekten dolayı kapı açılmadı. Kapıyı yüklendiler, kapı aralanmıştı fakat arkasındaki destek önlüyordu. Tomris ise annesine eliyle ses çıkartmamasını işaret etti, bir yandan da müdürü tekrar aradı ama yine cevap yoktu. Kapı zorlandıkça zorlanıyordu. Aralanan kapıdan zayıfça olan hilkatlerden biri girdi. Destekleri kapıdan çekip kapıyı ardına kadar açtı. Salona girdiklerinde kimse yoktu. Işık yanan odaya da baktıklarında orası da boştu. Öncü Kartal diğer odanın kapısının önünde durarak, “Elimizden kaçacağını mı zannediyorsun, sürtük” diye bağırdı.” İçeriden ses vermiyorlardı ama bir omuz darbesiyle kapıyı kırdı. Işığı yaktığı an kafasına inen sopayla kanlar içinde yere düştü. Tomris diğerlerine de sopayı sallıyordu ama gurupça yüklenince elindeki sopayı aldılar. Bulanık sarı saçlı hilkatin savurduğu tokatla yatağın üzerine kapaklandı. Annesi, “Yardım edin, imdat yardım edin” diye, bağırıyordu. Avcı Kartallardan biri annesinin ağzını tülbentle bağladı. Bulanık saçlı hilkat tam kızın üzerine çıktığı sırada ensesinden bir el onu geri çekti, Öncü Kartal’dı, bu. Avcı Kartallara dönerek, “Şu sürtüğü salona getirin” dedi. Salona geldiklerinde Öncü Kartalın tokadıyla kanepeye serildi, üstüne çıkıp elbisesini yırtmaya başladı, kız yüzüne tükürüp, “Bu yaptığın adamlık değil, yüreğin varsa çekip vur beni” dedi.

“O kolay bir ölüm olur, güzelim. Önce kirlenmelisin, acı çekeceksin. Buradaki herkes üzerinden geçerken parça parça öleceksin, ilk sıra benim” dediğinde, kemerini çözmüş pantolonunu indirirken dışarıdan silah sesleri duyuldu. Birden toparlandı silahının mekanizmasını çekerken, yanındakilere de yardıma gitmelerini söyledi. Dışarıdaki çatışma sokak ve yol ayrımlarında şiddetlendi. Polis sirenleri yoktu ama mermiler karşılıklı gidip geliyordu. Kimdi acaba karşı gurup? Mahalleli olamazdı. Fazla uzun sürmeden de silah sesleri sustu. Paniklemişti, Öncü Kartal. Bir elini Tomris’in boğazına doladı, diğer eliyle de tabancayı başına dayayıp pencereden dışarı baktı. Bahçede, sokak ve başlarında kanlar içinde yatan adamlarını gördüğünde bağırmaya başladı. “Yaklaşırsanız kızı öldürürüm.” Megafondaki ses;  “Kızı bırak ve teslim ol.” Bunlar polislerdi, “Bırakayım da beni de öldürün, ha!” Karşıdaki ses kendinden emin ve kararlı uyarılarına devam ediyordu. “Sen bilirsin, böyle de ölü sayılırsın.”

“Dediğin gibi, nasılsa ölüyüm. Kız da benimle beraber ölür.”

“Biz uyarımızı yaptık, karar vermen için iki dakikan var.”

Bir anda ne yapacağını şaşırdı, hemen kendini toplayıp kıza, “Buraya kadarmış, beraber öleceğiz” dedi. “Sana söylemiştim, kötü karşılıksız kalmaz. En sonunda da kendini imha eder” dedi, keskin bakışlarıyla. “Korkmuyor musun?” diye sorduğunda, aslında kendi korkuyordu. “Neden korkayım ki? O gencecik çocuklar kurtulacaksa, o yetim Kemaller ağlamayacaksa, ölmek şereftir.”

“Bırak bu martavalları!”

“Ama sen korkuyorsun, adamların yok ve şu an bir hiçsin” dediğinde, Öncü Kartal tabancanın horozunu kaldırarak, “Sen çok fazla konuştun, ölme sırası sende” dediği anda arkadan, “Şıştt” sesi duydu ve döndüğünde patlayan silahtan çıkan tek mermiyle başından vurularak yere düştü. Tomris de arkasına döndüğünde Emniyet Müdürüyle göz göze geldi.

Olay yeri kontrol altına alınırken ambulanslar yaralıları hastaneye diğer araçlarda tutukluları merkeze götürüyorlardı. Aralarında amazon saçlı Avcı Kartal yoktu.

