toplumlarda;  birey olmadan ezber yaşanan hayatlara, ananelelerin ve ebeveynlerin dokunuşlarıyla yol alan yükü ağır ilişkiler...

neva

cemalnalcı

 

Her zaman aynı yolu kullanırdı. Tarih ve doğanın iç içe olduğu,  yol boyunca dizilmiş çınar ağaçlarının bulunduğu uzunca bir yoldu, arabasını sürdüğü yer. Yuvasına dönüş yolu olarak kullanırdı, bu yolu. Seyrine keyif aldığı, yorgunluğunu bıraktığı bu yollar, evine daha dingin ve huzurlu ulaştırıyordu. Ama son birkaç gündür yalnızdı, yuvasında. Son aylarda işinden dolayı mali kriz evine de yansıdığında tatsızlık yaşamışlardı. Anlatmaya çalışmıştı sıkıntılarını, panik ataklıktan kaynaklanan gelecek korkusu, ebeveynlerinden sıyıramadığı düşünceleri bu tartışmaya, sonucu da evi terk etmesine neden olmuştu.  Üç gün önce evine geldiğinde eşi ve çocuğunu göremedi. Haber vermeden gitmezdi, hiç gitmemişti de. İlk defa oluyordu, o da aramadı. Dinlenmesini ve olanları daha iyi görmesi için rahatsız etmedi. Acı bir frenle direksiyonu sağa kırdı, ağaçlara çok az kalmıştı ki durabildi. Kafasını çevirdiğinde kapının yanında kıpırdamadan ona bakan yavru bir köpek duruyordu. İkisi de şaşkındı. Bir süre bakıştılar, köpeğin gitmesini bekledi ama o hala ona bakıyordu. Arabadan indi, yakınlarda annesi olabileceğini düşünerek çevreye bakındı ama hiç kimse yoktu. Yavru köpeği sevdikten sonra ağaçların dibine bıraktı. Arabaya bindiğinde köpekçik hala ona bakıyordu, aynadan. Sanki ‘gel al beni’ der gibiydi. “Annesi yakınlarda olsa gerek, birazdan gelip alır” diye düşündü ve yola çıktı, sürmeye devam ederken arkasından koşmaya başladı, yavru köpekçik. Patilerini zor atıyordu, aynadan baktığında öyle sevimli görünüyordu ki, her adım atışında başı bir tarafa poposu diğer tarafa yön alıyordu. Minik olduğundan çabuk yoruldu, başını sola bükerek mahzun gözlerle onun gidişini izliyordu; ‘beni de götür’ der gibi, bakıyordu. Sinyalini vererek durdu, anlamıştı ki son bir gayret koşmaya başladı, sağ kapının yanında durdu. Üzüldü, uzandı kapıyı açtı. Yavru köpek içeri girmeye çalışıyordu ancak ne boyu, ne bacakları ne de gücü yetiyordu. Arabadan indi kapıyı açtı ön bacaklarından tutarak yan koltuğun ayaklık kısmına koydu. Köpekçik rahat durmuyor koltuğa çıkmaya çalışıyordu. Anlaşılan keyfine düşkündü ya da yakın olmak mı istiyordu? Yavruyu bedeninden kavrayıp ön koltuğa, yanına oturtturdu. İki kere havladı ve sesini çıkarmadan sadece ona bakarak usluca yolculuğuna devam etti. Yavru köpekle bakışıyor, doğru yapıp yapmadığını sorguluyordu. “Zaman gösterecek, yalnız, masum ve minik bir yavru annesinden koparmak doğru değil. Gerçi annesi ya da kardeşleri de yoktu, görünürlerde. Tek başına hayatta kalması çok zor” dedi. “Şimdi sana bir de isim bulmalıyız. Ne olmasını istersin?” dedi, seslice, sonra da güldü. Aklına  ‘Minik’ ismi geldi, zaten bu hitabı kullanıyordu. “Senin adın Minik olsun” dedi. Yavruda havladı. Hoşuna gitmişti herhalde, kabul mü etmişti? Tekrar sinyal vererek yola çıktı, kemer altından geçerek kavşaktan sola döndü.   Sağında tarihi Kaymak Donduran mesire alanı, solunda da Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Almanların karargâh olarak kullandığı fidanlık boyunca ilerlerken telefonu çaldı. Ekranda isim yazmıyordu, işi gereği müşterinin tavsiye ettiği bir müşteri adayı olabilirdi, tuşa bastı, "Efendim" dedi. "Merhaba" dedi karşı taraf, hoş ve nazik bir bayan sesiydi, bu. "Merhaba, dedi, kiminle görüştüğünü sorduğun da, "Beni tanımıyorsunuz" yanıtını aldı. "Bir söyleyeceğiniz olsa gerek sizi dinliyorum."

"Evet, tabii ki de bir isteğim var" dedi, bayan. "Tamam, sizi dinliyorum, buyurun" dedi, yeniden. "Sizinle beraber olmak istiyorum" dedi. Adam bir an şaşkınlık geçirdi, ne söyleyeceğini şaşırdı. Sahi ne söyleyebilirdi ki? "Orada mısınız? Cevap vermeyi düşünüyor musunuz?" diye sordu. Adam kendini toparladı, "Buradayım, cevap vermeyi de düşünmüyorum. Çünkü ilgilenmiyorum" dedi. Kısa bir tebessüm sesinin ardından,  "Sizden gelmesi gereken cevap bu olmalıydı, zaten..." sözünü yarıda keserek, "Size iyi günler hanımefendi" dedi, adam. Kadın da, “Telefon numaram ekranınızda var, sizin numaranız da zaten ben de kayıtlı, size de iyi günler" dedi ve telefonu kapattı. Arabasını mesire alanı girişinde ki yaşlı ceviz ağacının altında durdurdu. "Bu ne şimdi?" dedi, kendi kendine. Köpekçik de ona bakıyordu. Henüz üç gün olmuştu, eşi evi terk edeli. Yoklanıyordu, herhalde. Ama böyle bir saygısızlıkta bulunacağını da düşünmüyordu. Karşı tarafın cümle kuruluşlarını tekrar tekrar yineledi kafasında, sesin tonu ve ahengi karşısında; “ya rolünü iyi oynuyor ya da müthiş kendinden emin, ne istediğinin sentezini yapmış öz güveni yüksek biri, üstünde durmaya gerek yok, beni de ilgilendirmez, zaten” dediğinde Minik de hala ona bakıyordu, onaylar gibi de havladı. Marşa basarak evine doğru yol aldı. Siteye dönmeden çarşıya uğradı, kasaptan kemik alıp eve döndüler.

Yavruyu sundurmaya bıraktı, mutfağa geçip kemiği kaynattıktan sonra beraberce duşa girdiler iyice yıkayıp kuruladıktan sonra bir şiltenin üzerinde verandaya bıraktı. Depodan aletlerini alıp küçük bir yuva yaptı. Su ve yemeğini verdikten sonra kendine de bir kahve yaptı, sundurmaya çıktı. Minik onu yorsa da meşguliyetinden keyif alıyordu.

Evi, birçok çeşit ağaçların bulunduğu, kuş seslerinin eksik olmadığı orman içinde bir sitedeydi. Masaya oturmadan, gözlerini kapatıp derin nefesler alırken kuş seslerini dinledi. Sigarasını yaktı, bacaklarını korkuluğa dayadı, sigarasından derin bir kaç nefes aldıktan sonra kahvesini yudumladı. Yine özlem boyutunda seyrediyordu. Birkaç gün uzun zamandı. Her akşam eve döndüğünde onu kapıda karşılar, boynuna sarılır, en az yarım saat onunla oynardı. Şimdi ise kapıyı açtığında dalga dalga hasret bulutu sarıyordu, bedenini ve de düşüncelerini. Her kapıyı açtığında beklentisi daha büyüyor, sanki kapının arkasından çıkıp küçük dudaklarından çıkacak “cee” sesini bekliyordu. Gözü ve kulağı kapının ardında olmasına rağmen hüznü yüreğinde büyüyordu. Ve her seferinde boynu bükük kapıyı kapatıyordu. Minik’in havlama sesiyle kendini topladı, köpekçik bahçeden sundurmaya çıkmaya çalışıyordu. “Sen ne zaman indin?” dediğinde, yavru kuyruğunu salladı. Gözü evin köşesine doğru kayınca yerdeki ıslaklığı gördü. Hayret etti. Tuvaletini yapmaya gitmişti, köpekçik. Kucağına aldı dakikalarca sevdi, minik oğlu gibi kucağında uyudu. Yine çevresine baktı, kahvesini yudumlarken, bu sefer ormana değil sitenin içinde geziniyordu, gözleri. Bir anda aklına, "arayan siteden biri olabilir mi?" sorusu geldi. Heyecanlanır gibi oldu, biraz da ürkmüştü, sonuçta komşularıydı ve bu davranışı doğru bir hareket olarak görmüyordu. "Sanmıyorum, olmaz herhalde" dedi, burası küçük bir siteydi ve binalar katlı değil villa şeklindeydi. Tahminen herkes birbirini tanıyordu. Sonra tekrar dinledi telefondaki sesi, kulaklarında. Defalarca dinledi… Adam gelen telefona takılmıştı, seste hiç bayağılık olmadığı gibi ezber ya da bir metin okuma da değildi. Üstelik kibar ve hoş bir tona sahipti ses, yapmacık da sıradan da değildi.  Kahvesi bitmesine rağmen günün bu enteresan durumu hâlen kafasını meşgul ediyordu. Çözememişti, “bunca sorunun arasında bunu düşünecek zaman yok, gerekte yok zaten, yakında da kokusu çıkar,” dedi. Yavru köpeği kucağından alıp yuvasına götürürken uyandı, Minik. Yere bıraktığında sundurmada koşturmaya başladı. O da bahçeye inip gelmesini istedi, geldi de. Şimdi bahçe de beraberce koşturuyorlardı. Minik yoruldu, onu tuvalet yaptığı yere götürdü. Uyanmadan önce verandadan inerse çıkamayacağını düşündü. Yuvasına bıraktı, masasını toplayıp odasına geçti ve uyudu.

Uyandığında seher vakti olmuştu. Havlama sesi duymayınca yataktan fırladı ve alt kata inerek sundurmaya geçti. Minik yuvasında yoktu. Bahçeye baktığında oğlunun topuyla oynadığını gördü. Oğlu da hayvanları çok severdi, “Miniği de çok sevecek.” Bir gelseydi o da çok sevinecekti. Minik tuvaletini yapmış yine sundurmaya çıkmaya çalışıyordu, çıkamadı. “Böyle olmaz, ben işteyken kim yardım edecek” dedi. Bir koşu alet çantasını getirdi, bahçeden yüksek olmayan verandaya Minik için rampa yaptı. Onu çağırarak bir iki denemeden sonra kendi başına inip çıkabiliyordu, artık. Yemeğini verip suyunu tazeledikten sonra odasına çıktı, duşunu alıp giyindi ve işine gitti.

İş dönüşü, her zaman olduğu gibi aynı yolu kullanıyordu, eve dönüşte yine telefon çaldı, neredeyse aynı yer ve aynı saatteydi. Yine isimsizdi ve dünkü arayan numara olabileceğini düşünerek açmadı, telefon sonuna kadar çalmadan kapandı. Adam arayanların geçmiş listesine baktığında, numara aynıydı. Yaşlı ceviz ağacını geçmek üzereyken telefon tekrar çaldı, yine açmadı. Eğer arayan aynı kişi ise aramasının anlamsız hatta hafif bir kişiliğe sahip olabileceğini düşündü. Neden böyle bir cümle kurduğuna kendisi de anlam veremedi, sanki bu taraklarda bezi varmış gibi, sonra da kendine güldü. Ana yola çıkmak üzereyken bu defa mesaj geldi. Siteye girmeden ileri de, merkezde ağaçlar arasında ki bahçeli kahvenin önüne arabasını park etti. Kestane, ıhlamur ve akasya ağaçlarından oluşan bahçenin ücra köşesinde, yediveren güllerinin çevrelediği büyük kestane ağacının altındaki kesme kütükten yapılan masaya oturdu, çayını beklerken cebinden telefonunu çıkarttı, numara yine aynıydı. Kısa bir süre mesajı açıp açmama arafında kaldı. Mesajı açtı, okumaya başladı: "Merhaba, meşgul olabileceğinizi düşündüm ama ikinci defa aradığımda da açmadığınız için sanırım gerçekten ilgilenmiyorsunuz. Özür dilerim. Sizi rahatsız etmeyi düşünmüyorum. Lakin bir kahve içmeyi çok görmeyiniz, lütfen. Cumartesi saat 15.00 de Küçüksu Kasrın da bekliyor olacağım. Beni kırmayacağınızı umarak, iyi günler dilerim" diye yazıyordu, mesajda. Evine geldiğinde Minik bahçede topla oynuyordu. Onu görünce topu bırakıp adama koştu. Bahçeden çıkıp yola indi. Adamın ayakları dibinde tur atıyordu sevincinden, belki de minnetinden. Ama adam kızdı, onun için yolun tehlikeli olduğunu anlatmaya çalıştı, nasıl, ne şekil anlatabilirdi ki. Sonuçta hayvan ve küçücük bir köpek yavrusuydu. Bir an doğal yaşam alanından aldığına pişman oldu, artık geri de götüremezdi. Aklına ilgilenmemek geldi, doğruca eve yöneldi. Minikte sundurma kapısından ona bakıyor, havlıyordu. İlgilenmedi, bir müddet havlama devam etti ama tepki gelmeyince sustu, köpekçik. Yemeğini yedikten sonra kahve keyfini üst balkonda yaparken onu dinliyor Minik de bahçede iki ayağı üzerine oturup balkona doğru bakıp onu görmeye çalışıyordu. İçi parçalandı, vicdanı devreye girerek “Gaddarsın sen, oğlum” diyordu. Ama dayanmalıydı ve bu onun iyiliği içindi. Minik yuvasına döndü, adam da odasına.

Ertesi gün haftanın son çalışma günüydü. Aynı yerden aynı saatte geçerken küçük bir heyecan hissetti. Ürkme miydi? Yoksa alışkanlık mı? Bilemedi. Bahçeli kahveye dönmedi ve evine geçti. Arayan olmamıştı. Arabadan indiğinde minik başını kaldırdı kuyruğunu sallamaya başladı. Bu mutluluk ifadesiydi. Adam kaldırıma çıkmamış yolda bekledi. Minik önce sürünerek sonra da yürüyerek bahçe sınırını geçti. Adam hâlâ yolda dikeliyordu. Ve kaldırımdan indiği an yine azarladı, Minik’i. Bu sefer ki ceza ise sundurmaya çıkmasını sağlayan rampanın yerinden alınmasıydı. Yemek ve su kaplarını verandanın dibine bıraktı.

Kahvesini yaptı, balkon yerine sundurmaya geçti. Karşılıklı bakışıyorlardı, birkaç havlamaya yeltendiyse de adam sert çıkıştı, kararlıydı. Miniğin masum bakışları adamın sert yüzünü yumuşatamadı, sustu ve oturdu. Kahvesini yudumlarken; son zamanlar da birbirinin kopyası gibi geçen günlerinin biraz da olsa farklı bir dokunuşuydu, gelen telefon. Yine takılı kalmıştı, ”yazdıkların da samimi, cümleler ise düzgün” diye, mırıldandı. Sırası değildi bunları düşünmek, oğlu düştü aklına, hüzünlendi. İç çekti, yaşadıklarına da anlam veremiyordu. “Neden?” diye soruyordu kendine, “ait olmadıkları hayata neden çomak sokarlardı.” Büyükleri olmak, tecrübeli olduklarını zannetmek, kendilerini başkalarının yaşamına bu kadar rahat müdahale etme hakkı tanımamalıydı, oysa. “Ne başkalarını, özellikle de kendi çocuklarının yuvasını bu kadar sarsmanın mantığını anlayamıyorum” dedi. Aslında görüp uyarmıştı da birkaç kez eşini, bir türlü kolunu bacağını alamamıştı, yuvasına. “Dik duramadı besbelli ama mizanını da kendisi yapmalıydı. Ya küçük yavrusu; büyüklerin anlamsız ego rüzgârlarında savruluyordu, kimse ama hiç kimse bir insan yavrusunun böyle savrulmasına neden olmamalıydı.” Hüzün öfkeye dönüşüyordu, gözlerini ormanın derinliklerine doğru saldı. Uzunca bir süre bir şeyler arar gibi bakındı, karanlık ağaçların siyah derinliklerine. Suçlu hissediyordu, kendini. Daha mı sert olmalıydı, diye düşündü. “O da bir insan karşımızdakiler de, ama benim mizacım buna uygun değil. Hatalar, yapan kişiler tarafından anlaşılamıyorsa, uyarılar hatta müdahaleler sorunlara sağlıklı çözümler olmaz” dedi, kendine. Artık iç sesinle değil karanlık ormanla konuşuyordu, farkında olmadan. Fark ettiğinde gülümsedi, dikkatini bir kuşun uzun ötüşlerini çekti. Görür gibi baktığında kuşun bülbül olduğunu fark etti. Bülbül de ona bakıyordu, duygudaşlık mı kuruyordu, kuş? Saçmalama sonuçta bir kuş işte, dedi. Bülbül itina ile bakıyor, karşısındakini anlamak için farklı noktalara konarak süzüyordu. “Kendince eğleniyor” dedi ve kalktı, kahve fincanını tezgâha bıraktı. Saat gece yarısını gösteriyordu. Odasına çıktı, balkondan aşağı Minik’e baktı. Sundurmanın duvarına büzülmüş hatta kendini saklar gibi küçülmüş uyuyordu, üzüldü. “Yeter, bu kadar vicdansız olamazsın” dedi, yüreğinin sesi. Döndü, odaya girerken, “Yanlış yapıyorsun, bu iyilik olmaz! Dik duruşuna devam etmelisin. Şu an yuvanda yaşadıkların iyi niyetinin sonuçları, unutma!” dedi, bu defa da içindeki ses. Yatağına döndü ve yattı, uyuyamıyordu. Kulağı sürekli dışarıda, Minikteydi. Sabah ezanı okurken o hâlâ yatakta dönüyordu ama uyuyamamıştı. Kalktı balkona çıktığın da minikte balkona bakıyordu. Rahatladı, yattı ve uyudu.

Seher vaktiydi ve pencereden giren güneş ışıkları “artık kalk!” diyordu, yorgun beyinli adama. Vakit, ertesi günün öğleni olmuştu. Duşunu aldı, mutfağa geçerek çayını demledi, kahvaltı tabağını hazırladı, sundurma da ki masasına geçti. Minikle arada bakışıyor ama yüz vermiyordu. O da boynunu bükerek söğüt ağacının dibine gidip yattı, gözleri hâlâ adamdaydı. Çayını yudumlarken günün Cumartesi olduğu aklına geldi. Bir an panikledi, mesaj gelmişti aklına sonra da gülümsedi, heyecanlanmasına. Kahvaltısını yaptı, Miniğin yemeğini verdi, arabasına binerken bir alt komşusu Şuayip ile karşılaştı. Aile dostuydu ve onun aracılığıyla bu siteye taşınmışlardı. Eşi kendi evlerinde oturmak istemediğinden ilk defa kiracılık yaşıyordu. Sitede  Şuayip ve birkaç tanıdıkları sayesinde ortama uyumu rahat olmuştu. Şuayip, ‘eşini göremediğini’ sordu. Haklıydı, neredeyse bir hafta olmuştu gideli. Annesinde olduğunu söyledi ve izin isteyerek oradan ayrıldı. Ahmet Poyraz’ı iyi tanıyordu, onun için bu yanıt Şuayip’i memnun etmemişti, besbelli. “Öyle diyorsan” dediyse de inanmamıştı, arkasından uzunca bir baktı. Üstelikte birkaç akşamda bir toplanır, çay içip sohbet ederlerdi, ailece. Onun kızı da kendi oğluyla yaşıttı, her bir araya geldiklerinde beraber oynarlardı, çocuklar. Arabasına binip uğraması gereken müşterisine doğru yola çıktı.

Gerekmedikçe arabasını kullanmamaya çalışıyordu. İşleri iyi gitmiyordu, çalışanlar ayrılmış tek başına işleri kotarıyordu. Mali açıdan hiç iyi değildi. Zaten tartışmada bundan dolayı çıkmıştı. Arada sıkıntılar olmuştu ve hep sitem vardı. İşi mi beceremiyordu? Doğru adam mı, değildi? Belki de karakteri uygun değildi? Kişiliğinden ödün vermiyordu, bu da ilişkilerin de insanların menfaatine uygun olmadığından ayrı düşüyordu; iş, sosyal ve özel hayatında karşılaştığı insanlarla. Zor olduğunu biliyordu ama değişemeyeceği gibi doğruyu da yaptığını inanıyordu. Değerlerin yüklü anlamları olduğu için özen gösteriyor ve sahip çıkıyordu. İnsanlık yolunun olmazsa olmazlarıydı, kendi dünyasında.

Müşterisine geldi, sistemde ki sorunlu olan bilgisayara gerekeni yaparak devreye aldı. İşi çabuk bitmişti. Arabaya bindi, kontağı açmadan gözü saate takıldı. Saat 14.58’i gösteriyordu. Aklına Küçüksu Kasrı geldi, 3-5 dakikalık mesafedeydi. Yola çıktı, gereksiz diye düşünerek sürmeye devam etti. Aynı saatlerde Kasrın önünden geçerken park görevlisi boş bir yeri işaret ediyordu. İstem dışı bir hareketle direksiyonu o yöne kırarak park etti. Birkaç dakika arabanın içinde öylece kala kaldı. “Ne yapıyorsun?” diye sordu kendine. Medeni, samimi ve kibar bir teklifti. Tek düze ve sıkıntılı geçen günlere farklı bir dokunuştu. Yeni bir insan tanımak belki de biraz da kafasını dağıtmak iyi de olabilirdi. Kendinden emin olan için de zaten farklı bir şeyler de olamazdı. Arabadan indi, kasra doğru yürüdü.

Kasrın bahçesinden girdi, etrafa bakındı. Masalar hatırı sayılır bir şekilde doluydu. Sonbahar olmasına rağmen insanlar kasrın bahçesinde oturuyor, denizi seyrediyorlardı. İstanbul; dünyanın en güzel şehrinin en güzel yerinde ki boğazı seyrediyorlardı. Çoğu da hoş sohbet mutlu anlar yaşıyorlardı. Gözü, masalarda tek oturan bayanları süzdü, saydığında altı masa vardı. Deniz tarafına doğru ilerledi. Altı masanın yarısı öğrenci sayılacak yaşta, diğerlerinden kapıya dönük oturan tek bir masa vardı. “kuvvetli ihtimal bu, olmalı” dedi. Karşı masaya geçip oturdu. Şekersiz bir kahve söyledi kendine, suyunu içti kahvesini yudumlarken sorguluyordu, kendini kendine. “Bak oğlum! Böyle bir maceraya hem manevi hem de maddi olarak uygun değilsin. Üstelik yaşamının çalkantılı döneminde zaaflara yenik de düşebilirsin. Kaldı ki böyle işler yapan birisi de zaten değilsin. Kahveni iç ve çık git” dedi, kendine sitem ederek. İhtimal verdiği masaya da bekleyenleri gelmişti, diğerleri de kendi âlemindeydi. Yoklanmışta olabilirdi ya da kötü bir şaka, belki de. Kahvenin ikinci yudumunda bir sigara yaktı. Nefesler ve yudumlar eşliğinde gözler boğazı seyre daldı. Önce sigarası sonra kahvesi bitti. Gelen yoktu, zaten varsa da kendi tanımıyordu. “Böylesi daha iyi oldu” dedi, içinden.  Adisyonunu alıp kasaya doğru yürüdü, hesabını ödedi. Dönüş yolunu yarılamıştı ki önün de gençten bir bayan duruyordu. Yukarıdan aşağıya doğru süzdü, tanıyamadı, tanımıyordu da bu genç bayanı.

“Merhaba, Poyraz Bey” dedi, o da –Merhaba- dedi, az da olsa şaşırmıştı. Genç bayanı belli ki ilk kez görüyordu. “Nasılsınız?”

“Teşekkür ederim. Siz nasılsınız?

“Geldiğiniz için çok daha iyiyim. Geldiğinizi görmedim, vakitte hayli geçince gelmeyeceğinizi düşündüm. Lakin geldiğinizi bilmek güzel, adım Neva, buyurun oturalım” dedi, adam şöyle bir etrafa bakındıktan sonra davete katılarak masaya oturdu.

“Kahveyi nasıl alırsınız?”

“Şimdi içtim, teşekkür ederim”

“Lütfen başka bir şey içiniz”

“Maden suyu olsun” dedi, adam. Gözleriyle de genç kızı süzüyordu. Kızıl kısa saçlı, beyaz tenli, iri zeytin gözlü, yanaklarının her ikisinde gamzesi olan ince belli, orta boylu spor kıyafetli bir bayandı, karşısındaki. Adamın süzen gözlerinin farkında olan Neva; “Tanışmıyoruz” dedi.

“Pardon, sanırım daldım”

“Şaşırdınız, değil mi?”

“Genç ve güzel bir bayansınız. Beni kahve içmeye davet etmeniz güzel bir incelik. Neden ben, demeyeceğim ama bir nedeni olmalı sanırım”

“Tabii ki var. Aslında tanışıyoruz ama siz farkında değilsiniz.

“Nereden?”

“Yarı zamanlı bir iş de çalışıyorum. Çalıştığım yeri de biliyorsunuz.”

“Biliyor muyum?”

“Evet, Biraz önce geldiğiniz müşterinin iş yerinde çalışıyorum. Sizi de oradan tanıyorum.

“Anlayamadım!”

“Cahit Bey’in iş yerin de çalışıyorum.”

“Doğru, biraz önce oradaydım.”

“Siz, bizim işyerimize sistemde sorun olmadığı sürece arada geliyorsunuz. Sistemi kurmuş çalışanlara da eğitim vermişsiniz. Ben yeni olduğum için programı kullanmayı da oradakilerden öğrendim”.

“Bu güzel bir şey, yeni gelenlere de eğitimi ben veriyordum, bravo”.

“Arada geldiğiniz için dikkatimi çekmiştiniz. İşinize odaklı olduğunuz için ne beni fark ettiniz ne de sizi izlediğimi.”

“Nasıl yani?”

“Kişiliğiniz, konuşmalarınız, tavrınız ve duruşunuz dikkatimi çekti.”

“Gurur ve onur verici...”

“Tabii ki de öyle. Öncelikle kendimi tanıtayım. Marmara Üniversitesinde Yüksek Lisans yapıyorum.

“Hım... Çok güzel!”

“Burada tanıdığım kimse yok arkadaşım da yok”.

“Zamanla edinirsiniz, sanırım  “.

“Evet, ama yaşadığımız şimdiki zamanda çok zor. Yeni nesil bu tanımları işlerine geldiği gibi değiştirmişler. Kaldı ki çok önemli kavramlardır, arkadaşlık ve dostluk ilişkileri. Dediğim gibi şimdiki kuşak, bu değerlerin derinliklerini tatmadıkları için de ilişkilerini çabuk tüketiyorlar. Değer bilmedikleri için kolay başlayıp kolayca da bitiriyorlar. Tanımları doğru koyamadıkları için de eylemler de yarım ve hazin yaşanıyor, maalesef böyle”.

“Tespitleriniz çok yerinde, üzülerek söylemem gerekiyorsa gelecek günlerden de kaygı duyuyorum”.

“Doğru söylüyorsunuz. Bu arada ben Amazon diyarından geldim. Biliyor musunuz, bu diyarı?”

“Gerze – Terme arası” dediğinde şaşırdı Neva.

“Şaşırdım, çünkü pek bilmezler, ben Samsun’un Terme ilçesindenim. Birkaç asır öncesine dayanan bir geçmişimiz var. Açık sözlüyümdür; sizinle dost, arkadaş olmak istiyorum.”

“Ama ben...”

“Evliyim, diyeceksiniz. Benim genç sizin de evli olmanız; bizim dost ya da arkadaş olmamıza engel bir neden midir?”

“Tabii ki de hayır, insan olmak yeterli.”

“Yani dostuz, değil mi?”

“Öncelikle bir iki şeyi itiraf etmeliyim ki; öz güveni yüksek, bilgili, öngörülü ve de zaman yönetimini çok iyi kullanıyorsunuz”

“Olması gerektiği kadar diyelim.”

“Bence daha öte” derken telefonu çaldı, Neva’nın. Müsaade isteyerek telefonunu açtı, biraz konuştuktan sonra “geliyorum” dedi.

“Üzgünüm, işyerinden aradılar, sistemi onardığınız için biriken işleri bitirmem lazım. İzninizle kalkmam gerek.” Kalktılar. Neva hesabı ödemek için ısrar etmesine rağmen, Poyraz müsaade etmedi.

“Biliyorsunuz, kahve içmediniz, bir sonra ki sefere kaldı. Hoşçakalın, görüşmek üzere” dedi ve kasrın bahçe kapısında birbirlerinden ayrıldılar. Ne Ahmet Poyraz arabaya binmesini söyledi ne de bu teklifi Neva bekledi.

Poyraz, yol boyunca yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışıyordu. Enteresan anlardı, hoş bir bayan olmasından önce güzel, samimi ve açık sözlü bir insandı, Neva. Yine de yaşadığı bu boşluğa tesadüf eden bu durumu tam olarak ifade edemiyordu kendine. Eşinin çekip gitmesi, oğluna özlemi, işlerinin bozulması ve Neva. Acabalar büyüyordu kafasında belki de bu çıkmazın tek olumlu tarafıydı.  Nasıl bir tesadüftü? Yaşadığı ortamın gelişine, gelişimine o kadar müsaitti ki bu ilişki, yine de bulunduğu bu zamanda ve bu zamanın evresinde doğru bulmuyordu. Hele uzaktakiler varken ve bu uzaktakilerden biri ise vazgeçemeyeceği oğlu varken, sırası hiç uygun değildi. Oğluna olan özlemi her geçen gün büyüyordu, minik oğlu gözünün önünden hiç gitmiyordu. Kavuruyordu yüreğini yokluğu, bu yüzden de hep kendine kızıyor suçu da kendin de arıyordu. Nerede yanlış yaptım diye sürekli sorguluyordu, kendini. Aslında suç da yok hata da yoktu. İşlerin bozulması, büyüklerin anlamsız müdahaleleri vardı. Birinin çokbilmişliği, diğerinin ise kendini bir şey olduğunu zannettiği çok ve boş konuşmasıydı. Ne kırdıklarının sesini duyabiliyorlardı ne de yangınları görebiliyorlardı. “Biraz daha sabır, biraz daha beklemeli, umarım gereksiz insanlar değmemesi gereken ellerini görür de bu anlamsız ayrılık anlaşılır, bir şekilde son bulur” dedi, içinden. Bir anda ince bir sızı hissetti kalbinde, sinyalini verip yaşlı ceviz ağacının altında durdu. Önce kalbini yokladı sonra da kendini, görünürde bir şey yoktu. “İş koşturmaları ve stres olsa gerek” dedi. Kafasını kaldırıp aynaya baktığında yüzünün gerginliğini, terlerin şakaklarından aşağıya doğru usulca indiğini gördü. Yaşananları tekrar gözden geçirdi, sağlıklı bir çıkış bulamıyordu. Nihayetinde eskilerin deyimi ile “su akar yolunu bulur, işine vermelisin kendini” dediyse de bir yanı da; “sökülen yer ikinci dikişi zor tutar” diyen yine eskilerin sözü çınladı kulaklarında. Başını direksiyona yasladı, “yaşanmalı mıydı, hak ediyor muydum?” diye sürekli sorguluyordu, kendini. Bir süre sonra kafasını kaldırdı, aynaya baktı. Hiç iyi görünmüyordu. Elleriyle yüzünü sildi, sürücü edasına bürünerek kontağı çevirdi. Sinyalini verdi, aynaları kontrol ederek yola çıktı. Eve gitmeden bahçeli kahveye uğradı. Yine büyük kestane ağacının altındaki tomruktan yapılmış masaya oturdu. Hava serindi ama üşümüyordu. Dalmıştı kafasını meşgul eden konulara, farkında değildi uzak masadan bir çift gözün onu izlediğini. Beyaz saç ve top sakallı bu adam aile dostları Şuayip idi. Masada arkadaşlarıyla taş okey oynuyor, arada da gözlüklerinin üzerinden onu izliyordu. Çayını içti, parayı masaya bırakıp kalktı.

Eve geldi, arabayı yanaştırdı ve yine yolda bekledi. Köpekçik koşarak geldi. Önce bahçe sınırında durdu, tepki olmayınca kaldırıma kadar geçti. Ahmet Poyraz tepkisizce bekledi ama köpekçik kaldırımdan inmedi. Ahmet Poyraz’ın yüzü gülünce o da kuyruğunu sallamaya başladı. Artık ikisi de mutluydu. “Acaba köpekçik anladı mı?” diye sordu, kendine. Eve girmeden verandada ki rampayı yerine koydu, yemek kaplarını da kulübesinin yanına götürdü. Yavru köpek sürekli merdivenden çıktı yuvasına girip tekrar çıkarak bahçede koşturdu. Ahmet Poyraz seyrediyordu. O da seyredildiğini biliyordu. Öyle ki bahçe sınırına kadar koşuyor orada da durup dönüp sahibine bakıyordu. Birkaç kez daha yineledi bu koşturmayı ve her Ahmet Poyraz’a baktığında, artık öğrendim diyordu, herhalde. Genç adam Minik’i seyrederken acı bir gülümseme oturdu dudaklarına, “Köpek ve de üstelik yavru köpek ona yapılanı anlamış, doğruyu bulmuştu. Kısaca mizanı yapmıştı ama eşim…” yutkundu, devamını getiremedi.

Yine sundurmada yine kahvesiyle baş başa idi. Kendini dinlenmek için yaptığı tek lüksü bu kahve içimleriydi. Şimdi de Minik vardı, oynamak istediği için onu da rahat bırakmıyordu. Ayaklarının dibinde kuyruğunu sallayıp kucağına almasını istedi. Kırmadı ve kucağına aldı, sevdikten sonra da kucağında ona bakarak sessizce yattı. Kahvesini yudumlarken, ıhlamur ağacından gelen sesler yine dikkatini çekti, “hoş geldin” der gibiydi, sanki. Kafasını kaldırdı, karşılıklı göz muhabbeti etmeye başladı. Bülbül bir şeyler anlatıyordu, kendi lisanıyla. Anlamıyordu ama bülbülün ilgisi, müzikal ötüşleri kafasını dağıtıyor, kucağında ki yaramazla beraber dinlendiriyorlardı, Ahmet Poyraz’ı. Çoğu zaman da keyif alıyordu. Bir süre karşılıklı oturdular. Zaman, yine yeni güne geçmişti, uykusu geldi, kalktı. Miniği kucağından indirmeden fincanı tezgâha bıraktıktan sonra bir tutam ekmek içi alıp masanın bir kenarına serdi. Kuşun gelmesi için de Minik ile içeri salona geçtiler, bekledi. Bülbül gelip kondu masaya. Uzunca ötüşten sonra ekmek kırıntılarını yemeğe başladı. Emin olduktan sonra Miniği yuvasına bıraktı, kendi de odasına çıktı, yatağına uzanmıştı ki kesik ötüşleri duyuldu, bülbülün. Bu ötüş ‘iyi geceler’ ötüşüydü. Gözlerini kapattı ve uyudu. Genelde geceleri uykusuz geçerdi ama bülbülle olan dostluğu, Miniğin de söz dinlemesi tüm yorgunluğu alıp beynini de boşaltmıştı bu iki dostu.

Pazar sabahı öğlene doğru kalktı. Kendisi de yatak da sırılsıklam ve darmadağındı. Günlerin yorgunluğu gece kâbuslara dönüşmüştü. Şaşırdı, nevresimleri topladı. Çamaşırları da birikmişti, makineyi çalıştırdı. Duşunu alıp mutfakta çayını yaptı. Her zamanki gibi sundurmada ki masasına kahvaltısını hazırladı. Kahvaltısına başlamadan önce Miniğin yemeğini verdi, sonra da çamaşırlarını asıp kahvaltı masasına oturdu. Daha ilk bardağını dolduruyordu ki Şuayip geldi. “Afiyet olsun, Poyraz. Bir bardak çayını içerim” dedi. “Teşekkür ederim abi. Hemen doldurayım” dedi ve mutfağa geçerek bir bardak alıp geldi, çayı servis etti. Minik de gelen yabancının etrafında kısık havlamalarla dönüyor, koklayarak tanımaya çalışıyordu.

“Nasılsın?”

“Bildiğin gibi abi” dediyse de, bu cevap Şuayip’i tatmin etmeyeceğini biliyordu. Çünkü kendisini iyi tanıyor ayrıca da çok dikkatli biriydi. Büyük ihtimalle de olanların farkındaydı.

“Bildiğim iyi değil, sanırım.”

“Haklısın. İşler epeydir iyi değil.”

“İşler düzelir ya da başka bir iş olur. Evdekilerin gidişiyle bununla bir ilgili olduğunu düşünmüyorum.” Evet, Şuayip farkındaydı ve söyleyeceğini de uzatmaz, kıvırmaz ‘pat’ diye söyleyen biriydi. Bunun için olanları da söylemek zorundaydı.

“Yakınız, senden bir şey saklayamam. Gittiğinden beri de aramadı.”

“İstersen ben arar konuşabilirim.”

“Sağol abi. Gitme kararını o aldı. Mizanını da o yapmalı.”

“Büyükler düşüncelerini çeler, biliyorsun.”

“Öyle de oldu, zaten. Eğer gerçekleri görüp de karar alamazsa, bizim etkilerimiz geçici olur, doğru yine gecikir, abi.”

“Anlıyorum seni. Kişi kendi kararını hür iradesiyle veremezse sorun çözülmez, sonraki günler de acı ve hüzünlü bir şekilde devam eder, diyorsun. Haklısın da.”

“Abi senden ricam, bizimkilere söylemezsen onları da rahatsız etmemiş olurum.”

“Tamam. Ha, köpek yavrusu da güzelmiş, bu yalnızlıkta da sana dost olur.”

“Evet, yolda buldum” dedi ve hikâyesini anlattı.

“Ne güzel bak! Yalnızlığında dost olmuş, iyi de olmuş. Görüşmek üzere, İyi günler” diyerek, çayının son yudumunu da içip masadan ayrıldı, Şuayip. Ahmet Poyraz da kahvaltısına devam etti.

Bülbül ıhlamur ağacındaydı, kendini göstermiş ama ötmemişti. Bir sıkıntısı mı vardı, yoksa misafiri olduğundan rahatsız mı etmemişti? Dikkatini çekmişti Ahmet Poyraz’ın ama gözleyecek zamanı da kalmamıştı. Masayı toplarken yine bir tutam ekmek ufalayıp masanın kenarına bıraktı. Arabaya binerken ‘teşekkürünü’ uzun ötüşüyle duyurdu, bülbül. Ahmet Poyraz da kolunu pencereden çıkarıp selamladı. Minik de bahçe sınırına kadar gelip havlayarak yolculadı. Mali durumdan dolayı tamir ve bakım işlerini Pazar gününe ayırmıştı.  Günün geç saatlerine kadar o işlerini halledip eve döndü. Yorgundu, ne Minikle oynayabildi ne de kahve içimlerini bülbülle karşılık yapabildi. Tasa yemeği, masaya da ekmek kırıntılarını serpiştirdi, duşunu alıp yattı.

Yeni haftanın günleri de yaklaşık aynı tempoda geçiyordu. İki dostu; sabah işe mutlu gönderiyor akşamda yorgunluğunu alıyorlardı. Haftanın Perşembe günüydü. Her zaman ki gibi aynı güzergâhtan evine dönüyordu. Telefon çaldı, yaklaşık aynı saatlerdeydi bu telefon çalmaları, arayan Neva idi. Numarayı kayıt etmemesine rağmen biliyordu, ezberindeydi. ”Efendim.”

“Merhaba, nasılsınız?” 

“Teşekkür ederim, iyiyim. Siz nasılsınız?”

     “Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Cumartesi günü, aynı yerde ve aynı saatte bekliyor olacağım. Geleceksiniz, değil mi?

“Geleceğim.”

“Teşekkür ederim, görüşmek üzere.”

“Görüşmek üzere” dediğinde Ahmet Poyraz’ın yüzü rahatlamış, bir huzur konmuş gibiydi. Aynaya baktı, görüntü hoşuna gitti. Ne oluyordu? Neler oluyordu? Ama rahatlamış ve kendini bulmaya başlamıştı. Bu durum onu değiştiriyor muydu? Yoksa bu zor günlerinde bir nebze de olsa toparlayıp güç mü veriyordu? Ne olursa olsun, zor geçen günlerinin tek düzeliğine biraz farkındalık ve anlam katıyordu, Neva. Az da olsa heyecan da hissediyordu. Neva, mecburi bir liman mıydı yoksa bu sıkıntılı günlerinde gerçekten bir lütuf muydu? Bilemiyordu. Bildiği bu toz bulutunun arasında net gördüğü bir güzellikti. Sevecen ve beklentisiz bir insandı.

     Her zaman olduğu gibi sundurmaya çıktı, masadaki aynı sandalyesine oturdu. Minik ayaklarına dolanıp kucağına çıkmaya çalışıyordu. Kucağına aldı ama kafası farklı yerdeydi. Bu günde geçmişti ama eşinden telefon gelmemişti, hoşuna da gitmemişti. Tabii çocuğunun sesini de duyamamıştı. Bu durum kahrediyordu, kendisini. Sığındığı da sadece yuvasında sundurmasıydı.  Yine ormanın derinliklerine bıraktı, gözlerini. Bir an orman kayboldu gözlerinden daha ötelerdeydi, görmek istedikleri. Sisli görüyordu öteleri, aralamak istedi sis bulutlarını, elleriyle dağıttığı kümelerin ardından yığınla geliyordu, sis bulutları daha da griden siyaha doğru. Bakışları daha solgun ve ürkek bir hale dönüştü. Gözler kızarmış, pınarları dolmaya başlamıştı. Göz kapaklarını indirdiğinde, masaya yağmur taneleri gibi düşüyordu, gözyaşları. Bir müddet sonra başı düştü avuçlarına. Ta ki, karşı yamacın set üstünde ki ıhlamur ağacında öten bülbülün sesiyle irkildi. O yine oradaydı ve onu gözlüyordu. Bülbül bu sefer alışıla gelmişin dışında ötüyordu. Çığlık atar gibi, çık oradan der gibi, ötüyordu. Kendini toparladı, başını kaldırdı dinlemeye başladı, bülbül’ü. Sanki sadece ona ötüyor, resital yapıyordu. Beraberce gece yarısını yaptılar. Ama adamın kafasını kurcalayan bu rastlantılar normal miydi? Kendinle konuşmaya başladı; bir taraftan hiç tanımadığı bir insanın hayatına girişi ki ne olursa olsun moral ve güç buluyor, heyecan yaşıyordu. Diğer taraftan Minik’in de yaşamına katılması, onunla zaman geçirmesi hatta oyalayıp gerginlikten uzak tutması ve de günlerdir ıhlamur ağacında olup da bu kötü günlerde fark ettiği bülbül. Neler oluyordu? Bu tesadüfler bu kadar mı rastlantı olabilirdi? Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu, ruhunda. Bülbül ötüşlerini kesik kesik göndermeye başladı. Evet, bu kadar yeter, haydi artık kalk, yatma vakti geldi, der gibiydi. Kalktı, ekmeğini ufalayıp masaya bıraktı, Minik’in de başını okşayıp ‘iyi uykular’ dedi ve gitti. Ardından uzun ötüşlerini gönderdi, bülbül.

     Cumartesi sabahı kuş sesleriyle uyandı. Yatakta uzun uzadıya gerindikten sonra Neva ile buluşması geldi aklına. Kalktı, banyoya girdi. Duşunu alıp, tıraş oldu. Odasına geçip giysi dolabını açtı. O da spor giyinirdi ama bu sefer daha özen gösterdi. Sanki toy bir delikanlının sevgilisiyle buluşma arifesinde hissetti kendini. Güldü, hele o halini aynada görünce katılarak güldü. Sonra da keten pantolonunun altına spor ayakkabılarını giyip evden çıkarken dostlarının yemeklerini vermeyi ihmal etmedi.

Saat 14.30’u gösteriyordu. Arabadan inmedi bir sigara yaktı, dikiz anasından kendini seyrediyordu. Yine sorular kafasının içinde sarmal halde derinleşiyordu. Rahatsız oldu, doğru yapıp yapmadığından hâlâ emin değildi. Saate tekrar baktığında 15.00’e 5 vardı. Tam ineceği sırada sol yan aynadan koşmakta olan Neva’yı gördü, nefes nefese idi. Arabadan çıktı, elini kaldırarak, “buradayım” dedi. Kız bir an rahatlamıştı, yönünü ona dönerek yanına geldi. “Merhaba!” dedi, nefes alışları çok sıkça idi. “Geç kaldım sandım, yetiştim herhalde” dedi. “Merhaba! Ben de henüz geldim. Rahat ol! Geç kalınmışlık yok yani” dedi, Ahmet Poyraz. Kızı biraz rahatlatmıştı. “O zaman kahve içmeye gidelim, haydi” dedi.

Kasrın bahçesinden girdiler, doğruca deniz kenarında ki boş bir masaya oturdular. Neva etrafına bakıp garsonu görmeye çalışırken, “kahvelerimizi sipariş edeyim” dedi. Ahmet Poyraz da eliyle çenesini tutup yüzünü masaya döndürdü, “içmesek de olur, telaşa gerek yok soluklanmalısın öncelikle” dediğinde göz göze idiler. İkisi de gözlerini almıyor, alamıyorlardı. Kim bilir neler söylüyordu, gözler. En doğruyu onlar söylerlerdi, zaten. Bıraksan saatleri alırdı, göz muhabbeti. Ama garson müsaade etmedi, “Ne alırsınız?” sorusu göz filmini kısa kesmişti. Neva, “şekersiz kahve, lütfen” dedi. Adam da “aynısından iki tane rica ediyoruz” dedi.

Kahveler geldi, yudumlar gözlere köprü oluyordu. “Günlerin nasıl geçti?” diye sordu, adam. “Okul, iş ve ev üçgeninde zaman değerlendiriyorum. Siz de okul olmadığı için doğru parçasının üzerindesiniz” dediğin de Ahmet Poyraz gözlerini boğaza doğru çevirdi, ne kıyı da oynaşan balıkları ne de geçen gemileri seyrediyordu. Dalmıştı doğru parçasında ki ev kelimesine. Neva da şaşırdı. Bir pot kırdığını düşündü, ama anlayamadı.

“Sanırım sözlerimle canınızı sıktım. Özür dilerim. Nerede yanlış yaptım?”

“Üzülme! Sen yanlış yapmadın. Yanlış yapan benim.”

“Ne olduğunu sorabilir miyim” dedi, özgüveni yüksek olmasına rağmen ürkek ve çekingen ses tonuyla. Derince bir kaç nefes aldıktan sonra, “Arkadaş mıyız, dost muyuz, uzak mıyız ya da özelimizi konuşacak kadar yakın mıyız bilmiyorum. Ama bildiğim bir doğru var ki, o da yüreğimin sesi. Onun da bu durumdan dolayı bir tereddüdü olmadığına göre; evet, hayatım bu, doğru parçasında da ev boş” dedi. Yutkundu ve sustu. Anlamıştı Neva, yüzüne düşen mahcubiyet gölgesi gamzelerini örtüyordu. Sessizlik ortama çökmüş, havanın sıcaklığı ile kasveti arttırmıştı. Neva’nın üzülmesi de Ahmet Poyraz’ı üzmüştü, en azından durumu kurtaracak bir hamle yapmalıydı.