Emniyet Müdürü sabah hastaneye ziyarete gidiğinde esenlemeden sonra, “Mahallenin çocukları tedavileri bittikten sonra okullarına dönebilecekler. Muhtar da gözaltına alındı, pazartesi mahkemeye çıkacak, biliyorsun ki orada olmalısın, seni de cesaretinden dolayı tebrik ederim” dedi.

“Kızım babasına çekmiş ama o doğru bildiğini yaparken öldürüldü.” O konuyu da araştırdıklarını söyledi, müdür. “Ha, unutmadan; Bedirhan’ın kızı Alaz’ı da bulup ailesine teslim ettik.” Anne kız bu habere çok sevindiler. “Nasıl buldunuz?” diye sordu, Tomris. “Sen beni ilk aradığında çok yönlü ve geniş çaplı arama yapıyorduk, onun içinde sana cevap veremiyordum. Senin çektiğin resimler çok işe yaradı. İlçe emniyet müdürleriyle de temas halindeydik. Kartalların ya da senin deyiminle hilkatlerin birlikte çalıştıkları bir gurup daha vardı. Kızı buradan kaçırıp onlara vermişler. Bu Avcı kızların hikâyeleri de neredeyse hep aynı. Ama senin dediğin şu amazon saçlıyı bulamadık, kaçtı sanırım.”

“Müdürüm biliyor musunuz, aslında o kız kötü bir kız değil.”

“Nasıl böyle bir kanıya vardın ki?”

“İspatım yok ama gözleri bana öyle söylüyordu.”

“İlginç, bu yaşta böyle bir öngörü, bravo! Bir de derslerine iyi çalıştın mı? Birkaç gündür testlerden uzaksın da.”

“Ne dersi, ne test’i?” diye sordu, annesi.

“Annen bilmiyor mu?” Kız biraz da mahcup olarak başını salladı.

“Kızın üniversite sınavına girecek, her akşam ders çalışıyordu.”

“O liseyi bitirmedi ki.”

“Senden habersiz geçen yıl bitirdim, anne.” Kadın duyduğuna çok sevinmişti. “Teşekkür ederim kızım, baban öldüğünde benim için okulu bırakman bana her gün en büyük acıyı yaşatıyordu.” Sevinçten kızına sarıldı kadın, ağlamaya başladı.

“Siz nereden biliyorsunuz ki?” diye sordu, kız.

“Önemli değil” dedi, müdür. Odadan çıkarken, “Telefonum var sende, istediğin zaman arayabilirsin” dedi ve çıktı. Koruması da Tomris’e dönerek, “Biliyor musun? Arada ses duyup da perdeyi açıp bahçeye baktığında biz hep oradaydık, müdürümle beraber. Bize geldiğin günden beri her akşam sabaha kadar bahçede nöbet bekleyen bizdik” dedi, koruma. Kız hem şaşırdı hem de çok mutlu oldu.

Akşamüstüne doğru, yemek servisleri yapılmış ana kız yemek yerken hastane koğuşunun kapısı usulca açıldı, ürkek adımlarla yaklaşıyordu, perişan halde gelen kız. Amazon saçlı avcı kızdı, bu. Aç ve mahcup bir görüntüsü vardı. Tomris, şefkat yüklü gözleriyle baktı, aynı anlam yüklü ses tonuyla, “Hoş geldin! Gel, yemek yiyelim” dedi. Annesi şaşırmıştı, “Kim bu kız, arkadaşın mı?” diye sorduğunda, “Evet” dedi.

Kız çok açtı, ikisinin de tabağındaki yemekleri yedi, beraberce koridora çıktılar. Amazon saçlı kızın başı yerde hiç konuşmadan koridoru yürüdüler. Kız Tomris’in elini tuttu, “Affet beni! Bana – kendini bul!- dediğin günden beri duygularım karma karışıktı. Sen haklıydın, o günden beri bulmaya çalışıyorum kendimi. Bunun için de teşekkür ederim. Evinize baskın yapıldığında sana haber vermek istedim ama olmadı. O baskında ve onlarla olmak istemiyordum. Kargaşa başladığı anda da aralarından kaçtım. Şimdi, neden buradasın, diye soracaksın. Anlatayım; elebaşı muhtar” dediğinde, sözünü kesti. “Biliyorum” diye yanıtladı. “Tahmin ettiğinin farkındayım, akıllı kızsın.” Amazon saçlı avcı kız olanları ve başından geçenleri uzun uzadıya anlattı. Tomris de samimiyetine inandığından, muhtar ve ailesinin; annesine ve özellikle de babasına yaptıklarını anlattı. Üzülmüştü kız ve yardım etmek istediğini söyledi. O da nasıl olacağını sordu. Kız da muhtarın kendisinde gözü olduğunu ve bu zaafını kullanabileceğini beyan etti. Beraberce koğuşa döndüler, Tomris gidecek yeri olmayan avcı kızı bırakmadı. O gece hastane de sabahladılar.