“Mahcup olduğunu sanarak gamzelerini kızıllıklara gömdün. Bu hal sana yakışmıyor. Yanlış bir şey de söylemedin. Yine de hata yaptığında ısrarcıysan, o zaman bir ceza vermeli sana” diyerek, havayı biraz yumuşatmak için cümlesini şaka ile tamamladı.

“Kabulüm” dedi, heyecanlanarak. Ne de olsa özrünü bertaraf edecekti. Ahmet Poyraz kahvesinin son yudumunu içtikten sonra kahve tabağını fincanın üstüne ters koyup çevirdi ve kapattı. Neva da şaşkın gözlerle onu takip ediyordu.

“Cezan bu, kahve falına bakmanı istiyorum.”

“Tamam” dedi, sevinçle. Bu bir ceza değildi, ona göre. Biraz düşününce, “Ben faldan anlamam ki.”

“Ceza cezadır” dedi, Ahmet Poyraz. Çaresiz bir şekilde kabul etti.

“İnsanın bir dostu olmalı bu dünyada, belki bir yastık, belki bir liman...” diye devam ederken, “Belki de bir omuz olmalı, ağlayacak” diyerek tamamladı, Neva. Hoşuna gitmişti bu hamle, derinliği olan, akıllı ve güzel bir kız’dı.

“Neva!”

“Efendim!”

“Güzel olduğunun farkında mısın?” dedi, tebessüm ederek, Neva da; “Kalıcı olanı mı, geçici olanı mı?” dediğin de Ahmet Poyraz çok şaşırmıştı, böyle bir cevap beklemediği gibi böyle yanıtı da o ana kadar hiç duymamıştı. Akıl, espri, sevecenlik, sıcaklık, samimiyet gibi her bir duyguyu içinde barındıran bir yorumdu. Ahmet Poyraz bu durum karşısında öyle bir kahkaha attı ki yan masadakiler dönüp baktılar. Sonra da özür diledi masalardan.

“Müthişsin, seninle konuşurken mayına basmamak gerek” dedi.

“O kadar da değil ama.”

“Kesinlikle değil. Ne derler; leb demeden...” Neva araya girerek, “leblebiyi anlamak mı”  dedi.

“Öyle denir de, senin derinliğin daha farklı.

“Ne gibi, yani?”

“Şöyle ki; -leb demeden nohut’u anlamak- hatta sen daha ilerisin, Çorum olduğunu anlayabiliyorsun.

“Hoşuma gitti, onure de oldum ama bayağı bir uç benzetme oldu. Abartı yani.”

“Tabii ki de abartmıyorum. Soruya gelince; geçici olanı da güzel, kalıcı olanı daha da güzel” dediğinde, yine gamzelere gölgeler inmeye başlamıştı ki, “Hop, hop hop... Bunda utanılacak bir şey yok ki, gurur duymalısın bu yetinle, ben de seni tanımaktan onur duyuyorum. Sakın ola ki gamzelerine gölge düşürme. Anlaştık değil mi?” dedi.

“Tamam, anlaştık” dedi, elini Ahmet Poyraz’ın kahve fincanına uzatarak, hoşuna gitmişti bu cümleler, belli etmemek için de fala bakma hamlesine örtünmüştü.

“Falına bakayım, bari” dedi ve elini fincana uzatırken, “Biliyor musun? Seni tanıdığımdan beri iki güzel şey oldu? Heyecan ve merakla daha dikkatli bakıyordu, Neva.

“İlki telefonundan hemen önce ‘doğru parçasındaki boş evi düşünürken…’ Neva tekrar başını öne eğerken;

“Anlaşmıştık, hani?”

“Tamam, kusura bakma! Alışıyorum işte.

“Ha, ne diyordum? ‘Doğru parçasındaki boş evi düşünürken’ bir köpek yavrusunu eziyordum.”

“Ezdin mi?” dediğinde yüzünde üzüntü hâkimdi. Olanları adım adım anlattığında ise çok mutlu oldu.

“Teşekkür ederim, yaptıkların için, biraz insafsız görünse de iyi bir eğitmensiniz. İkincisi?” diye sorduğunda ise bülbülü anlattı.

“Günün yorgunluğunu alan iki dostum” dedi. Biraz alındığını fark ettiğinde de; “Bir üçüncüsü de var.”

“O da kedidir herhalde.” Güldü, Poyraz; “Valla kediye hiç benzemiyor” dedi.

“Ne ki?”

“Sensin, Neva” dedi. Bir anda ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı, elleri titreyerek, fincanı tabağın üstünden aldı, içini tabağa boşalttıktan sonra fincanın içinde gezindi. Duyduklarına dolayı kendini fincanın telvelerinde gizlemeye çalıştı. Şekillere bakar gibi yaptı, kendini toparladıktan sonra da gördüğü çizgilere de anlam bulmaya başladı. Ahmet Poyraz da onu izliyordu, farkındaydı ve övünmeyi sevmiyordu.

“Şimdi; evlisin, orman içinde bir site de oturuyorsun bir de çocuğun var, erkek” dediğinde, Ahmet Poyraz yine gülmeye başladığında, Neva eliyle dudaklarını kapattı, “Aman ha! Masaları yine rahatsız etmeyelim” dediğinde, parmak uçları dudaklarındaydı. Gözleri şefkat dolu sımsıcak bakıyordu. Bu dokunuş, bu bakış; yardım severdi, dosttu ve içtendi. Duraladı Poyraz, sorgulamak istemiyordu bir başkalarıyla ama bu kadar basitti gönül almak ve olabilecek kötü düşünceler bu kadar kolay bertaraf edilebilirdi. Kendine, iç sesine dönerek; “Bırak oğlum, anın mutluluğunu yaşa, zaten doğru parçasının eğik olmayan tarafı yok ” dedi.

“Devam edeyim mi?”

“Şu ana kadar hepsi doğru, lütfen devam et.”

“Dalga geçme ya! Bunlar, patron Cahit Bey’den duyduklarım. Nereden bileyim ki?”

“Bozulma hemen. Anladık o kadarını canım, sen devam et.” “Canım” hitabı da Neva’nın hoşuna gitmişti; yalın, samimi ve derinliklerden geliyordu. Devam etti Neva; “Bir araban var, demeyeceğim”

“Bence de, çok açık etmiş olursun.” Sonra bakışlarını fincanın dibine kulpa doğru uzanan telve yığıntısına dikti ve öylece kaldı. Sanki çok bilinmeyenli bir denklemi çözmeye çalışıyordu. Kaşlarını çattı. Elinde ki fincanı evirip çevirmeye başladı. Olmadı, gözlerini dikkatlice dikti. Ayrıntıları kaçırmak istemiyordu, gözlerini daha da yaklaştırdı. Başını da eğip nefes almadan bakıyordu. Ahmet Poyraz her hareketini izliyor, bu işin piri ciddiyetinde ki edasını şaşkınla izliyordu. Neva hafif terlemeye başladı, havanın sıcak olmasından olsa gerekti ya da gerçekten gördüklerini mi anlamlandıramadı?

“Kötü bir şeyler mi gördün? O çukurdan çıkamadın.”

“Faldan anlamam demiştim, ya. Buraya kadar” dedi, ama beden dili sözlerini hiç mi hiç onaylamıyordu. Ahmet Poyraz da üstelemedi.

Beraberce yönlerini boğaza döndüler. İkisi de susmuş denizi seyrediyorlardı, öyle görünüyorlardı.

Birkaç aile de kıyıdan çocuklarıyla martılara simit atıyorlar, onlarda simit parçalarını suya düşmeden yakalıyorlardı. Ancak bu iki arkadaş olanları görmüyorlardı, bile. Poyraz yaşadıklarında, Neva ise kahve fincanının derinliklerinde kalmışlardı.  Ne kadar zaman geçti bilinmez, “Kalkalım mı?” sorusuyla sessizliği seslendirdi, Ahmet Poyraz.

“İstiyorsanız kalkabiliriz.”

“Geç kalmanı istemem.”

“Başka bir işim yok. Eve gittikten sonra dinleneceğim. Yarın Pazar, temizlik günüm. Ders çalışır biraz da tembellik yaparım. Hayatım bu kadar sade ve kolay” dedi, kız.

“Ne güzel, tanım ortada uygulaması da basit. Başka?”

“Ne gibi?”

“Mesela, sosyal hayatınız?”

“Var tabii, artık var. Arkadaş olarak sizsiniz” dediğinde şaşırdı.

 

“Nasıl yani?”

 “Okul ve iş arkadaşlarım tanımlarıyla sınırlı, diğer uğraşlarımı da tek başıma yapıyorum. Sinema, tiyatro, spor vs. gibi”

“Kendini tanıyor, isteklerini biliyor, tanımlıyor ve uygulayabiliyorsun. Çok akıllısın, yüreğinde çok güzel, umarım hep karşılık bulursun. Beraber olduğun insanı mutlu etme ötesinde huzur da veriyorsun”.

“İltifat ediyorsunuz.”

“Kesinlikle değil, üstelikte iltifatta etmem. Siz bağımlılık yapılabilecek özelliktesiniz.” Hoşuna gitmişti, Neva’nın. Yönünü tekrar denize çevirdi,  Poyraz da. Boğazın karşı yakalarını seyrediyorlardı. Aslında sadece gözler o yöndeydi. Ahmet Poyraz içinde bulunduğu sorun girdaplarında çıkış ararken, Neva da kahve falında kalmıştı. O karartıda ki şekillere neden takıldığını çözmeye çalışıyordu. Faldan anlamamasına rağmen o belirsiz şekiller neden bu kadar ilgisini çekmişti. Zeki kızdı, belli belirsiz o şekilleri birleştirdiğinde; “Kötü, çok kötü” dedi, titreyerek irkildi. Sesini duymuştu Ahmet Poyraz.

“Ne oldu, Neva?” dedi, duymamıştı Ahmet Poyraz’ı. Gözlerini yumdu, fincanın içinde tekrar gezinmeye başladı. Poyraz sadece seyrediyordu. Rahatsız etmek istemedi. Bu sefer şakaklarından birkaç ter damlacığının çenesine doğru süzüldüğünü gördü. Endişelendi ama dokunup, sorup ürkütmek istemedi. Neva’nın surat ifadeleri değiştikçe o da kaygı duyuyordu ki yeni terler alın çatalından inmeye başladı. “Bir terslik var” dedi, Poyraz. İlk aklına gelen de ruhsal bir rahatsızlığının olabileceğiydi. Eşinden tecrübeliydi, üstelik Neva’yı da çok iyi tanımıyordu. Dikkatle izliyor ama dokunamıyordu. Ani bir hareketle kafasını kaldırdı, derin bir nefes aldı, Neva. Ellerini yüzüne götürüp, saçlarını sıyırarak ensesinde topladı. “Neva, iyi misin?”

“Yok, bir şey yok, iyiyim. Sizi de telaşlandırdım sanırım. Özür dilerim.”

“İyiysen sorun yok ama hiç öyle görünmüyorsun.

“Gerçekten yok bir şey.”

“Ne bileyim kafan bir yere takılmıştır,  moralin bozuktur ya da ruhsal…”

“Haklısın, ilk akla gelebilecek ruhsal bir sorun ki o da yok, inanınız.”

“Size inanıyorum. Ancak surat ifadelerin ve ter dökmen endişe verici, spazm olabilir mi?”

“Şükür ki sağlık adına da bir sorunum yok. Kaygı duymanıza sebep olduğum için affedin, ne olur.”

“Affedin de ne demek. Olur mu öyle şey. Tabii ki de kaygı duyacağım. Arkadaşımsın, dostumsun. Kaygı duymamam yanlış olur.”

“Teşekkür ederim dostum.”

“Su söylemiştim, içtikten sonra da kalkalım. Sen de istirahat edersin.” Bardağa suyu doldurup uzattığında, Neva’nın eli titredi. Ahmet Poyraz masadan kalktı, Neva’yı hafif kendine yaslayarak suyu içirdi. Son yudumunda elini tuttu ve göğsüne yapıştırdı, gözlerini Poyraz’ın gözlerine dikerek; “Teşekkür ederim, dostum” diye, yineledi.

“İyi ki sen de benim dostumsun” dedi. Neva, gözleriyle tebessüm ediyordu, Poyraz’ın gözlerine.

“Biliyor musun, Poyraz?” dediğinde, İlk defa ismiyle hitap ediyordu, sanki çok eski tanış hatta dostmuş gibiydi, “Poyraz” kelimesinin dudaklardan çıkışını ruh hali de destekliyordu. Kelime ve cümleleri samimi kullanıyordu. O da hiç rahatsız olmadığı gibi yakın bir arkadaşın seslenişi vardı, Neva’nın hitabında.

“Buyur, seni dinliyorum” dedi.

“Dost seçimimde yanılmamışım”.

“Bunu hak edecek bir şey yapmadım ki”.

“Sesinin rengi, gözlerinin tasdik etmesi, samimi olmam, kaygı duyman yeterli olduğunu biliyorsun, Poyraz.”

Sadece başını yukarı aşağı sallamakla yetindi, Poyraz. Şimdi uzaklara gitme sırası ondaydı. Hayatın sunuşları mı zamansızdı, kendi mi yanlış zamandaydı? Yaşamın içinde var olan cilvelerdi bunlar ama yüklenmesi de taşıması da ağır yüktü, bunlar. Her omuzun taşıyamayacağı ırak yüktü, bunlar. Evet, Neva fazlasıyla hafifletiyordu yükünü, yaşamını da fazla katkı sağlıyordu; renklendiriyor, dokunuyor, huzur veriyor ve mutlu da oluyordu. “Hâlâ inanamıyorum, Neva nasıl bir tesadüf etmişti hayatıma? Diye düşünürken, başını çevirerek, “Neva…”

“Efendim, dostum.”

“Sen benim…” dediğin de gözleri parıldadı, sanki duymak istediği bir şeyler varmış gibi pür dikkat dinliyordu. Anlaşılan onun da ruhu çok açtı, o da bu tokluğu Poyraz da buluyordu. Kim bilir, gün geçtikçe o da bu tokluğu sonsuz kılmak istiyordu. Çünkü o da Poyraz ile olmak, zamanını geçirip paylaşmak, nefes almak istiyordu. Neredeyse aşikâr belliydi. “Efendim, dostum” dediğinde, yüzünü de ruhuna da mutlu ifadeler kaplamıştı.

“Sen benim –zamansız ve mekânsız- dostumsun.” Neva yerinden fırladı ve Poyraz’a sarıldı, bu dokunuşları, bu eylemleri duygular sağlıyordu; düşünmüyor, süzgeçten de geçirmiyorlardı. Çevre masadakiler onlara bakıyorlardı, ancak umurlarında da değildi. “Haydi, gidelim” dedi, Ahmet Poyraz.

Neva, Poyraz’ın elinden adisyonu çekip aldı. Ahmet Poyraz üstelemesine rağmen vermedi. Hesabı ödedi, Kasrın bahçe kapısına yaklaştıklarında, “Eh, hesabı da ödediğine göre kahveye çağırmazsın, artık”.

“Ben sözümde durdum. Sende davete icabet ettin. Sıra sende, davet edersen gelirim. Ben davet için aramam, artık.”

“Zaman ne gösterir beraberce bekleyip göreceğiz.”

Kasrın bahçesinden çıktılar, arabaya kadar da şakalaşarak yürüdüler. Sarıldılar, Ahmet Poyraz arabaya bindi, Neva da yolculadı. Araba uzaklaşırken, Poyraz aynadan Neva’ya bakıyordu, Neva de el sallarken, “Kahvenin telvesini de şeklini de bilmem ama yüreğimden kötü şeyler geçti. Umarım senin için hayırlı olur, dostum” diye geçirdi, içinden.

Ahmet Poyraz yaşlı ceviz ağacını geçerken aynaya baktı. Beti benzi yerinde yüzü gülüyordu. Ruh hali de çok iyiydi. “İnsanın gerçek beslenmesi bu olsa gerek” dedi. Sesin yansıması arabanın bütün camlarını gezindi. Eve yaklaşmıştı, direksiyonu bahçeli kahveye değil, eve doğru kırdı. Aklında bir an önce kahve yapıp sundurmaya çıkmak vardı. Arada yakaladığı bu mutluluğu solumak, bülbül ve Minik ile paylaşmak istiyordu.

Bahçe sınırında Minik karşıladı, artık sınırını biliyordu. Bu da Ahmet Poyraz’ın hoşuna gitti. Miniğin yemeğini verdikten sonra kahvesini yaptı ve aynı sandalyesine oturarak bülbülü bekledi. Kahvesini bitirmişti ama bülbül gelmemişti. Tuhafına gitti, hüzünlenmişti de. Bir süre daha bekledi, gecenin sessizliğinin derinliğinden gelen “cıık... cıık” seslerini duyar gibi oldu. Biraz daha bekledi, tam emin olamamıştı. Sundurmadan bahçeye indi. Minik de şaşırdı o da peşinden gitti. Bahçe bitiminde yol ve yolun bitiminde setin üstünde ıhlamur ağacı bulunuyordu. Bahçe kenarında kendi diktiği salkım söğüt ağacını siper alarak, gecenin sessizliğine kulağını iyice yasladı. “cıık.. cık... cıık” seslerini duydu, aralıklı olarak birbirini takip ediyordu sesler. Bu, arkadaşı bülbülün sesi değildi. Bülbülcük sesleriydi bunlar. Arkadaşının yavruları olmuştu, çok mutlu oldu, demek ki onun için gelmemişti. Birden döndü ve eve doğru koşmaya başladı. Minik de peşinden koşuyordu. Düştü, minik de ona takılıp üstüne düştü. Onun düşmesine neden olan karanlıkta göremediği oğlunun bisikletiydi. Yerde yüzüstü boylu boyunca uzanmış yatarken gülmeye başladı. “Oğlu bu bülbülcükleri kıskanmış mıydı, acaba?” diye düşündü. Gülmeye devam etti. Kalktı ve mutfağa gitti. Ekmek parçalarını ufalayıp korkuluk demirinin üzerine serdi. Ürkütmemek için de Minik’i kucağına alarak eve döndü. Salonun ışığını kapatıp takibe başladı. Birkaç dakika sonra ufalanmış ekmeği yemeye başladı, bülbül. Uzunca ötüp ıhlamur ağacına geri döndü. Yapılanı anlamıştı bülbül, teşekkürünü uzun ötüşüyle iletti. Ahmet Poyraz mutlu olmuştu ve huzurlu hissediyordu, kendini. Bir sandalye çekip izlemeye başladı. Birkaç kez daha geldi bülbül. Son gelişinde kesik kesik öttü. Yine yüzü güldü adamın, biliyordu bu kesik ötmenin ne demek olduğunu; “Haydi git yat, iyi uykular” diyordu, bülbül. Farkındaydı Ahmet Poyraz’ın onu izlediğini. O da bu küçük dostunu kırmadı, kalktı Miniği yuvasına bıraktı ve odasına gitti. Yatağa uzanmıştı ama uykusunu yaşadığı bu mutlu kareler engelliyordu, aslında hoşuna da gidiyordu. Neva, Minik ve bülbülden sonra da bülbülcüklerin hayalleriyle yüzünde oluşan tebessümle uykuya daldı.

Yeni hafta başlamış, her günün aynı saatlerin de ve aynı güzergâhın aynı yerinde gözü telefona gidiyordu, Ahmet Poyraz’ın.  Telefon çalmıyordu. İstemsiz ve alışkanlık yapan tepkimelerdi, bunlar. Gerçi aramayacağını söylemişti. Ararsa geleceğini beyan etmişti. Gülmeye başladı. Kim bilir nasıl da bekliyordu telefonun çalmasını. Aslında telefonun çalmasını uzun zamandır kendi de bekliyordu. Beklediği; yaşadığı bu zor günler de eşinin mizanı yapıp, doğruyu görüp, oğlu ile gelmesi ya da “gel al bizi” demesini bekliyordu, telefonun ucunda. Sadece bir telefon bekliyordu. Ama o telefon bir türlü çalmıyordu, çaldırtmıyorlardı.

Günlerden Perşembeydi ve eve dönüş vaktiydi. Yaklaşık Neva’nın telefon ettiği zamanlarda aynı yerden geçiyordu. “Kim bilir, nasıl da gözü kulağı telefondadır? Nasıl da bekliyordur? Bu şaka çok mu ağır oldu”, diye de kendine sitem etti.

Cuma aynı saatlerde yaşlı ulu ceviz ağacının altında arabasını durdurdu. Telefonunu aldı ve numarayı çevirdi. İlk zil çalıyordu ki, çevrim açıldı, “Efendim dostum” dedi, Neva. Canlı ve o kadar da heyecanlı bir ses tonuyla. “Merhaba, Neva! Nasılsın?”

“İyiyim Poyraz, sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Teşekkür ederim. Aynı gün, aynı saatte ve aynı yerde” diye haber verdi.

“Teşekkür ederim, o gün, o saatte, orada olacağım.” Çok mutlu olmuştu. Öyle ki Cahit Bey, “Ne o kız, sevgilin mi aradı” deyince, gamzeleri söndü. Cevap vermek için kekeledi, kendini topladıktan sonra; “Güzel bir haber aldım, Cahit Bey” dedi.

“Senin için hayırlısı olsun o zaman”. Cahit Bey de, seviyordu, Neva’yı; dürüst, bilgili, hatta çalışmalarında yenilikler ve kolaylıklar sağlamıştı işyerine, personel de çok seviyordu, bu özverili kızı.

Ahmet Poyraz da yola çıkarak evine gitti. Her zaman ki gibi Minikle oynadıktan sonra kahve fincanıyla sundurmada ki masasına geçti. Yönünü ormana çevirdi, ayaklarını da korkuluk demirlerine yasladı. Yaramaz Minik de, “kucağına al beni” edasıyla masanın dibinden ona bakıyordu. O da kırmadı kucağına aldı kuyruk sallıyor, patilerini göğsüne yaslayıp yüzünü yalamaya çalışarak teşekkürünü iletiyordu. Bu sefer daha keyifli içiyordu kahvesini, sigarasının dumanını da ortama uygun salınıyordu. Ormana baktığında ağaçlar bile net görünüyordu. Değişen ne olmuştu ki? Bir nebze dokunuş, bir tutam ilgi, bu kadar mı etki yapıyordu insan hayatına, bu kadar basitti aslında. Bir anda farklı bir enerji yüklenmişti, vücuduna. Morali yüksek, işine daha mutlu gidiyor, hayata daha pozitif bakıyordu. Bu kadar sade olanı neden bu kadar zorlaştırırız ki yaşamımızda? Hangi sebep doğurabilirdi ki? Durduk yere hem de kendi hayatımızı hep yokuşa, dikenli yollara hatta uçurumun kenarına konuşlandırmayı. Sonra da nedenler ararız, üstelik ukalaca kendi dışımızda. Hayret ve esefle bakakaldığımız, bilmeden değirmenin hunisine bıraktığımız kendimizi ve hak etmeyenleri, un ufak toz haline getirirken ne de sitemlerde bulunuruz kendi dışımızdakilerine. Bu kadar sade ve kolaydı ama yazık diyordu, üzülerek.

Ağaçlar flulaşmaya başladı. Kanadını kıran, bir yanını eksik bırakan, gün geçtikçe kronikleşen sorunlar yine uçuşuyordu, gözlerinin önünde. Ağaçlar birleşiyor, görüntüler tek renk tek çizgi haline dönüşüyordu. “Çık oradan” dedi, kendine. Çıkamadı. Biraz nalıncının keseri olmalıydı, olabilir miydi? Olamamıştı. Olamazdı da, böyle bir edinimi yoktu yaşamında. İlk öğretmeniydi, babası. Kendisine ne böyle bir şey vermişti ne de onun yaşamında vardı. Çocukken de takip ederdi, babasını. O günler geldi, aklına. Bir keresinde babasına kötülük yapan bir adam gelmişti kapılarına, ertesi sabah evden ayrılırken para verdiğini görmüştü babasının. Sormuştu da; “Neden?” diye. Babası da; “Bak oğlum! Biliyorum bu adam bize fenalık yapmıştı. Pişmanlığında samimi miydi ya da değil miydi, bilmiyorum. Bildiğim şu an düşkün durumda olmasıydı. Ben de “Aç mısın?” diye sordum, “Yorgun musun?” diye sordum ve sabahında harçlığı yoktu, harçlığını verdim ve gönderdim” demişti. “O zaman çok iyi anlayamamıştım babamın bu yaptığını ama yaşamımın temeline harcı bırakmıştı”. Şimdi geri dönüşü olmayan uzaklardaydı, çok uzun seneler olmuştu ve çok özlüyordu. Hüzünlendi, duygularını kontrol edemiyor, frenleyemiyordu, ağlamak istemiyordu. Çok özlüyordu, babasını çok da seviyordu. Gözyaşları yerinde duramıyordu, firar edip yanaklarından usulca süzülmeye başladı. Artık tutamıyordu kendini, hıçkırarak ağlamaya başladı. Minik korkmuştu, kucağından atladı ve yuvasına girdi. Yuva kapısından ürkerek seyrediyordu bu sevdiği adamı. İlk defa o kadar yüksekten atlamıştı. Sonra Ihlamur ağacından küçük bülbül sesleri geliyordu, ardından da anne bülbül uzun uzun öttü. İrkildi bir an, bülbülcükleri mi uyandırmıştı yoksa ‘üzülme mi?’ diyordu, bülbüller. Birkaç kere daha kesik kesik öttüler, bu ötüşü anlamıştı. Kalktı, korkuluğun üst demirine ufaladığı ekmekleri serdi. Anne bülbül korkuluğa konunca uzun ötüşünü gönderdi, yemeğini bitirince “teşekkür ve iyi uykular” ötüşünü de gönderdi. Bir nebze de olsa rahatlamıştı, yatağına girdi ve uyudu.

Sabah güneşi ve kuş sesleriyle erken uyandı. Artık kuş sesleri kalabalıktı, koro halinde duyuluyordu. Anne bülbül ve ufaklıklar çoktan uyanmış, miskin olan kendisiydi. Hatta Minik bile kalkması için havlıyordu. Yatak yine kâbus dolu gecenin izleriyle doluydu. Yorgan bir tarafta yastıklarsa kâbusun korkularındaydı. Kalktı balkon penceresini açtı, odayı havalandırdı. Nevresimleri toplayıp banyoya geçti.

Sonbaharın son güzel günlerini kaçırmak istemiyordu. Kahvaltısını hazırlayıp sundurmaya çıktı. Güne iyi başlamalıydı. Önce minik dostunun yemeğini hazırladı, kabına servis etti. Çayını yudumlarken, ıhlamur ağacında ki bülbül verandanın korkuluk demirine kondu. Şaşırdı, heyecanlandı da, 1-2 metre ötesindeydi, kuş. Parmaklarının ucu ile ekmeğin içinden bir tutam kopardı, korkuluğun üst demirine serdi. Kuş kaçmadı. Anlamış mıydı acaba bu yüklü adamın iyi bir insan olduğunu, Neva gibi. Yoksa Neva mıydı, bu kuş? Sonrada tuhaflaştı, “Neler düşünüyorum ben” dediğinde, kuş ötmeye başladı. Acaba evet mi diyordu yoksa yemek için teşekkür mü ediyordu. Güldü, “daha neler” dedi. Tuhaf duygular içinde huzurlu hissediyordu, geceye göre daha toparlamıştı, şimdi kendini. Masa arkadaşından feyiz alarak kahvaltısını bitirmiş keyif çayına başlamıştı. Bülbül hâlâ ekmeğini yemeğe devam ediyor arada da şakımayı unutmuyordu. Herhalde o da bu durumdan mutluydu. Adamın çayı bitmiş kuşu seyrediyordu. O da ekmeğini bitirdi, kanatlarını çırptıktan sonra uzunca öttü ve uçup ıhlamur ağacına, yavrularına geri döndü. Ardından bir keyif sigarası yaktı. Neredeyse karşılıklı oturup birbirlerini seyrediyorlardı. Adam sigara dumanından halkalar çıkarıyor, karşılığı ıhlamur ağacındaki bülbülden melodi olarak geri dönüyordu. Sigara bitimine kadar böyle devam etti. Son aylarda adam ilk defa böyle keyifliydi, bir de Neva’nın yanında huzurlu hissediyordu kendini. Mutluydu, sandalyesin de öyle bir gerindi ki düşmemek için zor toparlandı. Gülmeye başladı, hatta kahkahalarla güldü.

Haftanın günleri yine birbirine benzer geçiyordu, sadece bir değişiklik olmuştu. Heyecanla beklenen cumartesi buluşmaları, her ikisi de bir an önce o günün gelmesini istiyorlardı.

Saat 13.30 olmuştu, masayı toplayıp dostlarının da yemeklerini hazır bıraktıktan sonra odasına geçti, giyindi. Arabaya binerken spor giyinmediğini fark etti. Garipsedi ama geri de dönmedi.  Bir kitapçıya uğradı, roman reyonuna gitti ve gözüne çarpan ilk kitabı aldı. Kasrın parkına girdiğinde saat 14.30’u gösteriyordu. Kasrın bahçesinden girdiğinde Neva deniz tarafında masada oturuyordu. Ahmet Poyraz da henüz masaya yaklaşmıştı ki gülmeye başladı, Neva da gülüyordu. “Ne garip değil mi ikimiz de spor giyinmemişiz” dedi, Neva. “Evet, ne tesadüf hem de habersiz” diye tasdikledi. Merhabalaştılar, birbirlerinin hatırlarını sorduktan sonra kitabı uzattı. Neva da çantasından bir kitap çıkarıp Ahmet Poyraz’a uzatırken tekrar gülmeye başladılar. Poyraz; “İstersen ambalajlarını açmayalım. İkisi de aynı kitap olabilir” dediğinde, artık gözler gülüyordu. Kahvelerini söylemeyi unutmuşlardı, birbirlerini seyretmekten. Diller gözlere, gözler ruhlara bırakmıştı muhabbeti. İstekler yok, beklenti yok, sanki görür gibi yaşıyorlardı. “Öhö, öhö” sesiyle, mutlu oldukları boyuttan var oldukları boyuta döndüler. Bu ses garsonun sesiydi. Yine zamansız kareye girmişti.

“Özür dilerim, biraz da beklemiştim” dedi. Evet, anın farkındaydı garson da, birkaç dakikalığına o da müdahale etmemişti.

“Şekersiz kahve” dedi, Neva ve ekledi, “Aynısından iki tane olsun, lütfen.” Tebessüm etti, Poyraz. Artık ezberindeydi Neva’nın. Çok hoşuna gitmişti. İstemsiz olarak kıyasladı ve sordu kulaklarının arşivine, “başka kimin ezberindeydi?” ama bulamadı, kederlendi. Neva’nın gözünden kaçmamıştı, sordu; “Şimdi ne oldu ki? Seni üzen nedir, Poyraz?” dedi. Aslında bu cümle kederini daha da arttırdı. Dün tanıdığı insan kare kare okuyordu, onu. Ya eşi? Toparladı kendini, toparlamak zorundaydı da. Şimdi hüzünlenmenin hele ki üzmenin zamanı değildi. Zaman, az da olsa bu güzelliği yaşamaktı. Mutlu da oluyordu, huzur da buluyordu. Düşüncelerinden sıyrılıp; “Pardon! Üzgünüm meraklandırdım, seni. Yine de çok teşekkür ederim” soruyu bu kadar yanıtlayabildi. Neva da sorusunu yinelemedi.

Kahveler yudumlanırken, biraz da ortamın ağırlaşan havasını dağıtmak için; “Spor giyinmediğimize göre bir yere mi gideceğiz” diye, takıldı, Poyraz.

“Bilmem ki” dedi, Neva. Sesi hem titrek hem de kabulden yanaydı.

“Bildiğin ya da gitmek istediğin bir yer var mı?”

“Pek bilmem, ev, iş, okul. Böyle yerleri bilmediğim gibi tercihim de yok. Sen nasıl uygun görürsen öyle olsun.”

“Alkol almak ister misin?”

“Sen alırsan eşlik ederim, sanırım.”

“Haydi kalkalım. İleride deniz gören sur dibinde güzel bir meyhane var, gidelim mi?”

“Dediğim gibi, sen nasıl uygun görürsen öyle olsun. Senin tercihlerin kabulümdür.” Kahve içimleri bitmiş, muhabbetle beraber biraz da deniz seyri yapıldıktan sonra; “Kalk o zaman.”

Gidecekleri yer yürüme mesafesindeydi. Küçüksu köprüsünden geçerken tekneleri ve dere boyundaki eğlence yerlerindeki insanları seyrettiler. Köprü bitiminden sola dönüp kale surlarının dibindeki “burası” adlı meyhaneye girdiler. Duvar dibinde cam kenarındaki masaya oturdular. Poyraz, Neva’nın oturmasını bekledi. Neva tereddütsüz masanın duvar tarafındaki sandalyeyi boş bırakarak, karşı sandalyeye oturdu. Poyraz, “Kendi yönünü bana ve duvara verdi. Bana da kendisi ve mekânın tamamını görebileceğim sandalyeyi bıraktı. İlgisi mekâna değil banaydı. Müthiş! Olması gereken de buydu, teşekkürler Neva” dedi içinden. Garsona siparişleri verirken; “Balık sever misin?”

“E, bende deniz çocuğuyum, tabii ki severim.”

“Mevsim balığı, çoban salata, peynir, 35’lik rakı ve buz rica ediyoruz. Aynısından iki tane olsun” dedi.

Masa donatıldı. Balıkların yarısı yendiğinde, Poyraz rakı servisini yaptı. Kadehini kaldırdı, “Şerefe! Seni tanıdığıma” dedi ve Neva da aynı cümleyi tekrar etti, kadehinden bir yudum aldı. Poyraz içmemişti, onu seyrediyordu. Sonra kadehini masaya iki tıkladıktan sonra bardağını tek sefer de bitirdi. Neva huzur verici bakışlarıyla onu izliyordu. Alkol hissedilir olmuştu ki, gamzelerine gölgeler ağırdan iniyordu. “Adap bu mudur?”

“Kişiye göre değişir. Ben ilk kadehimi böyle alırım. Sonra da ahesteli ve muhabbetle devam ederim. Bir de ‘oturduğum gibi kalkmayı’ düstur edindim.”

“Hım, yeni bir bilgi daha öğrendim.”

Mekân da canlı müzik vardı. Keman, kanun, ut, klarnet, darbuka bir de bayan solistten oluşan güzel bir müzik grubu sanat müziği icra ediyorlardı. Masalardaki insanlar neşe ve efkâr noktalarında keyifli anlar yaşıyorlar, kendini bilen insanlar müdavimdi, mekâna. Solist şarkılarını masaların başında söylerken istek şarkılar da alıyordu, “istediğin bir şarkı var mı?” diye sordu, gülümseyerek. Biraz da mahcup bir şekilde başı ile “hayır” dedi. Poyraz; “benzemez kimse sana” şarkısını solistten rica etti. Daha da utangaç hale büründü ve gamzeler de kızıla doğru yol aldı. Adam farkındaydı ama bu sefer ikaz etmedi.

Solist şarkıyı masa da söylüyordu. Kadehler göz temaslarını arttırırken, kulaklar da namelerdeydi. Solist, şarkının “...benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım...” bölümünü söylerken Poyraz da sözlere eşlik ediyordu, gözlerini, zeytin iri gözlere mahkûm ederek sanki kendi söylüyordu. Neva’nın gamzeleri artık kızıla dönmüştü, başı önüne düşmek üzereydi ki Poyraz çenesine dokunarak parmaklarının ucuyla kaldırdı. Tatlı bir gülümsemeyle onun da gülümsemesini sağladı, Neva daha rahatlamıştı, gözü hep Poyraz’daydı, yaptıklarını, konuşmalarını ve de yükünü izliyordu, gözlerinde. Acıyordu yüreği Neva’nın, dostunu okudukça. “Ortak olmalıydım” diyordu kendine, bir an da, “Poyraz!” dedi.

“Efendim, canım” dediğinde, mutlu bir gülümseme oturdu, Neva’nın yüzüne.

“Yüküne yardımcı olmak istiyorum.” Gözleri dolmuştu, Poyraz’ın.

“Nedir bilmiyorum, nasıl yaparım onu da bilmiyorum ama hep senin yanında olduğumu bilmeni istiyorum.” Bu cümleler içtenliğin derinliklerinden gelen sözlerdi. Poyraz’ın elinde ki dolu kadehini bir yudumda bitirmesine neden oldu. Onun da ihtiyacı vardı, aslında. Ağır bir yüktü bu ve özellikle de boş hatta elleri kırılası alakasız insanların hayatlarına dokunmaları daha da ağırlaştırmıştı bu yükü.

“Seni dinliyorum, Poyraz” dedi, gözlerinin içine bakarak. “Üzülürsün” dedi.

“Önemli değil.”

“Seni üzmek hiç istemem.” Kendinden hayli emin ses ve eda ile değer verdiği kadını uyarıyordu.

“Bırak ben de üzüleyim. Biz dostuz, paylaşmalıyız ki yüklerimiz hafiflesin be dostum”. Uzun uzun Neva’nın gözlerine baktı. Derin bir nefes aldıktan sonra; “Ham meyvelere ehli olmayan insanların elleri dokundukça bu yükler hafiflemez be gülüm” dediğinde gözleri çakmak çakmak olmuştu, Neva’nın. Daha bir alışkanlık yapıyordu bu dostluk; hoşuna gidiyor, seviyor hatta duymak istiyordu bu cümleleri Poyraz’dan.

"Hele ki olgunlaşmayı düşünmeyen meyve, daha bir ortalık olur. Olur da gülüm, goncalara ne diyeceğiz, henüz çiçeğinde olan goncalara? İhtiyaçları var bize, bir avuç suya ihtiyacı olan henüz çiçek açmamış olan goncalara, ne diyeceğiz? “Benim hamimdin, neden dokundurdun bu uğursuz elleri bana” diye sorduğun da, ne cevap vereceğim gülüm?” dediğinde, yüzü gerilmiş, kaşlar çatılmış biraz da öfke yüklenmişti. Her şeyin eşiğinde gibi duruyordu, karşısında ki adam.  Geçişlere hâkim olamıyordu, yaşıyordu an be an. Kadehine hamle yaptığında elini tuttu Neva. O da onun elini sıkıca tuttu, gözleri de gözlerindeydi. Masaya biraz daha yüklenerek; “Biliyor musun, gülüm? İnsanlar kendi hayatlarına karar verir hatta başkalarına da teslim edebilirler, bu mizan da karar da kendilerinin özgür iradesine aittir, buna sözümde olmaz. Ancak her şeyden bir haber insan yavrusunu kendi kararlarının anaforlarında bırakmaya kimsenin hakkı yok” dediğinde yüzü kaskatı olmuştu. Başını denize doğru çevirip pencereden gelen iyotlu havayı derince içine çektikten sonra, “Sen, biraz önce yani kasrın bahçesinde otururken bir soru sormuştun.”

“Ne sormuştum ki?”

“Seni üzen nedir, Poyraz, demiştin ya?”

“Evet, sen de geçiştirmiştin.”

“Beni üzen...” yine yutkundu, Poyraz.

“Sen kahve siparişlerini verirken, Şekersiz kahve” dedin ve ekledin...

“Evet, aynısından iki tane olsun lütfen” diye, cümleyi tamamladı, Neva.

“... demiştin ve de hatırladın.”

“Tabii ki hatırladım, üzdüm mü yine seni?”

“Yok, bu cümlelerin bile beni tanıyıp, ezberlediğini gösterirken, yıllarca beraber olduğum insanın beni anlayamaması üzüyor, işte. Doğru insan olmayabilirim, iyi insan da olmayabilirim, ancak bunları yaşayan gören göz bir tarafından tutmalı, üslubuyla. Hatalarımız yok mu ki? Hepimizin var, benim de muhakkak var. Hatalar bizim olduğuna göre, başkaları değil bizim çözmemiz gerekiyor. İşte bu noktada müdahiller olunca da aşmazlar ve sonrasında da yıkımlar oluyor. İnsanların hatta muhatap olanın bile umurunda olmayabilir. Lakin unutmamak gerekiyor ki, emanet edilenlere karşı sorumlu ve zorunlu olduğumuz gibi, olumlu olmayan müdahillerin bu çemberde bulunmaması gerekiyor. Ne acıdır ki çemberin içinde olmaması gerekenlere karşı tekim” dedi, Poyraz. Hüzünlü gözlerle dinliyordu, Neva. Sadece “Seni anlıyorum, umarım sonu iyi olur” dedi.

“Ummak bir dilek, üstelikte iyi de bir dilektir de dümen sende değil. Acıdır ki sana da sorulmuyor, üstüne üstlük tekne sahibi de sensin. Oysa ben görüyorum o teknenin kayalara doğru gittiğini. Uyarıyorsun olmuyor, anlatıyorsun yine olmuyor. Olan ne biliyor musun? ‘Onlar büyük, onlar tecrübeli’  diyor, yüzünü asarak teknenin ortağı, diğer ortağı dinlemiyor bile, senin anlayacağın yok sayıyor.” Sustu derin nefesler almaya başladı, denizden esen rüzgâra dönerek. Devam etti; “Eğer bunca anlatımdan ve yaşananlardan sonra algılayamaz, anlamaz ve de görmeden yapılacak bir mizan bile geçte olsa o kayalara çarpmayı engelleyemeyecek”. Freni boşalan bir araba gibiydi, Poyraz. Neva’yı fark ettiğinde üzüldü, konuşmasını kesmesi gerektiğini düşünerek; “Özlüyorum gülüm, özlüyorum oğlumu” dedi ve kadehe elini attığı gibi bir dikişte yarıladı bardağını, bu sefer engellemedi, Neva. “Yükünü kaldırıp atmalı. Nasıl yardımcı olabilirim bilmiyorum ama ağır bir yük” dedi, Neva içinden ve devam etti; “Biliyor musun? Ben bu duygulara çok yabancı biriyim. Şöyle bakıyorum da doğru dürüst arkadaşım bile olmamış. Dostum ise...” duraksadı ve yutkunmaya çalışarak, “tek sen varsın ” dedi.

“Olmalı insanın dostu, sevmeli de hatta aşk bile yaşayabilmeli de önce huzura, mutluluğa katma değer olmalı, egoların girdabında o güzelliği erozyona uğratmamalı. Hele ki birliktelikler de ‘o uğursuz ellere’ müsaade etmemeli. Yoksa kendi yığıntımız altında zerre oluruz. Anlar mıyız? O da kesin değil ve ne yaparız bilir misin? Hâlâ suçu dışarıdakiler de ararız. Ne acı değil mi?” Neva’nın hüzünlü dinlediğini fark edince, ortamı yumuşatmak için, “Sen de hiç konuşmuyorsun be, dostum” dedi.

“Tamam konuşayım” dedi, biraz da sitem yüklendi, sandalyesini düzeltti, omuz ve vücudunu dikleştirdi ve hafiften eğilerek masaya kollarını dayadı; “Neden” dedi ve bir es verdikten sonra devam etti. “Kendi dışındakilere bu hassasiyet? Neden bu kadar iltimas geçiyorsun? Beni üzmemek için bile neden içindekilerini tam anlatmayıp yarım bıraktın? Anlat! Ne olabilir ki, ya işime gelmez çeker giderim ki zaten dost değilimdir ve de önemli değil, ya da dost isem; bu yükü paylaşmalıyım, yüklenmeliyim ve hüzünlenip ağlamalıyım da, bana bir daha hiçbir şeyi yarım anlatma, lütfen” dediğinde, kızgın değil, bir dostun sitemi, silkelemesiydi. Devam etti, “Ha, beni dost olarak görmüyorsan eğer ben de yanılmışım derim ve de çıkar giderim.” Bu samimi kararlılık karşısında çok rahatlamıştı. Haklıydı, Neva. Belki de hafif ölçekli bu sarsıntıya ihtiyacı vardı. Ama bu hassas konuları paylaşacak pek dostu yoktu, paylaşamazdı da.

“Bak Neva, bak dostum! Yanımda olman, bana ilgi, şefkat göstermen hatta ters döndürüp ayaklarımdan sallaman bile bana destek verme adına olduğunu biliyorum. Yanımda olman en büyük şansım olduğunu da biliyorum.” Bu sözler mutlu ediyordu, Neva’yı. Daha huzurlu, ‘her zaman yanındayım, sakın unutma!’ bakışlarıyla dinliyordu.

“Seni üzemem. Şu anda ki bu durumumu beni dünyaya getiren annem bile bilmezken sen biliyorsun. En yeni tanıdığım kişi olmana rağmen sana ‘zamansız ve mekânsız’ dostum dedim. Hele ki seni hiç üzemem. Evet, hassasım, haklısın da, üzüleceklerse de üzülmeyi yeğlerim. Genelde de karşılık vermeden çeker giderim. Anlarlar mı anlamazlar mı, bilemem. Bu da benim karakterim be gülüm.”

“Üzülmeni istemiyorum. Ben üzüleceksem de senin için üzülmeliyim. Yoksa dostluğun ne anlamı kalır ki” dediğinde gözyaşları yine çenesinden damlıyordu. Neva içtendi, samimiydi Neva. Yaşayan oydu belki ama en az onun kadar tepki veriyordu, Neva. Döngünün içindeydi ve yaşanmışlıkları yaşıyordu, Neva. Poyraz bu tepki karşısında şaşırmış, kendi adına solumasına da mutlu olmuştu. Onur duyuyordu ancak, üzülmesine de müsaade etmemesi gerektiğini biliyordu.

“Tamam, anlaştık gülüm. Zaten şişeyi de bitirmişsin” dediğin de şişelerin yerlerini değiştirdi. Hüzün tebessümlere bırakmıştı, yerini. Kadehler tekrardan doldu, yudumlar biraz daha keyif yüklenmişti.

Müzik, rakı, İstanbul Boğazı ve onun için üzülebilen bir dost daha ne olsun ki. Hem de seni anlayan, yüküne omuz veren beklentisiz bir dost.

Neva lavaboya gitmek için kalktı. Poyraz eşlik etmeyi teklif etse de, rahatsız olmamasını söyleyerek lavaboya gitti. O da denizi seyretmeye daldı. Dalışlar hep derindi. Zor da olan işinde bile değildi, önceliği. Sallanan bir yuva ve özellikle oğluydu, gözlerinde, yüreğinde. Oğlunun hayalini boğazın serin sularına doğru saldığında, “Midye var mı?” diye şakalaştı, Neva. Poyraz şaşırarak; “Ne, ne dedin?”

“Çok daldın da, midye çıkarıyorsun, sandım” dediğin de gülmeye başladılar.

“Âlemsin ya, dostum.”

“İkinci şişe de yarılandı.”

“Kalkalım mı?”

“Cumartesimi biliyorsun.”

“Başka bir yere gitmek ister misin?”

“Yok, burası çok güzel, keyifli de.”

“Bir kadeh daha içer misin?

“Seninle her şeye varım” dediğinde, gözlerindeydi gözleri; mutlu, huzurlu ve ışıl ışıl parlıyordu. Poyraz kadehleri doldurduktan sonra; “Evet gülüm! Senin yükün de neler var?”