Sabaha kadar bir koridorda bir oda da planlar yaptılar. İyi bir çözüm bulamamışlardı. Tomris; “Öğlene doğru taburcu olacağız, sen de bizimle gel. Bir de Emniyet Müdürüne haber veririz, sanırım o daha iyi bir plan bulacaktır.”

“Ama… Ben kaçağım.”

“Üzülme, sorun olmaz. Ben her şeyi anlatacağım, tabii bana güveniyorsan.”

“Sana güvendiğim için buradayım, sen öyle diyorsan doğrusunun bu olduğuna inanıyorum.”

Öğlen olmadan Emniyet Müdürü geldi, avcı kızı görünce şaşırdı. Tomris her şeyi anlattı, kızın kendi geldiğini ve yardım için ne gerekirse yapacağını söyledi. Müdür de Yarın saat 10.30 da duruşmanın olacağını, gerekirse şahit olarak dinletilebileceğini söyledi. Durumun seyrine göre de ne yapılacaksa o yönde yeni planlar yaparız, dedi ve korumasını orada bırakarak hastaneden ayrıldı.

Doktor vizitesini bitirip son kontrolleri yaptıktan sonra anne kızı taburcu etti. Müdürün tahsis ettiği arabayla da eve koruması götürdü. Bahçe girişinde de bir ekip otosu güvenlik için bekliyordu.

Tomris boş olan odaya da avcı kızı yerleştirdi, birkaç tane de kendi kıyafetlerinden vererek avcı kız yeni hayatına ilk adımını attı.

Nöbette ki ekip otosu saat 10.00 gibi anne kızı alarak adliyeye götürdü, yanlarında avcı kız da vardı. Saat 10.30 da mahkeme başladı. Savcılık iddianameyi okudu, gerekli dokümanları sundu. Muhtarın avukatı da itiraz etti. “Efendim! İddia makamının söylediklerini kabul etmeyip, işin gerçek yüzünü anlatmak istiyorum. Kendilerine Kartallar adını verdikleri bu gurup; gasp, hırsızlık, torbacılık, adam kaçırma, darp ve yaralamalar yapan yasa dışı bir çetedir. Müvekkilimin mahallesine konuşlandıklarından, devletimizin en küçük yerel yönetim amiri olan muhtarımız ve aynı zamanda da adı geçen mıntıkanın son günlerde, huzuru bozulduğundan kanun adamı sorumluluğunda olayları yakinen takibe almak için aralarına sızmıştır. Birlikte görülmeleri bundan dolayıdır. Gerekli bilgileri topladığı anda da emniyetle paylaşacaktı. Avukatın bu savunması salondakileri şaşırttı. Hâkim muhtara sorduğunda da, “Ben mahallemizin huzuru için canımı hiçe sayarak onların arasına sızmış kanun adamıyım” dedi. Bir süre sonra da delil yetersizliğiyle serbest bırakıldı. Avcı kızın tanıklığına da gerek kalmamıştı.

Salonda sessizlik oldu, hiç iyi olmamıştı muhtarın adalet önünde cezasız kalması. Koridorda karşılaştıklarında da sırıtarak geçti, Tomris’in önünden muhtar.

Eve geldiklerinde moraller bozuktu, “Dövünmenin sırası değil” dedi, avcı kız. Her durumda yardıma hazır olduğunu, muhtarın ona karşı olan zafiyeti üzerine emniyet müdürüyle yeni planlar yapılması gerektiğini söyledi. Ertesi günde beraberce emniyet müdürünün ofisine gittiler. Muhtarın zaafını kullanmaya karar verdiler.

Birkaç görüşmeden sonra hafta sonunu geçirmek için orman arazisi içinde kendisine ait kulübede buluşmak için sözleştiler. Müdür de avcı kıza işin riskini anlatırken bayan memurlarda üzerine dinleme cihazı taktılar. “Bu benim insanlığa borcum” diyordu, kız. Adaleti yanılttılar ama geçte olsa yerine gelecek, gelmeli diye, inançla tekrarlıyordu.