“İlk gün dediğim gibi; okul, ev ve iş” dedikten sonra, “Sana itiraflarım var ama şu an sırası değil dostum, zamanı var” dedi, içinden. “Nasıl anlatacağımı da bir türlü bilmiyorum, her geçen gün daha da ağırlaşıyor be dostum” dediğin de gözlerini kaçırmıştı. 

“Anlaşıldı, sorumu sordum, cevabını aldım. Bundan sonra anlatırsan dinlerim. Haydi, kaldıralım bakalım kadehlerimizi.” Yudumladılar kadehlerini mezelerden birkaç çatal aldılar, kulaklar müzikte gözlerse muhabbete devam ettiler.

Yeni günün ilk dakikalarında mekândaki müşteriler yüklerini bırakmış keyiflerini alarak ağır ağır ayrılıyorlardı. Onlar da son kadehlerine gelmişlerdi. Pencereden dışarısı muhteşem görünüyordu. Birbirlerine bakıp kalkabileceklerini anlamışlardı. Sese dönüşmeden bakışlarla iletişim kuruyorlar,  uslarından geçenleri gözler de okuyorlardı. Neva toplanırken Poyraz da garsona hesap için işaret etti. Garson geldi, eğilerek kulağına, “hanımefendi ödedi” dediğinde Neva da kalkmış onu bekliyordu. O da kalktı, “neden” diye soramadı. Yine kim söylemişse o söz geldi aklına. “Erkeğin cebinde parası olmayınca; tokum diyen de yokum diyen de kadınlar var.” Bu huzuru bedeninde yaşıyor gözleriyle de yanındakine yansıtıyordu.

 Mekândan çıktıktan sonra Neva, Poyraz’ın koluna girdi. “Sarhoş değilim ama idare et” esprisini yaptı.

“Sarhoşluk her zaman şişeden gelmez” karşılığını verdiğinde, kız cevap vermedi. Elleriyle daha da sıktı kolunu, alkol değildi suskunluğu, anlamıştı.

Deniz kıyısından yürüyerek surların dibindeki çay ocağına oturdular. Küçük masa ve taburelerden oluşan sur dibinde şirin bir çay ocağıydı, oturdukları yer. Neva’nın başı Poyraz’ın omzunda beraberce boğazı seyrettiler. İkişer tane çay içip konuşmadan soludular denizin iyodunu ve de anı iliklerine kadar, kalktılar ve yürümeye devam ettiler. Küçüksu deresinin üstündeki Küçüksu köprüsünde manzara çok güzel görünüyordu. Biraz durup etrafı seyrettiler. Bir zamanlar sevgililerin gezindiği tarihi Küçüksu mesire alanına doğru tekneler ve dere boyu dizilmiş kafeler, köprünün diğer tarafında sur dibi ve meyhanelerle İstanbul boğazı, fotoğraflık karelerdi. Ana cadde; kalenin iki suru arasından geçiyordu. Yolun karşısına geçtiler, surun dibinden başlayan tarihi sokağa girdiler. Sokağın solunda kaleye yapışık cumbalı ahşap evler, sağ tarafında dere boyun da ise yalılar bulunuyordu. Hüseyin Bey yalısı da bunlardan biriydi. Konak, butik otel olmuş bahçesini de restoran yapmışlardı. Dışarıdan güzel görünüyordu. “Bir sonra ki sefer buraya gelelim” dedi. İki eli Poyraz’ın kolunda başı da omzuna yaslıydı, “Geliriz, gülüm” dedi. Sokağın sonuna yaklaşmışlardı ki, soldaki çıkmaz sokağa döndü, Neva. Sağdaki üçüncü sıradaki iki katlı ahşap evin bahçe kapısını açtı. Poyraz sadece izlemekle yetiniyordu, tanımadığı bir evdi ve gelecek tepkilere hazırlamaya çalışıyordu, kendini. Ancak Neva’nın rahatlığı da gözünden kaçmadı. Güveniyordu, ama düşünmeden de edemiyordu. Burası bildiği bir yer miydi? Yoksa alkolün etkisi miydi? Olabilecek nahoş durumlara karşı yine de tedbir almaya, hazırlıklı olmaya çalıştı. Binanın giriş kapısının önünde durdu. Çantasından çıkarttığı anahtarla giriş katın kapısını açtı, “Buyur Poyraz” dedi. Poyraz olağandı ve olacaklara bırakmıştı, kendini. Dar bir holden geçerek salona girdiler, etrafa şöyle bir baktıktan sonra lavabonun yerini sordu. Neva lavabonun yerini gösterirken, Poyraz’ın ceketini alıp portmantoya astı. Bu küçücük hareket bile Poyraz’a keyif vermişti, iç çekerek gülümsedi. Salona döndükten sonra etrafı seyretmeye devam etti. Sade bir salondu; koltuklar, üzerinde bilgisayar ve kitapların bulunduğu yemek masası, büyükçe sayılabilecek kitap dolu bir kütüphane ve televizyondan oluşuyordu. Kitaplara göz gezdirdi, çoğu sosyoloji kitaplarından oluşan aralarında toplum bilimi hatta antropoloji ile ilgili kitap ve teksler vardı, yazarlarının yarısından fazlası yabancıydı. Almanca ve İngilizce dilinde yazmış olduğu notlar bile vardı. Çok ciddi çalıştığı aleniydi. Kütüphanesi de mesleki kitaplarla doluydu. Beş katlı olan kütüphanesinin üçüncü rafın tam ortasında anne ve babasının resmi duruyordu. Güzel bir kadındı, Neva da annesine çok benziyordu. İki fotoğraf arasında yatık ambalajlı bir pakete dikkatle baktığında, önce şaşırdı sonra tebessüm etti, biraz da keyiflendi. Bu, ona hediye ettiği kitaptı. Koca salonda bir tek fotoğraf vardı ve yanında ona hediye ettiği kitap duruyordu. O an ne içinden geçenleri ne de hissettiği duyguları tarif edemiyordu, kendine. Kala kalmıştı, öylece. Toparlanıp yine sorgulamaya başladı, “Ne işi vardı gecenin bu saatinde bilmediği bir evde?” Salon kapısı açıldı içeri Neva girdi. Elindeki tepsinin içinde kahve ve su vardı. Kendisi de üstünü değiştirmiş rahat bir kıyafet olan eşofman giymişti. Servisini yaptı, tepsiyi sehpaya bırakıp yanına oturdu.

“Burada yaşıyorum, Poyraz” dedi.

“Güzel ve sade, senin gibi”.

“Etrafı inceledin, sanırım.”

“Evet, hedefine varacağın çok açık görülüyor. Fotoğraftakiler de annen ile baban diye düşündüm.”

“Evet, şu an ikisi de hayatta değiller” dediğinde hüzünlendi.

“Özür dilerim, üzdüm seni. Nedenini sormayacağım.”

“İkisini de trafik kazasında yitirdik.”

“Lütfen bağışla beni, yaranı kanattım, konuyu kapatalım, ne olur?”

“Üzücü ancak hayatın da gerçekleri, kabullenmek zorundayız.”

“İstersen ceza olarak, kahve falına bu sefer ben bakayım.”

“Aman kalsın!”

“Peki, faldan iyi anlardım ama yine de sen bilirsin” dediğinde, gülüştüler.

“Buraya ilk gelen insan sensin.”

“Teşekkür ederim, onur duydum. Buna gerek yoktu, sanırım.”

“Tasarlanmış değil, tamamen doğaçlama. Lütfen rahatsız olma.”

“Endişem senden yana değil, toplumumuzun öğrenim oranı artsa bile, eğitim özellikle de kültür erozyonumuz devam etmekte olduğunu biliyorsun.” Sustular. Kahvelerini içerken zihinlerinden neler geçiyordu. İkisi de çakır keyfiydi ve duyguların tüm zirvelerine çıkılabilecek bir ortam ve sımsıcak bir yuvanın içindelerdi. Salonda bir yağmur damlasını bekleyen bulutlar geziniyordu. Yağmayası yağmur bulutları, yağmamalıydı da.

Kahveler bitti, saatte gecenin yarısını geçmişti. Yorgunluktan mı? Uyku mu bastırmıştı ya da bulutların şimşek öncesindeler miydi? Kendilerini koltuğun sırtlığına doğru bıraktılar. Her ikisinin de gözleri lambanın etrafında, ışık huzmelerinde odaklandı. Önce eller kenetlendi sonra gözler. Yağmayası yağmurun, söze dökülemeyen duyguların met cezirlerindeydiler. Poyraz dudaklarını alnına götürüp bir buse kondurdu. Neva tepki vermedi, davetkâr ve gözleri kapalıydı. Alkol vardı, evliliği vardı, ama böyle emeller mizacında yoktu ve bu kadar doğrunun yanında yanlışın yeri ise hiç yoktu. Poyraz koltuktan kalktı, “Her şey için teşekkür ederim, ben gideyim, iyi geceler” dedi.

“Hayli geç oldu, alkolde var. Burada kalmalısın.”

“Sağolasın, benim gitmem daha uygun olur.”

“Gitme!” dedi önce, sıcak bir ses tonuyla, devam etti, “Lütfen kal!” dedi, bakışlarıyla desteklediği cümlesini bu sefer yakarır ve içten bir ses ahengiyle.

“Olmaz! Olmamalı” dedi.

“Bu kadar mı zayıfız duygularımızda, beni kıracak mısın?”

“Seni kıramam, Neva” dedi.

Bir müddet sonra yorgun düşen gözler yol gösteriyordu, artık. Neva, “Haydi, yatalım” dedi.

“İyi olur. Bu koltukta yatabilirim.”

“İçerdeki odayı hazırladım, sana. Kalk artık.” Elinden tutup kaldırdı. Beraberce odaya gittiler, yatak hazırlanmış, eşofman çıkarılmış ve yatağın yanı başındaki etajere de bir bardak su konmuştu. “İyi uykular” deyip odadan çıkarken, Poyraz da  “İyi uykular” dedi.

Yatmışlardı, ama ikisi de uyumuyordu. İkisinin de gözleri tavanda bir şeyler seyrediyor gibiydi. Yatakta sağa sola dönmeleri de uykuyu beraberinde getirmiyordu. Neva kalktı, oda kapısını açıp hole çıktı. Ahşap olan evin döşemelerinden gelen ayak seslerini duyuyordu, Poyraz. Ayak sesleri artık çok yakından geliyordu ki odanın kapısı açıldı. Poyraz arkası dönük uyku durumundaydı. Neva uyuyor sanarak usulca arkasına kıvrılıp, yattı. Elini Poyraz’ın beline koydu. Poyraz da iki eliyle elini kavrayıp sinesine yapıştırdı. O da sinesini sırtına payanda yaptı. Odayı bir huzur kaplamıştı, bedenleri de. İkisinin de gözleri kapandı, o huzurla da uyudular.

Öğlen ezanı okuyordu ki Poyraz uyandı. Çevresine bakındığında evinde olmadığını anladı. Aynı anda da kapı tıklandı ve odaya Neva girdi.

“Tünaydın! Haydi, tembel dostum kalk. Biliyorsun bu gün Pazar ve benim temizlik günüm.”

“Tünaydın! Kayıp zamanına ben de eşlik edip böylece telafi ederiz” dedi. Mutlu ve tebessüm dolu yüzler gülüyordu.

“Ben salona geçiyorum.

 Banyonun yerini biliyorsun” dedi ve odadan çıktı.

Poyraz banyoya girdiğinde yüzünü acı bir gülümseme kapladı. Baş ve ayak havluları bornozun yanında duruyordu, yeni bir diş fırçası da aynanın sergeninde. Duşunu yaptı, dişlerini fırçaladı, giyinip salona geçti. Daha kapıdan girerken Neva gülmeye başladı. Poyraz da başını eğip üstüne baktığında, eşofmanın üstü dansöz yeleği altı da haşama gibi duruyordu, o da gülmeye başladı.

“Çok komik görünüyorum değil mi?” Gülmekten zor cevap verebildi; “Ne yapayım, bana bol gelen eşofmanım buydu” Kahkahalarla gülmeye devam ettiler. Masada hazırlanmış kahvaltıyı görünce tebessüm ederek; “Ooo, Bu kadar şımartırsan ben de alışkanlık yapar sonra da gitmem, ona göre.”

“Git diyen mi var, sanki.” Cümlesi o kadar sıcak, o kadar içtendi ki, Poyraz, saçının telinden ayak tırnaklarına kadar hissetmişti bu beklentisiz ve davetkâr samimiyeti.

“Sana artık cümle kuramıyorum. Orhan Veli’nin dediği gibi kifayetsiz kalıyor.

“Orhan Veli?”

“Buralı, Beykozlu. Mareşal Fevzi Çakmak da”

“Hım, bayağı ünlüler var, yani.”

“Tabii ki de, ‘dünyanın en güzel yeri İstanbul, İstanbul’un en güzel yeri Beykoz ve Beykoz’un en güzel yeri benim evimin olduğu yer’ diyen, gazeteci yazar Ahmet Mithat Efendi.

“Vay be!”

“Evet, yakın geçmişten de var. Mesela; sinema dünyasından Sadri Alışık da Beykozludur.” Masaya oturdular, çay servisi yaparken Poyraz elini tuttu, Neva’nın, “Müsaade edersen ben de kalanına yardım edeyim.” Paylaşım hoşuna gitmişti. Gıpta ile seyrediyordu. Çaylar dolduruldu, kahvaltı keyif ve neşe içinde yapıldı. Poyraz’ın gözü sürekli telefonundaydı. Farkındaydı Neva, eşinin mizan yapıp “gel al bizi” demesini beklediğini biliyordu. Ama telefon bir türlü çalmıyordu. Son bardaklar içildikten sonra masadaki kahvaltılıkları da beraberce toplayıp kaldırdılar.

“Bulaşıklardan mı başlayayım yoksa yerleri süpürmekten mi?” Neva kahkahalarla güldü.

“Bekle geliyorum” dedi ve salondan çıktı. Bir süre sonra giyinip geldi.

“Hayırdır, bir yere mi gidiyorsun” dedi.

“Banyoyu ve odayı düzenleyip temizlemişsin, işin yarısı bittiğine göre bu günde gezelim” diye cevapladı.

“Tamam dediğin gibi olsun.”

Giyinip çıktılar, arabaya doğru yürüdüler. Dışarıda yazdan kalma bir hava hüküm sürüyordu. İnsanlar ailece mesire alanına doluşmuş, çimenlere serdikleri kilimler üzerinde evde hazırladıkları hamur işlerini semaverde yaptıkları çayın yanında yiyorlar, çocuklarda özgürce top oynayıp ip atılıyordu.

“Seyri bile keyif verici” dedi, Neva.

“Haklısın, güzel bir görüntü.”

Çevrelerine bakarak parka geldiler, arabaya bindiler.

“Nereye gidiyoruz?”

“Buralı olan sensin, beni gezdir.”

“Pekiyi o zaman rotayı ben çizeceğime göre beğenmeme lüksün yok” dedi.

“Senin zevkinin güzel olduğunu biliyor ve güveniyorum.”

“Beraberce göreceğiz. Bakalım hoşuna gidecek mi?

 Yola çıktılar, ilk durak boğazın girişiydi. Kayaların üzerine inşa edilmiş, denizden 75 m. yüksekliğinde heybetli görünüşüyle Anadolu Feneriydi, karşı yakasında ki ikizi Rumeli Feneriyle birer komutan gibi duruyorlardı, İstanbul Boğazın girişinde. Kapısı, kalın tahtaların iç içe geçip, demirci örsünde şekillenen mıhlarla birbirine kenetlenmiş, kızıl alevlerin içinde pişen demirlerin yine örslerde çekiçlenmiş kol uzunluğundaki menteşelerle, insan gövdesi tomruklardan yapılan kasalara tutturulmuştu, haşmetli kapı. 1834 yılından beri Anadolu yakasında ki deniz feneri. Karadeniz’in azgın dalgalarının içinden gelenlere “hoş geldin”, dünyanın en güzel şehrinin her iki kıtasına ait topraklarını sularıyla birleştiren İstanbul boğazından çıkanlara “hoşça kal!” sinyalleriyle, “ben buradayım, yolunuz açık olsun!” diyen devasa 185 yıldır ayakta olan Anadolu Feneri. Kimlerle selamlaşmadın ki? Kim bilir, hangi buz tutmuş bir gecenin donmuş hayallerini ışık huzmelerinle ısıttın? Ya da vardiyasında üşümüş ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışan bir miçonun hayalini kurduğu yavuklusundan ‘göz kırpışı’ oldun, iki asır boyunca, kesilen nefese soluk, batan umutlara aydınlık olmaya devam ediyordu.

Sahile iskeleye indiler. İskelenin solu kayalık sağ tarafı ise kumluktu. Birkaç midye kabuğu ve göze hoş görünen taşlar toplayıp, buldukları bir pet şişesine doldurdular, “günün anısına” dediler. Kumluk alandan çıkarken Poyraz elini uzattı. Neva gözlerinin içine baktı, o da elini uzatıp sıkıca kavradı. Öyle ki; bırakmam seni ya da bırakma beni, der gibiydi, her ikisi de. Ağır ve temkinli adımlarla yola çıktılar. İskelede ki bir tarafı kayalara gömülmüş kafeye oturdular. Buradan da boğaz ve Karadeniz güzel görünüyordu. Boğazın dingin suları maviden laciverttin tonlarına doğru süre giderken, Karadeniz’in ufuk hattına doğru lacivert koyuluğunu kaybediyor, karanlıklara doğru ilerliyordu. Çaylarını içerken seyir gözlere de kayıyordu. Kalplerin yankıları dillere engelli olsa da gözler daha cesurdu. Arada da olsa, kesik de olsa anlatımları hep aynıydı, hep doğruyu söylüyordu, gözler.

Dönüş yoluna geçip Poyraz köye uğradılar. Buranın plajı daha büyük, mendireğinin içinde de balıkçı tekneleri vardı. Mevsim av öncesiydi, balık ağları askıya alınmış onarıyordu, her bir balıkçı. Kimi teknesini boyuyor kimisi de raspa yapıyordu, sefer öncesi teknelerine. Neredeyse her biriyle ayrı ayrı muhabbet ettiler, okul zamanlarından bir iki arkadaşına rastladı, Ahmet Poyraz. Muhabbet çay ikramına dönüştü. Arkadaşı; “Memnun oldum, yenge hanım” deyince ikisi de rahatsız olmamıştı, bu hitaptan. Neva da memnuniyetini dile getirip teşekkür etti. İzin isteyip oradan ayrıldılar. Sahili, bir baştan diğer uca kol kola gezdiler.

Sonraki durak Anadolu Kavağıydı. Kaleye geldiklerinde, yine bir çocukluk arkadaşı olan Mehmet’ten mısır aldılar. Mısırlarını yerken suları çenelerinden damlıyor, birbirlerine bakıp katılarak gülüyorlardı. Manzarayı seyredip şakalaşarak ‘Yoros Kalesinin’ surlarına çıktılar. Tepeden manzara müthiş görünüyordu. Karadeniz’in girişi bir başka, boğaz daha da bir başkaydı. Karadeniz’den kıvrılan gemiler sanki boğaza akıyordu. Gelenleri karşılıyordu, giden gemiler. Yedi tepe İstanbul dedikleri bu olmalıydı. Boğazın kıvrımlarına baktıklarında, her kıvrımında ayrı bir göl görüntüsü veriyordu, İstanbul Boğazı.

Artık yorgunluk başlamıştı ve Kanlıca da yoğurt zamanıydı. Vapur iskelesinde ki banktan seyir teknelerindeki gülen yüzlerle bakıştılar. Vapurdan inen yolcularda, taşıyordu günün yükünü omuzlarında. Boğaz havasıyla yoğurtlar kaşıklandı. Kahvaltıdan sonra hayli zaman geçmişti, yemek vaktiydi, Kanlıca sırtında denize hâkim Hıdiv Kasrına çıktılar. Doğanın içinde boğaza hâkim tarihi bir yapıydı. Bahçesinde zakkum, erguvan, manolya ve diğer ağaçlarla kaplı nadide köşe olan Hıdiv Kasrı; 19. Yy. Mısır Valisi Abbas Hilmi Paşa tarafından 1907 yılında İtalyan mimarına, Anadolu yakasında boğaza nazır güzel bir tepede yapılmıştı, Hıdiv Kasrı.

“Karnımız açıktı ama onca parayı bir yemeğe vermeyelim, evimiz de yeriz yemeğimizi” dedi, Neva. Önce duraladı Poyraz ancak doğru söylüyordu, bunca sıkıntının içinde heba olacaktı, para. Kötü bir duygu olmasını bilmesine rağmen yaşadıklarını öncekilerle kıyaslıyordu, istemsiz olarak. Eşi, kendi evleri olmasına karşın siteye taşınmalarını istemişti. Bu karşılaştırmalardan dolayı üzülüyor hatta kızıyordu, kendine. Ancak bilinçli gelişmiyordu, bu düşünceleri.

“Haklısın. Şu an için lüks olur.” Hıdiv Kasrının bahçesinde gezindiler, oturdukları kafede çaylarını içtikten sonra eve doğru yola çıktılar. Evin sokak başına geldiklerinde Neva eve davet etmesine karşılık, Poyraz;  “Yarın ikimizde işe gideceğiz, üstelik senin akşam da dersin var. İyisi mi dinlenmelisin. İki dostum da beni bekliyordur. Ne kadar da merak etmişlerdir, beni görmeyince. Görüşmek üzere” deyip ayrıldı. Yine arabanın ufuk hattında görüntüsünün son karesine kadar yolculadı, Neva. Aynadan da onun görüntüsünün son karesine kadar o da ona bakıyordu.

Eve geldiğinde yaşadıklarını bir film şeridi gibi başa alıp tekrar izliyordu. Minik de kucağında keyiften uyumuştu. Bülbül de rahatsız etmemişti bu sefer. Arada göz göze geliyorlardı, acaba farkında mıydı onca gün suratı asık olan bu adamın yüzünde mutlu bir ifadenin hâkim olduğunun. Anlıyor da mı seyrediyordu bilinmez ama aşiyanında sessizce yavrularıyla oynuyor, sanki onları da tembihlemiş gibi sesleri kısık çıkıyordu. Mutluydu adam, bakışları, nefes alışları hatta kahve ve sigara içimleri bile haz doluydu. Çok güzel bir hafta sonu yaşamıştı.

Yeni haftaya bu huzurla başladı. Evden çıkarken telefon çaldı. Uzun zamandır beklediği telefon sanıp heyecanlandı, eşinin aramasını bekliyordu. Ekranda bayiliğini yaptığı firmanın telefonunu görünce içi burkuldu. Ödemelerini çekle yapmıştı ve çekin karşılığı yoktu. İlk defa yaşıyordu bu durumu, çeki bekletip yazdırmamalarını ve kısa bir zamanda ödeyeceğini söyledi. Onay alınca rahatladı. Lakin bu kısa sürede para bulabilir miydi? “Bulmam lazım” diyordu kendine.

İşine gitti, yeni bağlantılar yapması gerekiyordu. Var olan teklifleri inceledi, satış için telefon trafiğinde saatler geçti, indirimler yapmasına rağmen hep sonraki aylar da düşünüyoruz, yanıtını aldı. Sonraki aylar çok öte zamanlardı. Çare bulamamıştı dönen çeke. Bir gün sonrada bankadan aradılar, gelen telefon çekin yazıldığını bildirdi. Üzüldü, ilk defa çeki dönüyordu ticari hayatında. Bir müddet masada öylece kaldı. İşyerinden çıkıp evine gitti. Ne eşinden ne de dostu Neva’dan telefon geldi. Yemek bile yemeden erkenden yattı. Tam uykuya dalacağı sırada yataktan fırladı. Hızlıca merdivenleri inerek mutfağa girdi, ekmek dolabını açtı. Ekmeğin içinden biraz kopartıp sundurmaya çıktı, korkuluğun üst demirine ekmeği ufalayarak bıraktı. “Az kalsın anne bülbül ve yavrularını aç bırakıyordum” diye, kendine söylendi. Miniğin de kaplarını temizledi, suyunu değiştirdi, yemeğini kabına doldurdu. Şimdi biraz daha huzurluydu, ufakta olsa bir işe yaramanın rahatlığı ile başını yastığa koymuştu ki anne bülbül ötmeye başladı, uzunca. Mutlu oldu, içini kaplayan huzurla uyudu. Anne bülbülün ‘iyi uykular’ ütüşünü duyamadan.

Ertesi gün firmaya gitti. Dönen çek ve sonraki birkaç çeke karşılık, yedi ay önce aldığı yeni arabanın anahtarlarını bıraktı. Şaşırmışlardı, firmanın ortakları; “Bizler alacaklarımızı avukat ve polis eşliğinde tahsil edemezken, sizin yaptığınız…”

“Biliyorsunuz ki firmam şirket, yani muhatabınız işyerim, ben değil. Ancak dünya görüşümde borçlu benim, bunu da vicdanım biliyor. Gereğini yapın, sizlere iyi günler” diyerek oradan ayrıldı. Artık arabası yoktu, toplu taşımaya bindi üç vasıta değiştirerek evine ulaştı. Tam eve yönelmişti ki Şuayip ile karşılaştı. Selamlaştılar,  Şuayip; “Ne oldu Poyraz, arabasızsın?

“Bildiğin durumlar abi” dedi, olanları anlattı.  Hoş bir durum değildi ama önündeki günlere odaklanmasını söyledi, Şuayip. Sanki kaybedilen bir maçtan çıkılmış da kalan maçlara yoğunlaşmak gerekiyordu. Öyle olsa kolaydı, diye düşündü. En azından oyuncu sayısı aynıydı, gerçi onda da ayak ve masa oyunları vardı ama maça başlarken oyuncu sayısı eşitti. Bu durum öyle mi ki? O ve diğerleriydi. En önemlisi kural koyucu onlarındı. Hem de kendi takım oyuncusu üstünlük kullanamıyordu.

Kahvesini yapmış sundurma da olanları düşünüyordu. Araba elden çıkmıştı ama birkaç ay kazanmıştı. Sonrasında da kalan çekler vardı. “ Olsun, yeter ki çocuklar dönsün onları da hallederim” dedi. Önce bir tuhaflık sonra da bir şeyin eksikliğini hissetti, biraz kendini toparlayınca bülbülün sesini duymadığını, Minik de yaramazlık yapmamıştı. Kucağına baktığında Minik yoktu. Ayakların dibinde masanın altından sessizce ona bakıyordu. Eğildi, iki eliyle belinden tutarak kucağına aldı. Havladı, Minik kuyruğunu sallayarak. Sonra da Ihlamur ağacına doğru kafasını kaldırdığı anda, bülbül korkuluk demirinde tünemiş, o da onu seyrediyordu. Minikle de bir problemi yoktu, bülbülün. Bir müddet bakıştılar, bülbül her bakışında kafasını sağa sola eğerek sanki farklı açılardan inceliyor gibiydi, adamı. Tebessüm etti, bir süre o da onu seyretti. Bülbül hiç ürkmüyordu bu yorgun adamdan. Kalktı, bir parça ekmek alıp önüne ufaladı. Ekmek kırıntılarına ilk gagasını dokundurmadan şakıdı, bülbül. Bu teşekkür ötüşüydü. “Bu kadarı bile yeterdi, bana” dedi. Gecelerinde tek huzur bulduğu dostlarıydı, bülbül ve Minik. Bir de huzuru Neva’nın yanında hissediyordu. Bülbül yavrularının yanına gitmiş, o hâlâ uzaklardaydı. “İnanamıyorum” dedi, yüksek bir sesle ve devam etti. “Biri bir avuç diğeri beş avuç konuşamayan canlılar. Bunlar bile beni anlıyor, bana destek oluyor ama…” yutkundu. “Hem cinslerimiz ne görebiliyor zaten anlayamıyorlardı da. Topla kendini! Üzülmemen lazım hatta şanslısın da, hayvan bile olsalar anlayan canlılar var. Bir de sana destek Neva var hayatında” diye söylenirken kesik ötüşler kulaklarında çınladığında, yatma zamanının gelmişti.

Ertesi gün evdeydi, bir sonraki günde. Telefonla halletmeye çalışıyordu işlerini, mecbur kalmadıkça da evden çıkmıyordu. Perşembe günü geldiğinde hele ki o saatler de Neva’dan gelecek telefonu beklerken, her seferinde aynı heyecanı yaşıyordu. Telefon çaldı, arayan Neva’ydı; “Aynı gün, aynı yer ve aynı saatte” dedi, o da “Tamam” yanıtını verdi. Sıkıntılı günlerin tek rahatlatan sesiydi, beklentisiz olan dostunun sesi. Yoğun telefon trafiğinin huzur bulduğu tek olumlu konuşmasıydı, Neva’nın telefonu. Cumartesiye kadar uğraşları sonuç vermedi. Akşamlar sabahların, sabahlar akşamların aynısı olmaya devam etti. Çıldıracak gibiydi, buna bile ne zamanı vardı ne de lüksü.

Cumartesi can yoldaşı ile buluştu. Kendini toplamasına rağmen her şeyin farkındaydı, Neva. Tespitleri çok yerinde, baktığını neredeyse resmedecek kadar görebilen bir yetenekti. Hele ki onu çok iyi tanıyordu. “Anlatacak mısın, dostum” dedi.

“Tutar bir tarafı kalmadı ki neyi anlatayım” dedi, acı bir gülümsemeyle. Çek ve araba ile olan durumları anlattı. Yaşananlara üzülmüştü, Neva. Ne yapabilirdi, değer verdiği bu insana bir şeyler yapmayı düşünüyordu. “Yardım etmek isterim.”

“Zaten en büyük desteği senden alıyorum, daha ne yapacaksın ki? Tutunduğum tek dal sen varsın, bunu eksik etme yeter” dedi.

“Olsun, en azından cebimdekini paylaşırız” dediğinde, Poyraz ellerini tuttu, yürek dostunun.

“Şu an içimde yaşadığım seni bir sözcükte anlatacak kelimeler bulamıyorum. Bilemiyorum bu cenderede sen olmasaydın ne yapardım. Gerçekten sen şu yaşadıklarıma nasıl bir tesadüfsün? Anlayamadığım gibi bu durumu da çözemedim.”

“Çok basit Poyraz, iyi bir insansın o kadar. Ama tarafımdan şunu bilesin ki; bu desteği hiçbir zaman eksik etmeyeceğim, ömrüm var oldukça hep olacak” dedi. Neva’nın bu sözleri karşısında ne söylemesi gerektiğini ya da hangi eylemi yapmalıydı, şaşırıyor, bilemiyordu. Lise öğrencisi gibi hissetti, kendini. Tecrübesiz hatta kelime dağarcığı olmayan toy bir delikanlının mahcubiyeti içindeydi. Suskun bir şekilde denizi seyre daldı, daldılar. İkisi de dalmışlardı, Poyraz göremediği yarınına, Neva ise ona ne yapabileceğine dalıp gitmişlerdi. Neva sandalyesinden kalkıp Poyraz’ın yanına oturdu. Ellerini avuçlarının içine aldı, başını da omzuna koydu. Poyraz önce bir irkendi sonra kendini dinlediğinde vücudunun her tarafında elektriğin gezindiğini duyar gibiydi. Bir nevi şarj oluyordu, daha bir dinç hissetti kendini. Saatlerce konuşmanın çözemeyeceğini sıcak bir içten temas çözüyor ve güçlü kılıyordu, insanı.

“Neva!

“Efendim!”

“Bu dokunuşların benim kırık anlarıma ne kadar etki yaptığını biliyor musun?”

“Hayır, ama biraz da mesleki olarak nedenini açıklarsam; senin yaşadıklarını benim senin kadar hissetmem olası değil, ancak gördüklerimi duygularımla yaşıyor ve öyle tepki veriyorum. Benim için değerlisin” dediğinde, zor yutkunabildi. Poyraz cevap vermemişti ama elinde olan ellerini sanki bırakmamak için ya da bırakma der gibi sıktı. Kenetlenmişlerdi ve öylece uzun bir süre kaldılar.

“Haydi, kalk!” dedi, Poyraz.

“Nereye?”

“Hüseyin Bey Yalısına gidiyoruz.”

“Bu dar günler de doğru değil.”

“Sözüm vardı sana, yarınların da ne getireceğini bilmiyoruz.” Neva diretmeye devam ediyordu.

“Kıyafetim uygun değil.”

“Önemi yok, benim kıyafetim de uygun değil” dedi ve Neva’nın elinden tuttuğu gibi kaldırdığında göğüs göğse geldiler, göz göze idiler. Bakışlar; iris, retina ve ötelerinde geziniyordu.

Kasrın bahçesinden çıktıklarında, Poyraz her şeyi bir kenara bırakmış kendisine nefes olan bu insanı mutlu etmek istiyordu. Bu kez o girmişti Neva’nın koluna, çevresine hiç aldırmıyor, şakalaşıyordu. Neva’nın mutlu olduğunu gördükçe daha da çocuklaşıyordu. Poyraz tamamen bırakmıştı kendini esen rüzgâra, kopacaksa da kopsun diyordu. Yaşanacaksa da bunun yarını değil anı olur diyordu, kendine. Caddeyi geçerlerken yola atmıştı kendini, tüm arabaları tek tek durdurup Neva’ya yol açtırdı. Bütün frenleri boşalmıştı artık Poyraz’ın. Karşı kaldırıma koşarak geçti, Neva’nın belinden tutup havaya kaldırdığında; yoldakiler, otobüstekiler onları seyrediyordu. Neva da tepki vermiyordu mutlu mu olmuştu yoksa boşalım yaşayan dostuna destek mi veriyordu?

Hüseyin Bey yalısından bahçeye ilk adımı attıkların da ortam muhteşem görünüyordu. Küçüksu deresi ışıklandırılmış, iç mekân ise ağaçlara dolanmış loş ışıklar ve masalar da kadeh içindeki mumlar ile aydınlatılmıştı. Sarmaşıkların dışında üzüm ve kivi asmaları da başka bir güzellik katıyordu. Ortada bir asma ağacının altında ki masaya oturdular. Poyraz her zaman ki siparişi verdi ve ‘aynısından iki tane’ dediğinde, “şimdilik bir tanesi yeterli” dedi Neva, garsona. Poyraz Neva’ya baktı, biliyordu hamlesini; fazla bir gider olsun istemiyordu. Görmek, hayata katmak bu kadar basitti, aslında. Sadece tebessüm etti, Neva da ona.

Gece boyu neredeyse sadece gözler konuşmuştu. Dillerin yerine gözlerin muhabbeti en doğrusuydu ama uzun ve çetrefilli bir ilişkiye adım attıklarının farkındalar mıydı, acaba? Aslında bilmesine biliyorlardı ancak saf, beklentisiz ve yürekten yaşanan bu duyguları da ertelemek istemiyorlardı. Gecenin seyri neredeyse böyle devam etti.   Kalktılar, bu kez Neva Poyraz’ın kolunda ve başı omzundaydı. Eve doğru yürüdüler, salona geçip oturdular. Bir süre soluklandılar, Neva üstünü değiştirmek için salondan çıktığında, Poyraz da kütüphanede ki resme doğru ilerledi. Kitap aynı yerinde duruyordu, ambalajına da dokunulmamıştı. “Ambalajını açmayalım, aynı kitap olabilir,” dediği söz aklına geldi. Demek ki onu dinlemiş, sözüne de sadık kalmıştı.  O da Neva’nın verdiği kitabın ambalajına dokunmamış, kütüphanedeki oğlunun resminin yanına koymuştu. Kapı açıldı, kahvelerle içeri girdi, Neva. Koltukta yine yan yana oturup kahvelerini içtiler.

“Bu gece burada kalmanı istiyorum, Poyraz” dedi.

“Seni kırmamalıyım” dedi ve ekledi, “Odamı biliyorum.”

“Odanı hazırlamadım ki.”

“Ben mi hazırlayayım, bekleyeyim mi?”

“Beklemene gerek yok, hazırlamana da, benim odamda yatacaksın” dedi, “Öyle ya; öncekinde de benim odam da yatmıştık, bu sefer de senin odan da yatarız” dedi, içinden.

“Tamam, dediğin gibi olsun.” Beraberce odaya doğru yürüdüler. Odaya girdiklerinde gözü yatağın üzerindeki eşofmana takıldı. Yeniydi. Yıkanmış, ütülenmiş ve katlanmış bir şekilde yatağın ayakucunda duruyordu. “Benim herhalde” dedi.

“Evet, giysene.” Poyraz, Neva’nın dışarı çıkmasını bekledi.

“Odadan çıkmamı mı bekliyorsun? Utandın mı?” Hafif gülümseyerek üstünü çıkarttı ve eşofmanları giydi. Tam da bedenine göreydi, biraz da şaşırarak;

“Bunlar yeni” dedi.

“Evet, yeni aldım. Benimkileri giymek zorunda kalmayasın diye, aldım.”

“Gerek yoktu demeyeceğim, düşünmenden dolayı teşekkür etmekte bu ince davranışına karşılık olmayacak” dedi ve kucakladığı gibi etrafında döndürmeye başladı. Neva’nın kolları boynunda gözleri de gözlerindeydi Poyraz’ın. Dokunmuştu dudaklar dudaklara, ikisi de tepkimelerden rahatsız olmadılar, bir sonraki dokunuşlar ise tesadüf değildi. Uzunca öpüşmelerden sonra yatağa düştüler. Her ikisinin de yüzleri tavana bakıyordu. İkisi de salık vermişlerdi kendilerini ama yine de duygularını baskı altında tutmak zorundaydı.

“Biliyor musun, Poyraz?” dediğin de yüzünü ona çevirdi. O da döndü, göz gözelerdi.

“Şu an birlikte olmak istersen hayır demem. Seninle olmayı ben de arzuluyorum” dedi. Poyraz çok şaşırmamıştı, Neva bir şeyi düşünmeden hayata katan biri değildi, kendini bilen özgüveni yüksek bir kişiliğe sahipti. Poyraz saçlarını okşatıp yüzünü avuçlarının içine aldı ve gamzelerinden öptü.

“Özür dilerim Neva, seni kırmayı hiç düşünmedim. Seninle her şeye ama her şeye varım. Ancak evliliğim süresince cinsellik yaşamayı da düşünmedim, üzgünüm.”

“Bir bayanla berabersin ve bunu söylüyorsun, inan müthiş birisin.  Sana gıpta etmemek mümkün değil” dedi ve Poyraz’a sarılıp alnından öptü. Göz göze uyudular.

Sabah olduğunda Poyraz yatakta yoktu. Seslendiğinde de karşılık alamayınca panikledi. Etrafına bakındı, “sessizce gitti” dedi. Odadan hızla çıktı, salona geldiğinde kahvaltı hazırlanmış masada onu bekliyordu. Panikten solan yüzünü bir anda mutluluk sardı. Koştu ve sarıldı.

“Çayı soğutacaksın, servis sırası da sende” dedi.

“Tabii ki de, gururla bu görevi yaparım” dedi. Ocaktan çaydanlığı alırken Poyraz da nihaleyi getirdi. Kahvaltıyı yaptılar, keyif çayları da bitti. Poyraz;

“Sıra temizlikte, ben nereden başlayayım?” diye sordu. Neva gülerek, “Kovayı getiriyorum” dedi. Yerler önce süpürüldü, sonra da silindi. Sıra yorgunluk kahvesindeydi.

“Bekle bir dakika, bu sefer kahveyi ben yapmak istiyorum, müsaade eder misin?”

“Tabii ki, neden olmasın ki” dedi.

“O kadar da sevinme bulaşıklar senin” dediğinde, gülmeye başladılar. Poyraz kahveleri pişirdi, bol köpüklü idi kahveler. Servis tepsisine su ve çikolata ilave edip, çok değer verdiği insana elleriyle sundu. Bu gösteri Neva’yı da çok mutlu etti, keyiflendi. Bir yudum su içtikten sonra “hüüp” sesi duyulur şekilde kahvesini yudumladı.

“Çok nefis olmuş, harika. Benim yaptıklarımdan çok güzel. Nasıl yaptın?”

“Basit. İkram olunca böyle güzel ve keyifli oluyor.”

“Gerçekten nefis olmuş.”

“Şimdi bir dişte çikolatadan ısır” dedi. Kahve içimleri neşe içinde geçiyordu. Neva; “Günün bitmesini hiç istemiyorum. Biliyor musun, Poyraz?”

“Ben de öyle, ancak ibreyi kaçırıp da yürüdüğümüz yolun da dışına taşmamamız gerekiyor”. Ortam yine ciddiyet ve hüzne doğru ilerlerken, Poyraz havayı şaka ile yumuşatmak istedi. “Tabii ya, gitme zamanımın geldiğini vurguluyorsun, bende ki de kafa işte, anlayamadım.”

“Bu şimdi şaka mı?” dediğinde, tatlı bir eda ile sitemde bulundu ve devam etti, Neva. “Ben günün bitmemesini istiyorum, senin gitmemeni istiyorum, hep burada kal istiyorum, benimle ol istiyorum.” Neva duygularını serbest bıraktığının farkında olduğun da salondan hızlıca çıktı. Utandığını biliyordu, Neva’nın. Bir şeyler söylemediği gibi müdahale de etmedi. Bir süre yalnız oturdu. Yaptığı şakadan dolayı da kendine sitem etti. Hatta çıkıp gitmeyi bile düşündü, karşı karşıya gelip utancından üzülmesini istemiyordu. Kalktı, etrafına bakındığında eşofmanlar üzerindeydi. Elbiselerini değiştirmediğini fark etti. Vazgeçip kendini meşgul etmek için etrafı topladı, mutfakta ki bulaşıkları yıkadı. Hâlâ gelen yoktu, odanın önüne geldiğinde kapı aralıktı. Neva yatakta yüzüstü yatıyordu. Biraz bekledi, ses ve hareket yoktu. Usulca içeri girdi. Elbiselerini alıp sessizce gitmeyi planlamıştı. Elbiselerini aldı, döndüğünde elinden tuttu Neva, “Gidiyor musun?”

“Evet, giyinip gitmek en doğrusu, seni daha fazla üzemem, kusura bakma!” Poyraz tekrar gitmek için döndüğünde elini bırakmadı, hızlıca kendine çektiğinde de Poyraz da yatağa devrildi. Sarıldı Poyraz’a, o da sarılmıştı, kenetlendiler. Uzunca bir süre öylece kaldılar, hiç konuşmadan hem de. Tek yaptıkları birbirlerinin yanaklarından akan yaşları silmekti. Beyinler de yorgundu, bedenler de. Uyandıklarında pencereden ışık girmiyordu, hava kararmış, akşam olmuştu. Yastıklar hayli nemlenmişti.

“Poyraz!”

“Efendim!”

“İstesen de bu gece buradasın ve seni göndermeyeceğim” dedi, çok kararlı olduğunu gören Poyraz, hiçbir şey demedi. Neva anlamıştı, üzmek istemiyordu ve bu tavır kabul demekti. Kalktılar duşlarını alıp salona geçtiler.

“Yemek için ne yapayım, en sevdiğin yemek nedir?”

“İstersen ben yapayım.”

“Olmaz, sana yemeği ben hazırlamak istiyorum.”

“Peki, ben de yatağı toplayayım.”

“Gerek yok, bırak dağınık kalsın.”

“Birileri çalışırken oturmayı seven biri değilim, çok sıkılırım. Hiç olmazsa ben de salatayı yapayım.”

“Pekâlâ, nasıl istersen” Poyraz salatayı yaptıktan sonra masayı donattı.  Neva da yemekleri yapıp servis etti.

“Bulaşıkları yıkadıktan sonra da kahveleri senin yapmanı rica ediyorum.”

“Aynısından iki tane mi?”

“Aynısından iki tane, lütfen” dedi, Neva. Kahveler aynı şekilde içildi, moral ve keyifler de yerindeydi. Televizyonun karşısına geçip film olan bir kanalı açtılar. –hatırlanacak bir anı- isimli bir Güney Kore filmi yeni başlıyordu. “Seyredelim” dedi. Poyraz bu filmi iki defa internetten seyretmesine rağmen yorum yapmadı. Hatta film afişinin yağlıboya tablosunu bile yapmıştı. Eşi Alzheimer olan kocanın verdiği mücadeleyi güzel işlemiş bir filmdi. Seyrederken sanki içinde gibiydi, Poyraz‘a sokuldu, iki elini beline kenetledi, başını da göğsüne yasladı. Poyraz da eli omzunda onu da kalbine yasladı. O filmi üçüncü defa izliyordu, daha çok da Neva’yı takip ediyordu, sahnelere verdiği tepkileri merak ediyordu. Film bittiğinde ağlıyordu. “Seni bırakmayacağım Poyraz” cümlesi çıktı, ağzından. Neva duygu seline kapılsa da, Poyraz’ın evliliğine hassas yaklaşsa da yine de bu ifadeler firar etmişti, yüreğinden. “Zamansız çıktın karşıma, seni bende kaybetmek istemiyorum, hatta hiç bırakmamak var ya!” dedi içinden, biraz da kadere sitemini gönderdi. Sonra Minik, bülbül ve yavruları geldi aklına, “Şimdi aç mıdırlar? ya da defalarca sundurmaya bakıp onu görememişler miydi? Belki de korkuluk demirin de ya da masanın etrafında turluyor, üzerinde ekmek kırıntılarını arıyordur, Miniğinde yemeği bitmiş midir?” diye düşündü. Neva fark etmişti, paniklemesini,

“Bir şey mi, oldu?”

“Minik ve bülbüllerim...”

“Gülümden bülbülüme döndüğüne göre sarhoş oldun, galiba”. Kahkahalarla güldü. Poyraz da akşamları evdeki yalnızlığını anlarlarmış gibi yaşamına dokunan Minik, bülbül ve yavruları ile olan dostluğunu tekrar anlattı. Neva’nın şefkatli yüz ifadesi onun da yüreğindekilerini bir an da salıverdi,

“Zor günlerimin, yalnızlığımın üç dostusunuz, üç sevenim, üç sevdamsınız” cümleleri döküldü Poyraz’ın dudaklarından. Duygular; yanardağın patlama öncesi kratere baskı yapar gibiydi. Bir an da salondan çıktı, banyoya girdi. Donup kalmıştı, Neva. Peşinden de gidemedi. Ellerini lavaboya dayadı, artık patlamıştı yanardağ. Gözler kıpkırmızı olmuştu, baktığında aynaya. İç çekerek devam ediyordu yaşlar, sanki yanaklarından değil de dağın eteklerden inen lavlar gibi sıcak, yüreğini dağlıyordu. Neva bir süredir kapının önünde bekliyor, hıçkırıklara boğulan bu adamın yanına gidemiyordu. Bir müddet sonra usulca kapıyı açıp arkadan ellerini beline dolayıp sarıldı.

“Ağla dostum” dedi, başını sırtına yasladığın da o da ağlıyordu.

“Görmemeliydin, gelmemeliydin.”

“Saçmalama, o zaman dostluğun ne anlamı kalır ki?” dedi. Poyraz musluğu açıp yüzünü yıkadı. Döndüğünde Neva havlu tutuyordu. Yine gitmişti uzaklara yine hüzünlenmişti, Poyraz. Sesi yükseldi, “Bunları yapmamalısın. Sen böyle davrandıkça kahroluyorum, ikilem yaşayıp mizanlar yapıyor arada kalıyorum. Cenderenin içinde kalıyorum, yapma” diye bağırdığında şaşırmıştı, kekelemeye başladı, Neva.