Amazon saçlı kız Tomris’in evinden ayrılıp dağ yoluna saptı, yarım saat sonra da kulübeye vardığında civarda kimseler görünmüyordu, kapıyı tıkladığında da içeriden karşı ses gelmedi. Evin arka kısmına dolandı, bir set üstüne oturup beklemeye başladı. Yarım saati henüz geçiyordu ki araba sesi duydu. Kulübenin duvarına pusarak baktığında, gelen araç muhtarın arabasıydı. Biraz bekledi, muhtar arabadan inince kendi de bulunduğu yerden açığa çıktı. Sarıldılar. El ele tutuşarak kulübeye girdiler.

Muhtar temkinliydi, sinsice sorularına devam ederek, kıza nasıl kurtulduğunu sordu. O da, üç avcı kızla arka bahçeden eve sızmaya çalıştıklarını, silahlar patlamaya başladığı anda da oradan uzaklaştıklarını anlattı. Yalan söylüyordu ama muhtar inandı. Oradan kaçarak da doğru yaptıklarını söyledi. Hayatta olması işine geliyordu, gözü vardı amazon saçlı avcı kızda. Muhtarın kontrol edemediği zafiyetiydi, bu.

Kulübedeki hava daha da samimi bir hal aldığında, Avcı kız; seni beğeniyorum ama korkuyorum da, dedi. Muhtar neden korktuğunu sorduğunda ise, Öncü Kartal’a bile çıkış yaptığını söylediğinde, muhtar daha bir gevşemişti. Hatta engelleri aşmakta akıllı, cesur ve gerektiğinde gözünü kırpmadan adam öldürebilecek yürekte olduğunu ballandırdığında muhtarın kendini beğenmişliği tavan yapmış, oturduğu yerde yayıldıkça yayılıyordu. Kibir benliğini sararken düşünme yetisini hapis ettiğinin farkında bile değildi. Kız olanları gördükçe de yükleniyordu.

“O geceki toplantıda Tomris’in babasını nasıl ortadan kaldırdığını anlattığında sana gıpta ile bakıyordum. İşte benim erkeğim böyle olmalı demiştim, içimden. Sen Öncü Kartal ile konuştuğundan benim seni süzdüğümün farkında değildin. Vurulmuştum sana, sonra düşündüm; bu adamı nasıl sessizce ortadan kaldırdın diye, çok zekice plan olmalı ki bulamadım.” Muhtar bu beğeni sözleri duydukça kendinden geçmiş, kasılarak;

“Çokta zeki sayılmaz canım, iş akışına bir iki ufak değişiklik yaptırdım, o kadar.”

“Nasıl yani, anlayamadım.”

“İnşaatın o an planda olmayan bir bölümüne acil duvar ördürüp tavanına da betonunu attırdım. Öğleden sonra da sıvasının hemen yapılması talimatını verdirdim. Bunu da en iyi Tomris’in babası yapar dedirttim. O, öğlen paydosundayken kalıp direklerinin bir kısmını söktürdüm. Sıva yapmaya başlayalı bir saat olmuştu ki yaş olan beton ağarlaştıkça ve kalıbı tutacak direklerde olmayınca tavan çöktü, o adam da betonun altında kalarak öldü.”

“Çok zekice, kimsenin aklına gelmez sanırım. Neden böyle bir şey yapmaya gerek duydun ki?”

“Oradaki kirli işleri öğrendi, susması içinde para ve dükkân teklif ettim. Ama kabul etmeyince bana da başka çözüm yolu bırakmadı, öldürdüm yani” dedi.

Çevrede gizlenmiş olan dinleme aracında söylenenler net duyuluyordu, kayda aldılar. Müdür ekiplere baskın için hazır olmalarını söyledi. Kulübe ablukaya alındı. Çemberi hayli daralttıklarında müdür, içerdekilere seslendi.

“Etrafınız sarılı, sakince dışarı çıkın” dediğinde, ikisi de şaşırmış birbirlerine bakıyordu. Amazon saçlı kız, “Bana tuzak mı kurdun? Beni arıyorlardı” çıkışını yaparak akıllı davranmıştı. Muhtar kızın söylediklerine ve polis baskınına anlam veremeden kapı kırıldı, içeriye girdiler. Sinsi muhtar pişkin bir eda ile polis müdürüne dönerek, “Size kaçağı yakalattım” dedi. Müdür de gülerek, kelepçeleyip götürün şu pisliği, derken, iğrenerek bakıyordu muhtarın yüzüne.

Muhtar nöbetçi mahkemeye çıkarılıp tutuklandı. Planlı adam öldürmek, yasa dışı işler yapmak, hırsızlık ve çete kurmaktan çok uzun bir ceza alıp hapse atıldı.

      Tomris üniversiteyi kazandı, adı Gülnihal olan Avcı Kartal’la aynı çatıda annesiyle beraber yeni yaşamlarına başladılar.   

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.