“Ama ben...” Bu defa sesini daha da yükselterek,

“Eziyorsun beni” dedi. Ne diyeceğini bilemedi ve kapıyı açtığı gibi fırlayıp çıktı, Neva. Bu kez kızdı, elleri yine lavaboya dayalı aynaya bakıyordu, sinirlenerek, “Ne yapıyorsun sen? Topu hepsi üç dostun var. Hele ki Neva; moralin, huzurun ve de tek tutunduğun dal. Üstelik bir karşılık bile beklemiyor. Sen ise neler yaptın, oysaki herkes hayatında kendi rolünü yaşıyor, hem de herkes. Evet, yaşamın berbat, olaylar da fazlasıyla sıkıştırıyor, şu ana kadar patlamaman da mucize ama yanında olan tek insana bunu yapman…” yutkundu, yanlış yapmıştı ve odaya giderek kapıyı tıkladı. Ses vermedi Neva, ağlıyordu. Ne diyeceğini şaşırdı, kahroluyordu, Poyraz. En doğrusu gitmek diye düşündü, çok kırmıştı Neva’yı. Ellerini kapının kasasına yasladı. Kendine kızgınlığı geçmemişti ama özür dilemeliydi. Gerçi hiçbir anlam ifade etmezdi ki… Yutkundu; “Özür dilemek hiçbir şeyi ifade etmeyeceğini biliyorum. Bu kadar yük bir yerde patlak verecekti, taşıması çok ağırdı ve şu ana kadar taşımış olmam da belki bir mucize. Ancak hak edenlere değil de sana yaptım, bu patlamayı. Tabii ki de sen hak etmiyordun. Bilemiyorum, belki de yanında rahat ettiğim için mi bu dışa vurumu yaptım. Üstelikte haddinden fazla iyisin. Her dokunuşun, her sözün ve o derin bakışların beni sana bağladığı gibi içinde bulunduğum aşmazlarla kıyaslama yapmak zorunda bıraktı. Böyle düşünmesem de maalesef istemsiz olsa da kıyasladım. Sen çok iyisin, yanlış olan benim sanırım. Şunu bil ki; seni üzdüm hatta kırdım da ama hayatımın her evresinde ve sonsuzluğun da bile hep dostum olarak yüreğimdesin. Üzgünüm, hoşça kal ve bu yaptığımı sakın affetme” dedi, kapıdan ayrılıp salondan montunu alarak çıkış kapısına varmak üzereyken odanın kapısı açıldı.

“Beni böyle mi bırakıp gideceksin, dostum? Poyraz döndü; “Sana yanlış yaptım, kötü davrandım. Ben seninle dost olmayı bile hak etmiyorum.”

“Lütfen dön, dediğin gibi bu bir deşarjdı. Ama başkalarının yanında olsaydı, hem onlara hem de kendine büyük zararlar verirdin. Böylesi hem doğru hem de güvenliydi, haklıydın.”

“Ama yine de sen hak etmiyordun.”

“Dostluk zaten bu değil mi? Beni böyle bırakırsan işte o zaman dostun değilim” bu son sözler Poyraz’ın geri dönmesine ve koşarak sarılmasına neden oldu. Neva da koşup ona sarıldı, ayaklarını beline kollarını da boynuna kilitleyerek uzunca öptü. Açık olan odanın kapısından içeri girdiler.

Pazartesi sabahı erkenden katlılar, ikisi de mutluydu. Kahvaltıyı beraber hazırlayıp huzurla yaptıktan sonra sırada ki keyif kahvelerini yudumluyorlardı.

“Bu gün ne yapacaksın, dostum”

“Eve gidip işle ilgili telefon görüşmeleri yapacağım. Tabii ki de evdeki dostlarımın yemeklerini de hazırlamalıyım.”

“Ben de saat 10’da işte olacağım, akşam da okul da.” Saate baktıkların da 9’u 5 geçiyordu.

“Seni durağa kadar ben götüreceğim” dediğin de, Poyraz da gülerek; “Okula çocuğunu yolculayan anne gibi mi?”

“Dalga geçme, ya!”

“Darılma hemen, haydi toparlanıp kalkalım.” Neva, durağa kadar eşlik etti, yolculadıktan sonra da işine gitti. Poyraz da yolda ve eve geldikten sonra da sürekli telefon görüşmeleri yaptı ama sonuç değişmedi. Sıkıntılarını çözemiyor, bir yandan da moralinin bozulmaması için de kendini telkin ediyordu.

Bu anların en iyi çözümü de Minik, bülbül ve yavrularıydı. Sundurmaya yemeğini hazırladı. Masanın karşı kenarına da ekmek içi ufalayıp koydu. Minik de yuvasında yemeğini yiyordu. Bu sefer de bu dostlarıyla karşılıklı yemek yemekleri her zamanki gibi güzel ve keyif vericiydi. 

Ihlamur ağacına dönerek günün değerlendirmesini yapıyordu. Neva ile yaşadıklarını mütalaa ediyordu. Çok güzeldi, onun her sözü, her dokunuşu, her hamlesi gözlerinin içinde olan anlatımları, onu zorda bırakıyor, istemsiz olarak da yaşadıklarınla karşı karşıya getiriyordu. Tepkisi de bundan kaynaklanmıştı. Kendi tarafında eksikti, açtı. Hiç hak etmemesine rağmen ona patlamıştı, dediği gibi ‘güvenli limanda’ patlamasının da onun yanında olması da en doğrusuydu. Yine de yanlış buluyordu, bu yaşananları. Nasıl bir mengeneydi, her tarafından sıkılıyor gibi hissediyordu kendini ki, ıhlamur ağacından keskin ve panik ötüşler başladığında, bu düşüncelerinden sıyrılarak başını o yöne çevirdi. Oralarda görmediği büyükçe bir kuş yuvaya saldırıyordu. Hiç tereddüt etmeden yerinden fırladı, bahçeden kaptığı bir çubukla kuşu kovaladı. Minik de bahçe sınırından havlayarak destek verdi. Yuvaya yapılan taciz bertaraf edilmişti edilmesine ama anne bülbül hâlâ şaşkın ötüşlerine devam ediyordu, anlayamadı. Gözlerini yuvaya dikmiş panik ötüşler ardı ardına yükseliyordu. Bir an kulağına derinden “cik” sesi geldi. Daha dikkatli dinleyince ağacın dibindeki çalılıkların içinde yavru bülbülü gördü. Çalıları ayıklayıp yavru bülbülü aldı ve ıhlamur ağacına tırmanarak, yavruyu yuvaya bıraktı. Anne bülbül mutluydu, teşekkür ötüşleri uzun uzun ve ardı ardına idi. Poyraz da mutlu olmuştu. Masasına döndü, yemeğini yerken sundurmanın üstündeki balkon çıkıntısının altındaki kuytu yeri gördü. Yemeğini bitirdikten sonra kuytu yeri korunaklı yuva haline dönüştürdü.

Ihlamur ağacına çıktı. Anne bülbülle karşılıklı bakışıyordu. Ona ve yavrularına korunaklı bir yuva yaptığını ve orada daha güvenli yaşayabileceklerini anlattı. Tepki vermedi, anne bülbül. Acaba ‘sükût ikrardan gelir’ anlamına mı geliyordu? “Saçmalıyorum, herhalde. Sonuçta bir kuş bu” dedi. Tereddütle elini yuvaya uzattı, yine tepki vermedi anne bülbül. Dokundu yuvaya, hafif hafif kaldırdı. Anne bülbül başını sağa sola eğerek bakıyordu. Artık elindeydi, yuva. Yavaşça ıhlamur ağacından indi, yolu geçti. Bahçesine girdiğinde anne bülbül de ardı sıra geliyordu. Evin kapısını kullanmadı, korkuluklardan sundurma girdi. Sandalyeye basarak masanın üzerine çıktı, yavruları yuvaya yerleştirdi. Anne bülbül de yuvanın sundurmasına kondu, artık onun da bir sundurması vardı. Sonrada masasına oturup yönünü yuvaya döndürdü. Şimdi daha yakınlardı, daha güvenli ve birbirlerini daha iyi görüyorlardı. Üstelikte tam altlarında Miniğin yuvası vardı. Küçüktü ama yine de bazı tehlikelerden koruyabilirdi. Böylesi daha iyi oldu, diye düşündü.  Teşekkürünü unutmadı bülbül, bir kaç turda başının üzerinde uçarak masaya kondu. Orada da ötüşlerine devam etti, sonra da masadaki yerine geçerek kırıntıları yemeğe başladı. Poyraz çok keyif alıyordu, hatta gurur duydu kendisiyle. Saat hayli ilerlediğini yine bülbülün ‘haydi kalk, iyi uykular’ ötüşüyle anladı. Kalktı, Minik’in de başını okşadı ve odasına çıktı, huzurla uyudu.

Salı günü evdeydi, Çarşamba da. Beklediği telefon bir türlü gelmiyordu. Önceliği iş görüşmelerinin dönüşlerinden ziyade eşinden gelecek telefondaydı kulağı. İkindiye doğruydu, telefon çaldı, heyecandan mı bilinmez, önce tereddüt etti. Eşten, işten, belki de Neva’dan olabilirdi, bu telefon, hiç biri değildi. Esenlemeler bitince eşini sordu, o da annesinde olduğunu söyledi. Arayan arkadaşı Gülnihal’di, eşiyle ziyarete geliyorlardı. Birkaç haftada bir gelirler hatta yatıya bile kalırlardı. Telefon tekrar çaldı, Gülnihal “Bekle, geliyoruz” dedi. Yarım saat sonrada gelmişlerdi. “Haydi, gidiyoruz. Yorumda yapma” dedi, Gülnihal. Kısa bir süre sonra da eşinin babasının evine geldiler.

Henüz kapı açılmıştı ki oğlu koşup babasına sarıldı. Mutluluk ve hasret ikisinin de gözlerinden dalga dalga yayılıyordu. Anlamsız geçen sürecin en anlamlı görüntüsüydü. Salona geçerken oğlunu odaya göndermesini söyledi, eşine. Koltukta kendisi, Gülnihal ve eşi Hasan beraber oturuyorlardı. Karşı sandalyede eşinin annesi kaşlarını çatmış, ihanete uğramış bir eda ile ince dudaklarını daha da incelterek atarlı konuşuyordu, yanında ayakta da eşi duruyordu. Anlaşılan eşi mizanı yapmamış, yapamamıştı. Bu gerçekten çok kötü bir durumdu. Gülnihal annesiyle konuşuyor ama Poyraz konuşmaları duymuyordu, dalmıştı karanlık yarınlara. “Kırılası eller gereksiz bir yara açmışlardı, kabuk bağlamayacağı için iyileşmeyecekti de bu yara. Ne olacaktı? Ne yapmalıydı?” diye düşünürken, annesi; sanki Poyraz, Gülnihal’i aracı yapmış gibi kadına nefretle bakarak yükleniyordu. Gülnihal, dik durabilen, öngörülü biraz da dominant yapılı bir kadındı. Gerekli cevapları veriyor, bu durumun yanlış olduğunu, büyüklerin son nokta da uzlaştırıcı olması hatta hiç karışmamaları gerektiğini söylediğinde, annesi asık suratı sertleştirerek; “Bu işi daha uzatmaya gerek yok, babasıyla konuştuk; çocuğumuzu vermiyoruz, çocuğunu alsın” dedi. Poyraz bu cümleleri duyduğunda inanamadı. Gülnihal de Hasan da şokta idi. Ses; bir kartopunun çığa dönüştüğü gibi kulaklarından girip zarlarını patlatarak beynine doğru ilerliyordu. Patlamalar beyninde, yüreğinde ve vücudunun her noktasına etki yapıyordu. Yüzü kızıldan mora, mordan siyaha bukalemun gibi renk değiştirirken, bir yandan da düşünüyordu. Şimdi her şeyin olabileceği bir yol ayrımında idi. “Ne yani, bir yuvayı yıkmak bu kadar kolay mıydı? Daha düne kadar; çocuklarını, kardeşlerini hatta tanıdıklarını da içine katarak, ‘ekmeği yenilecek tek adam Poyraz’dır’ diyen bu kadın değil miydi? Bir iş yapacakları zaman kişiliğine, bilgisine baş başvurdukları da bu adamdı. Danışmadan bir iş yapmazlardı.” Sorular birbirini kovalıyordu, beyninde. Kafasını kaldırıp eşine baktığında ise, o, sadece annesine bakıyordu. Bu görüntü içini çok acıttı, duyduklarından bile ağırdı. Yuvasına ve çocuğuna karşı ağzını açıp tek bir kelime dahi edememişti, o söylemedi ama kendi kayıtsız kalamazdı, kalmadı da. Salonun tüm kasvetini ortadan kaldıran kendinden emin ve tok bir sesle; “Bu kadar misafirlik yeter. Toplan gidiyoruz” dedi, Poyraz eşine. Bir anda sanki sinema perdesinde ki film yarıda kesilmiş başka bir film girmişti yayına. Eşi annesine bakıyordu. Hâlâ kendi kararını veremiyor, sanki yönetmenin mizansenine göre repliğini düşünüyordu. Bu sahneye üzüldü. Yeniden eskilerin sözü yankılandı kulaklarında, “Aynı yerden ikinci dikiş zor tutar”, beyninin duvarlarında çarpa çarpa yüreğine akıyordu, bu cümle. Oğlunu düşünüyordu. Henüz çok küçüktü, yetmesine yeterim diye düşünüyordu ama bir tarafının ezik olmasından yana değildi. Sorumluluğu almak kaldırılamayacak bir yük değildi. Ancak iyi biliyordu ki, insan yavrusunun yetiştirilmesinde anne kucağının her daim önemli bir yeri vardı, çocuk adına. Böyle bir haksızlık yapmak ona yakışmaz, hesabını da öncelikle kendine veremezdi. Koltuğundan kalktı, salon kapısına doğru giderken, “Ben çocuğu alıyorum, sen de toparlan” dedi. Annesi ne diyeceğini bilemedi, oturduğu yerden de kalkamamıştı. Bu kararlı ve kendinden emin tutum karşısında onun da repliğinde bir şey yoktu. Rengi atmış, kızına da bir şey diyemedi.

Çıktılar, ikisi de arabanın arka koltuğunda oturuyor, oğlu ise kucağındaydı.  Eve geldiklerinde oğluyla bahçede oyuna daldılar. Sanki zaman tanımaz, kural tanımaz, babasını bir daha bulamayacakmış gibi oyundan oyuna geçiyordu, küçük oğlu. Köpekleri çok sevmesine rağmen, paçasından çekiştiren yavru köpeği bile gözü görmüyor, ilgilenmiyordu. Eşi ve arkadaşları da onları seyrediyorlardı. Gülnihal; “Görüyorsun değil mi?” dedi, ardından eşi Hasan, “Kızım, biliyorsun ki bu benim ikinci evliliğim, çocuklar perişan ve dağınık yetişti, şimdi de onları toplamak bana düştü ve hâlâ daha uğraşıyorum.” Eşi konuşmaları sadece dinliyordu, anladığından mıydı, utanmış mıydı bilinmez ama başı öndeydi.

Yorulmuştu minik bedeni oğlunun, kucağına aldı, minik ellerini babasının boynuna kenetlemişti. Oğlu kucağında bülbüllerin yuvasına gittiler. Yavruları da görebiliyorlardı, bulundukları yerden. Çok sevinmişti, çocuk. Babası da bülbülle olan dostluklarının hikâyesini anlattı. Bülbüllerin ötüşleri, yavrularıyla oynaşmasını seyreden oğlu, ne anlamışsa sımsıkı sarıldı babasına, sanki tekrar yalnız kalacağım korkusu vardı, minik yüreğinde. Başını babasının omzuna dayayıp uyuya kaldı. Odasına çıkarıp yatırdı.

Salona indiğinde, çayı yapmışlardı, yanında da kek vardı. Sundurmada oturdular. Gülnihal ve eşi tecrübelerini aktarıyorlar, biri ilk nişanının diğeri birinci evliliğinin badirelerini, dış etkilerin nasıl da hançer gibi delip geçtiğini anlattılar. Doğruydu, haklılardı, ikisi de sessizce dinliyorlardı. Poyraz daha bir başka taraftaydı, düşüncelerinde. Kendisinin de hatası vardı, fazla zaman ayırmalıydı. Bir parçası gibi gördüğü eşini, “O benim canım sonuçta, hayatı da beraber soluduğumuza göre her şeyin farkında olduğunu sanıyordum.” Bu noktada ruhsal durumunu ve beklentilerini ön planda tutamamıştı, son zamanlarda. Burada hata yapmıştı, Poyraz. Çünkü yaşamın girdaplarına yapılan mücadele engelliyor,  hırsız gibi yuvasının vaktinden çalıyordu. Biraz daha göğüs germesini ruhsal rahatsızlığı engelliyor, ama görmesine de ebeveynleri mani oluyordu. Yine de kendini hatalı buluyordu. Yorgunluklarında, çıkmazlarında üzülmesin diye paylaşmadıkları belki de bir balon gibi patlıyordu, sevdiği kadının yüzünde. Zaman mı yanlıştı, yükler mi ağırdı, beklentiler mi farklıydı? Ya da bu birlikteliğe yapılan tanım mı yanlıştı?

Hasan’ın Karadeniz şivesiyle anlattığı fıkralarla ortamın ağır bulutlarını dağıttı, yumuşak inişlerle anın keyfini solumaya başladılar.

Aynı gün, aynı yere aynı saatten biraz erken gitmişti. Çayını yudumlarken denizi seyrediyordu. Az sonra da Kasrın bahçe kapısından Neva girdi. Poyraz’ı görmüştü, duraksadı ve bir süre öylece seyretti. O da hüzünlenmişti, “Doğru mu yapıyorum?” diye sorguladı, kendini. Bu sorgulaması birlikte olmaya değildi, ona söylemediği başka bir gerçek vardı. Kendini topladı ve yanına gitti. Sarıldı, “Merhaba! Nasılsın Poyraz?” dedi ve oturdu. “Merhaba! Cevap vermeye gerek var mı ki; sen baktığın da yanıtı alıyorsun, zaten.” Doğru söylüyordu, Poyraz. İlk defa birisinin ezberindeydi, gözlerine bakması yetiyordu. Neva her şeyi orada görüyor ve okuyordu. “Gittim, çocukları getirdim.”

“Çok sevindim. Eşin, ufaklık nasıllar?

“Oğlum çok mutlu oldu…” sustu, Poyraz.

“Ama sen mutlu görünmüyorsun.”

“Eşim ise…” yine yutkunduk.

“Maalesef yaşananları tartmamış” dedi. Olanları anlattı, eksik olan ise mizanı yapamamasıydı. Neva da üzülmüştü. Aklına baktığı fal geldi. “Bu ikinci dikiş sağlam olmamış, söküğü de tutmayacak gibi. Umarım iyi şeyler olur” dedi, içinden. Sonra da beraberce denizi seyrettiler. Dostane buluşmalarının saatleri her bir araya geldiklerinde daha da kısalıyordu. Kâh Neva’nın tezlerinin yoğunluğu kâh Poyraz’ın ailesine ve işine fazla zaman ayırması ya da hayatın senaryosu işte, kim bilebilir ki? Sonuçta zamanın engellenemez gücüyle esen rüzgârda zamanı ne kadar kontrol edebiliyoruz ki?

Bahar ayına doğru Yüksek Lisansı bitirmişti, Neva. Belki de aynı gün, aynı yer ve aynı saatte son görüşmeleriydi. Yine ‘aynısından iki kahve’ siparişi vermişlerdi. İlk dakikalar sessiz geçiyordu.

“İstanbul’dan ayrılıyorsun” dedi, Poyraz.

“Evet, biraz dinlenip ne yapmam gerektiğine karar vermeliyim.”

“Umarım senin için en iyisi olur. Sen, iyi olan her şeyi hak ediyorsun.” Hüzünlü geçiyordu, konuşmalar. Çoğu zamanda uzun aralıklar veriyorlardı, suskunluklarına. Ve bu suskunlukların çığlıkları deniz seyriyle boğazın sularına akıyordu, gözlerinden. İyi biliyorlardı, gözlerin kalbin aynası olduğunu; “kal” derse kalacaktı, “gel” derse gelirdi, bunu haykırıyordu kalbin aynaları. İkisi de dokunamıyordu, başka hayatlar vardı. Mizanı yapılmadığı için tünelin sonunu göremediğini biliyordu, Poyraz. Aslında ikisi de biliyordu ama yaşananlara olan saygıdan dolayı kaçıyorlardı. Bu dostluğu yüreklerinin nadide bahçesine hapsettiler. Seyir bitmiş, artık kalkma zamanıydı. Kasrın bahçesinden çıktılar caddeye kadar yürüdüler. Köprünün üzerinde göz göze idiler, sarılıp vedalaştılar. Neva, caddenin karşısına geçerek kendi sokağına girerken, Poyraz caddenin diğer karşısında bekliyordu. El salladılar birbirlerine, Neva sokağa girdiğinde Poyraz da cadde boyu yürümeye başladı, biliyordu artık bir tarafı eksikti. Moral bulduğu, huzuru soluduğu yürek gücü artık yoktu. Sokağın karşı hizasını geçerken, Neva, başı önde ahşap evin arasından çıkıp üzgün adamı seyretti ve hüznüne gözyaşları eşlik ettiğinin farkında bile değildi, Poyraz. Onun ardından bakıyordu, ta ki ufuk çizgisinden ayrılana kadar. Döndü başı önde beraberce yürüdükleri bu yolda yüreği buruk, gözlerinde yaşlarla tek başınaydı.

Eve girdi, bavullar hazırdı. Koltuğa oturdu, hıçkırarak ağlıyordu. Çok sevmişti bu adamı, bir umut diye doktorasını bile ertelemişti. Kalktı yüzünü yıkadı, odalara baktı. Salona girdi ve kütüphanedeki anne ve babasının resmini kol çantasına koyarken, ambalajı açılmamış Poyraz’ın hediye ettiği kitapla uzunca bakıştı. Titrek elleriyle kitabı aldı ve onu da resmin yanına koydu. Kendini çaresiz hissediyordu. Son bir hamle ile telefonunun tuşuna bastı, taksi durağını aradı. Taksiye bindi ve havaalanına doğru yola çıktı. Gözleri şişmiş halde içten içe ağlıyordu. Taksi sokaktan çıktığında bir elin ardından yolculadığının farkında değildi.

Sonraki yıllarda doktorasını vermiş, yurtdışında seminerler veren ünlü bir sosyolog olmuştu, Neva.

Poyraz da kısa süre sonra kendi evlerine taşınmış çocuğu okula başlamıştı, eşi de çalışıyordu. Ta ki; çocuğu lisedeyken Poyraz da yurt dışında çalışmaya başlamıştı. Kendi işiydi, yeni yapılanmakta olan bir ülkeydi, geldiği bu yer. Sosyalizmden kendi devlet yapısına geçen bu ülkede dil sorununu kendi hallediyordu ancak bu insanların yenidünyaya uyumları ve alışkanlıkları farklıydı. Bir taraftan yaşam tarzlarını, edinimlerini çözmeye çalışırken diğer taraftan pazarın ihtiyaçlarını tespit etmek için sürekli araştırma içindeydi. Yalnızdı ve işinin başında olmak zorundaydı. Bundan dolayı da çoğu zaman mevsimde bir gelebiliyordu, evine. Maddi ve manevi katkısı neredeyse yoktu, olamıyordu da. Buralara gelme sebebi belliydi, biraz daha iyi bir yaşam sunabilmekti ailesine ve biraz daha sabır gerekiyordu bu meşakkatli süreci aşmak için. Evet, evinden ve özellikle oğlundan uzak olmak onu üzüyordu, lakin zamana ve desteğe ihtiyacı vardı. Bu destek eşinden gelmeliydi, geldiğini zannediyordu. Yaklaşık bir kaç günde bir telefon da görüşüyorlardı. O da çok özlüyordu ama çizilen bu yolda yürüyüp başarmalıydı. Her şey yolunda gittiğinde onları da yanına alacaktı. Öyle konuşmuşlardı.

Üçüncü mağazayı da açmıştı. Yaza doğru mağaza sayısını arttırmayı düşündüğü yorgun bir günün sonunda telefonu çaldı, arayan eşiydi. “Senden ayrılmak istiyorum” dedi, daha hal hatır sormadan kendinden emin net bir ses tonuyla. Kalakalmıştı Poyraz. “Ne dediğinin farkında mısın?” diye sordu.

“Evet, iyi düşündüm ve de farkındayım.”

“Daha son konuşmamızda neler yapacağımızı planlıyorduk, bu kararın doğuşu bana mantıklı gelmediği gibi bilmediğim etkileri de var.”

“Geri dönüşü olmayan kesin bir karar, öğrenmiş oldun” dedi.

“Neden?” diye sordu.

“Bizim burada ne halde olduğumuzu bilmiyorsun. Paranız var mı diye sormuyorsun. Çocuğun okulu, mutfak; hepsi tek maaşla olmuyor. Ben artık dayanamıyorum, gerisini sen düşün.” dedi.

“Haklısın bilmiyorum, sadece tahmin edebilirim. Maddi yardımımda olmuyor. İmkânların üstünde şartları zorluyorum. Bu bir savunma değil, sonuca da az kaldı. En azından ailelerimiz yanı başında, vatanındasın ve doğduğun büyüdüğün yerlerdesin. Benimde ne yaşadığımı bilmiyor, üstelikte tanımadığım bu ülkede tek başımayım. Geliş nedenlerimi biliyorsun. İyi günlerimiz için biraz daha sabır, lütfen.”

“Benden buraya kadar, kararım kesindir” dedi ve telefonu kapattı. Poyraz adeta şok geçiriyordu. Yine baştan sona hamlık kokan bir karardı, yine uğursuz eller değdi. Oysa tek maaşı mazeret olarak sunuyordu ama yine aynı maaşla şikâyet ettiği yaşamına devam edecek, her yerinden lime lime kopuktu, öne sunduğu neden. Acı bir tebessüm kapladı yüzünü Poyraz’ın.

O gün sabahı zor etmişti. Birkaç telefon görüşmesinden sonra değişen hiçbir şey olmadı. Takip eden günler de aynıydı. Sonraki günlerde de gelen telefonlarda hep aynı cümle vardı, “Gel ve bitirelim bu işi.” Bu son cümle beyin duvarlarına davulun tokmağı gibi inip inip tekrar vuruyordu. “Onca yıl biz bir iş mi yapmıştık ki, ortaklıktan ayrılacakmış gibi işletmeyi sonlandıracaktık. Onda bile tarafları koruyan maddeler yazmıştı, kanun koyucu. Nasıl bir yaşanmışlıksa tek bir sözcüğe sığabiliyordu.” Anlam veremiyordu ya da yaşamı ve kişiyi tanıyamamış, tanımlayamamıştı.

Bütün işlerini olduğu gibi bırakıp yola çıktı, elinde bavul yoktu. Ama yükü çok ağırdı. Yol bir türlü bitmiyor, uzadıkça uzuyordu. Nihayet İstanbul’a evine geldi. Eşi işten geldiğinde yarım ağızla bir merhaba dedi ama yüzüne bile bakmıyordu. O gece eşi evde bile kalmadı, çocuğu ile yalnız kalmıştı. Zoruna gitmişti, aynı yatağı paylaşması gerekmiyordu. Çocuğunla yatabilir hatta diğer odada ya da salonda koltukta da uyuyabilirdi. Ama evde kalmaması çok ağrına gitmişti, ‘senden ayrılmaya karar verdim’ cümlesinden bile ağırdı. Kendini çok aşağılık hissettiriyordu, bu tavır. Kararına yorum yapmadı. Oğlunun bunları yaşamasını istemiyordu ve oğlunun yanına döndü. Hasret gideriyordu, oğlunla ama aklını bir türlü olanlardan, yaşadıklarından alamıyordu. Kötü bir geçmiş olsa da yapılanları hak etmediğini düşünüyordu, böyle biri de değildi.

Ertesi gün okul çıkışı oğluyla buluştu. Deniz kenarında bir kafede oturdular. “Ne oluyor, baba?”

“İnan bilmiyorum, oğlum.

“Annemin haklı olduğunu sanıyorum” dedi.

“Evet haklı. O da burada tek başına uğraş veriyor. Yorgun, sinirleri yıprandı.”

“Sen orada rahatsın, bizi de düşünmüyormuşsun” dediğinde, adam, artık o uğursuz ellerin kesinliğine kanaat getirdi.

“Senden ricam bu olayların dışında kal, oğlum.”

“Nasıl dışında kalabilirim, ayrılmak istiyor.”

“Senin görevin, senin işin okul, annen ayrılmak istiyorsa ki, anladığım kadarıyla evde hazır…” oğlu sözünü keserek, “Evet, dedem kaldığı yeri anneme verdi üst katıda kendine yaptırdı.” Acı bir gülümseme belirdi, Poyraz’ın dudaklarında. Anlaşılan o ki; senaryo yazılmış, sahneye konmuş çoktan oynanıyordu. Ona ise bu filmin final kısmında rol vermişlerdi. Sonrada bir hüzün kapladı, yüreğini. Eskilerin hatırı sayılır cümleleri çınlıyordu kulaklarında. “Belki de bugün daha farklı olacaktı…” Yutkundu ve devam etti. “Neva ile” diye geçti, usundan. Toparladı kendini, konuyu değiştirerek, “Arkadaşlarınla aran nasıl?”

“Gözlüyorum; iyi olanı da var, olmayanı da, yaşayıp öğreniyorum.”

“Gözlemlerinde ki tahminlerin nasıl?

“Çoğunu tutturuyorum. Yanıldıklarım da var. Onları da yaşayıp öğreniyorum. Biliyor musun, baba; sanki bu da ayrı okul gibi.”

“O okul yaşadığın sürece hep olacak. Bu tecrübe bu yaşanmışlık bana yeter, dediğin anda bil ki büyük bir kayaya her an çarpma arifesindesin” dedi.

“Şu an yaşadıklarımız gibi mi?”

“Evet, sayılır” dediğinde, oğlunun iyi gözlem yapması, sevindirdi adamı.

 Sonraki günün sabahında evin bahçesinde bir araya geldiler. Suratlar asık, adam yine de sormaktan rahatsız değildi, az da olsa beklenti içindeydi. Yine de kararını zorlamadan, “İyi düşündün mü?” diye, sordu.

“Evet, bu kararım son kararımdır” yanıtını aldı. Anlaşılan o ki; yönetmen bu sefer oyuncuyu mizansenlere iyi hazırlamış, repliklerini de ezberletmişti. Yani her şey bitmiş, kalem de kırılmıştı. Üzüldü.

“Tamam” dedi, derin bir nefes aldı devam etti,

“Sormayacağım nedenini, anlatmak istemediğine göre benimle ilgili değil. Benden isteklerin nedir?”

“Sorun çıkartmamanı ve imza atmanı istiyorum”. Güldü Poyraz.

“Neden güldün?” diye, sorduğunda ise, “Anlamazsın ki” dedi. Sonra da “Gerçekten anlamadın. Yaşananları anlamadın, verdiğim değeri anlamadın, dik durmanın ne demek olduğunu anlamadın ve en önemlisi ise ben yanlış hamle yapıp yitenleri yeni anladım” dedi, içinden. Anlaşılan o ki mizanı yapılmadan, kumaşın aynı yerine yapılan bu ikinci dikiş bir türlü söküğü birleştirememişti. Acı olan da; yıllar önce ki yol ayrımı idi, “çocuğumuzu vermeyiz, çocuğunu al.” Diğer kararı verseydi daha mı iyi olacaktı, acaba? Dediğinde Neva’yı düşündü ve içinden, “Özür dilerim” dedi.

Ertesi sabah tüm eşyayı kendi yüklemişti kamyona. Her tuttuğu eşya bir alın terini hatırlatıyor, bir geçmişi ve de anıları alıp götürüyordu. Daha ağırlaşıyordu taşıdıkları, omuzlarında. Neredeyse tek başına taşımıştı eşyaları, tek bir damla ter yoktu vücudunda. Yağmayası yağmurun şimşekleri içinde patlıyordu. Yutkunarak genzinden döndürüyordu alevleri, belki de son görevini yapıyordu, yüklerken eşyaları kamyona. Zorlanıyordu, yutkunamıyordu acılar dağlıyordu yüreğini, bastıramıyordu.

Oğluna ağlamamasını söyledi, “Seninle, ‘zamansız ve mekânsız’ beraberiz, bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez” dedi. Anlamıştı oğlu, sımsıkı sarıldı, babasına. Ağlıyordu oğlu, teselli etmeye çalışıyordu, oğlunu. Kamyonun ardından giden arabanın arka camına yapışmış ve hâlâ ağlıyor, el sallıyordu oğlu. Araba gözden kaybolana kadar o da el salladı. Öpücükler gönderiyordu ardından, el sallayan eller ıslanmış, gözleri; sesi içinde patlayan şelaleye dönmüştü. Araba gözden kaybolduğunda hızlıca eve döndü. Gözyaşları, çatılardan akan yağmur damlaları gibiydi. Kapıyı açtı, içeri giremiyordu. Hol boş, salon boş, her şeyden önce oğlu yoktu, her taraf boşluktu. Bir adım attı, bir adım daha belki, yığıldı kapının dibine. Sırtını kapıya yasladı, kafasını kaldırıp gözlerini tavana dikti. Ne arıyordu, neye bakıyordu ve ne kadar öyle kaldığını da kendi de hatırlamıyordu. Yine bir ezan sesiyle kendine geldi, telefonunu çıkardı saate baktı, akşam ezanıydı. Kalkmak istedi, doğrulamadı, her tarafı tutulmuştu. Bir hamle daha yaptı, kapının kolunu anca tutabildi. Diğer eliyle de duvardan destek alarak kalktı. Birkaç adım atarak yatak odasına geçti, kapıyı açtığında boş bir oda ve bir yatak vardı. Bir çuval gibi bıraktı kendini yatağa. Gözleri kapandı; uyuyor muydu, düşünüyor muydu? Ama gözyaşları dışarı aksa da bir tek ağlamanın sesi duyulmuyordu. Ağzından tek çıkan cümle ‘oğlum’ sözüydü. Son cümlesi de ‘yol ayrımında hata yaptım’ oldu. Yine özrü Neva’ya idi.

Gitmişti; onca emek, onca değer ve onca zaman, rüzgârın çeri-çöpü götürdüğü gibi gitmişti. Bu kadar basitti, demek. O uğursuz eller bu kadar güçlü müydü? “Kendimi; ‘sonuçta onlarda insan, elbet anlarlar’ saçmalığına inandırdım yoksa sevdiğini sandığı kadın mı, zayıftı?“ Beyni zonkluyordu, kulaklarındaki uğultular sese dönüştü, bu sefer eşi yoktu ve kendisi de tek başına yakalanmıştı. “Kızım aptal mısın? Çalışıyorsun, kimseye de ihtiyacın yok, derdin ev ise dairen hazır, kocan olacak adam yurt dışında kim bilir kimlerle düşüp kalkıyor, biliyor musun?” O sadece büyüklerini dinliyor, kendi yaşanmışlığında ki doğruları göremiyor, yuvasının dibinden sallandığını, yok edilişinin çatırdayan seslerini duyamıyordu. Bu infaz karara bağlanırken ne acıdır ki gıyabında hükme bağlanmıştı. Kocaman bir geçmişi yok ettikleri gibi ne kadar olacağı belli olmayan geleceğin de dibine büyük bir delik açmışlardı.  Ev çökmüş, iş batmış, yapayalnızdı ve darmadağın edilmişti. Bu durum da sadece kendini bağlıyor, başkalarının da umurunda değildi. Oysa her kandırılışında yaşanmışlıklarına dönüp bakabilseydi, söylenenlerin dedikodudan öte bir şey olmadığını görebilecekti.

Yalnızdı o akşam. Bomboş olan salonda bir masa ve bir kaç sandalye vardı. “Kendini toplamalısın” dedi, kendine. Telkin ediyordu kendini, güçlükle kalktı, çay demledi ve servisi masaya getirdi. Bardağına doldurdu, çayı demli içerdi ama bu sefer neredeyse siyaha yakındı, çay. Sigarasını yaktı birkaç derin nefes aldıktan sonra, kafasını kalırdı, başını pencereye çevirdi. Kemerin sağ tarafındaki dar duvarda unutulan bir resmi gördü, bir davette dans ederken çekilmişti bu resim; siyah röfleli saçları, iri zeytin gözleriyle ona ‘ben yanındayım’ sıcaklığı ile bakan, bu gün ise ‘senden ayrılacağım’ kararını alabilecek kadar ne olmuştu? Acı bir tebessüm kondu yüzüne, ötelere çok ötelere gitti. İş başvurusu yaptığı iş yerinde tanımıştı, onu. Yine aynı bakışlar vardı, yüzünde. Okulunu yeni bitirmiş aynı ilçede oturuyorlardı. O işini yapıyordu, kendisi de görüşmeyi bekliyordu, aracı olan tanıdığının masasında. Kendisi de işe başlayınca beraber gidip geliyorlardı. Vapurla gidip geliyorlardı, işe. Kendisi bir iskele önce biniyor yan koltuğa da kitaplarını koyup o koltuğu ona hazır tutuyordu. O da bir iskele sonra biniyordu vapura, en keyifli zamanları bu deniz seyahatleriydi, neredeyse. Bazen vapura binmiyor geziyorlardı güzel İstanbul’u el ele, deniz kenarında bir çay bahçesinde soluklanıyorlardı, göz göze.

Bir keresinde Kabataş iskelesinde vapuru beklerken kar şiddetini arttırmış seferler iptal edilmişti. Bekleyenler gibi kartopu oynamışlardı. Hatta elini tutup sırtüstü kara yatmışlar, sırt fotoğraflarını bırakmışlardı, karların üstüne.

Evli oldukları yine bir kış günü İstanbul dışından geliyordu, marketten alış verişini yapmış eve doğru zor yürüyordu, neredeyse diz boyunu varmış karlar içinde. Eşi camdan onu seyrederken tüm yorgunluğu gitmişti. Gözünün önündeydi o an, gülümsedi ve derin bir iç çekti.

Bodrum, Yedigöller, Abant, Şile de ki tatilleri ve kısa gezintileri de gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu.

İki yıla yakın sürmüştü arkadaşlıkları, gereksiz rüzgârlar giriyordu aralarına ama “olağan bir süreç” diyordu, kendine. Babasıyla tanıştırdığında net ve kararlı olarak, “güzel ve seviyeli arkadaşlığımız var, bu birliktelik evliliğe doğru devam edecek” dedi, babasına. Şaşkınlığı çok belli oluyordu yüzünde adamın ama bir şey diyememişti. Nihayet evlilikle noktalanmıştı bu ilişki ya da kendi öyle sanmıştı, virgül olan noktayı. Daha ilk ay hatta günlerde sinyallerini vermişti. Farkındaydı ama psikolojik rahatsızlığına bağlamıştı bu dalgalanmayı. “Madem hayatı beraber göğüslemekse” tek başına olsa da mücadele etmeliydi, ediyordu da. Sonuçta ‘eş’ idi, aynı idi, can demekti kendi hayat görüşünde. Zaman günleri yitirdikçe yalnız kalmıştı. Ruhsal durumu öyle zayıflatmıştı ki, ilişkilerinde bir araya gelmeleri olağan dışı konularda oluyordu. Bir de güvendiği ebeveynlerinin desteği aslında onunda sonunu hazırlıyordu. Tek başına kaldığı bu uzun evrede tutunduğu tek dalı da canı oğlu idi, onunla paylaşıyordu günlerini, mümkün olduğunca da yaşananların dışında tutmaya çalışıyordu. Lakin yine de eksikti, kendisi de hamleleri de yetemiyordu, ruhen de beslenemiyordu. Hayatın koşturmasında sadece çocuğuna ayırabiliyordu vaktini. Bunca etkilerin bir arada olması sonu belli yolda direnmesinin ya da diretmesinin bir anlamı var mıydı? Bu gün bakıldığında hiçte gerek yokmuş gibi duruyor. Ya kayıpları kim ödeyecekti? Sadece kendisi, bir de… Bir de Neva ödemişti.

Neva! Çok yazık olmuştu ona; masumdu, beklentisizdi, her şeyi ile vardı. Ancak ilk faturayı da o ödemişti. Yazık olmuştu ona ve kendisine de. Sonunu görmesine rağmen ne emek ne değer ne yaşanmışlıklar ne de çocuk durdurabilmişti bu çöküşü. Çarenin; psikiyatrlar, hocalar ya da baba evi değil de kendin de, yuvasında olduğunu görebilseydi bugün bunlar yaşanmayacaktı. Yutkundu, derin nefesler aldı. Görebildiklerine yaptığı müdahalelerin yetersizliği, erdemli tutumunun anlaşılır olacağını zannetmesi, tanımı ve amacı ne olursa olsun kendini işine fazla kaptırması beklentilere zaman ayırmasını engellemişti. Yürek gücü düşünce de belki de elbirliği ile oyun dışı kalmıştı. Artık zamanı değil önüne bakmalıydı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama onarmalıydı yaralarını, böyle bir yaşanmışlığı yoktu ancak ayağa kalkmalıydı.

Bu bir sarsıntıydı, düşünceler sürekli gidip geliyordu, beyninde. Yüreği bir inip bir çıkarken gözlerinin önünde; öfkeleniyor, kızıyor, kontrol edilemez hiddetlere giriyordu. Sakinleşmelisin diyordu kendine, kafasını dağıtmak için soğuyan çayını evyeye döktü. Yeniden ocağı yakıp çayı ısıttı. Biraz daha durulmuş gibiydi. “Anlatmıştım dedi, herkes gibi bizler de birilerinin evlatlarız. Onlar baştı, taçtı ama şimdi ise kendi evlatlarının var olduğunu anlatmıştım. Yaşamın başlangıcı kendi çatılarından yayılmalıydı, her yaşamınkiler de kendi çatısından, tek tek defalarca, anlatmıştım. Ama olmadı, olamadı. Onun aklındaki çatı baba eviydi, kolunu bacağını da oradan aldırmıyorlardı. Bir evlada sahip çıkmak doğaldı ama kendi çatısını yok saydırmak doğru değildi.” Yol ayrımına da gelinmişti bir keresinde, kafalarında bitirmişti büyükler. Aslında çok uygundu Poyraz için, hayatının merkezine koyduğu oğlunu da kendisindeydi, ‘al götür’ demişlerdi. Hem de çok değer verdiği Neva da vardı, her şeyi ile ve tam zamanıydı, kim bilir? Tercihini; el birliğiyle yıkmaya çalıştıkları ve sonunda yıktıkları yuvasına değil de, hele ki ağır ve zor süreci göğüslemek yerine bu yöne kullansaydı; şimdi ne olurdu, acaba? Bu yaşadıklarından daha iyi olacağını biliyordu, aslında. Yaşam bir film bile olsa geri alınmazdı ki. Hayatın bilinmeyen yol ayrımlarında direksiyonu döndürdüğü yol doğru yol değil miydi, acaba? Oysa bilgisine sahip olduğun, değerlerine inandığın yöne dönmek; yanlış mı oluyordu? Yeniden mi yazılmalıydı insanlığın kitabı ya da doğru mu anlamamıştı? Belki de yanlışı anlayıp ilk durakta inilmeliydi. Bu kadar kasmaktansa anı da yaşayabilirdi. Her sorunun türevleri her yolun talileriyle çoğalabilirdi bu bakış, ancak emek bu kadar ucuz olmamalıydı. Bir şekil sarsıntılar olabilir hatta düşüle bilirdi de ama rahata diz çökmek ya da boyun eğmek, işte bu olmamalıydı. Çok mu kuralcı davranıyordu yoksa değerlere mi çok saygı duyuyordu?

Sorgular ve sorular genişledikçe içinde olduğu anafordan başka anaforların kontrolüne bilinçsizce yol alıyordu. Çıkmalıydı bu girdaplardan; “Bu yaptığın zayıflık” dedi, “Kendine zarar veriyorsun, böylece de çok sevdiğin çocuğuna da faydan olmaz. Hiçbir şeyin sonu değil, çukura düşmüş ya da el birliği ile atılmış olabilirsin, kendini topla, ayağa kalk ve o çukurdan çık” dedi.

Mutfağa geçip bir bardak su aldı. Masaya geri döndüğünde her zamanki yerine, yani duvardaki resmin karşısına oturdu, oğlunun resmiydi. O resmi yerinden kaldırılmasına müsaade etmemişti. İlk gün konulduğu yerdeydi ve hep orada kalacaktı. Suyunu içti, bir bardak çay daha doldurdu, kendine. Bir yudum aldı, ellerinle çenesine destek vererek gözlerini kapattı. Oğlunun doğacağı güne gitti. Bir kış günüydü, hava ayaza tutmuş yerdeki karlar buza dönüşmüştü. İşte o soğuk havayı tam olarak ısıtan sesi yankılanıyordu kulaklarında. Çocuğunu kucağına alışı, göz göze geldiği o an komikti, gülümsedi; kaşları olmayan kocaman bir kafası, patlıcan moruna yakın burnu, küçücük bedenine tutturulmuş kalem eninde bacaklarını gördüğünde içi burkulmuştu. “Banyoların banyolarıma dönüştüğünde ne de çabuk büyümüştün. Şimdi yoksun ama yaşanmışlığımız ikimizde” dedi duvardaki resme bakarak. Konuşuyordu, karşısında duran bir fotoğrafta olsa sesli anlatıyordu, duygularını. Oğluna tebessümü de hiç eksik etmiyordu. Oğluyla konuşurken içi biraz burkulsa da daha sakindi, rahatlamıştı. Ona hep güleçti, karşısındaki bir resim bile olsa sert yüzünü göstermezdi, üzgün halini bile kaçırırdı, görmesin diye. Hayat zaten bu yüzü gösterecekti. O hep sevgiyle büyümesini istedi. Küçüktü, lütuftu, onun bir parçasıydı.

Evet, yalnızdı o akşam, sabahın da gün batımında da yalnızdı. Bir sonraki gün, sonraki hafta, aylar ve yıllar, tek başına idi. Hele geceler; sıcağında üşüdüğü, soğuk geceler de ter attığı, yalnız geceler. Bir oğlu vardı aklında bir de Neva yüreğinde. Küçüksu Kasrı; her Cumartesi aynı yer, aynı saatti sanki parolaları. Çok konuşmazlardı, gözler gözlerden okuyordu anlatımları. Sorular bile pek sorulmazdı, cevaplar bedenlerde. “Ben yaptığımı yaşıyorum ama sen öncelik bile kullanamadan infaz edildin”. Sustu ve yutkundu, “Evet, seni kırdım, beni sakın affetme. Affetme ki bir nebze rahatlasın bu yüküm” diye seslendi içinden, Neva’ya.

Bir gün; neden olduğunu bilmeden kendini Küçüksu Kasrında kahve içerken buldu. Buraya Neva’sız ilk gelişiydi. Onca yıldan sonra kendisi de bilemedi neden geldiğini. O günleri düşünmeden de edemedi. Ama bu sefer ki dalışları tek başınaydı, Neva yoktu yanında. Yaşadığı kötü günlerin tek dayanağıydı. Düşlerinde gezinirken acı çekiyordu. Bazen tatlı gülüşler dudaklarında belirse de yanlış yaptığını şimdi daha iyi anlıyordu. “İki kere yanlış yaptım” dedi, içinden. Devam etti kendinle konuşmaya, “yol ayrımında yanlış tercih kullandım, bu bir. İkincisi ise;   Neva’ya ‘kal’ demeliydim. O da bunu bekliyordu; yapamadım, bu günleri göremedim.” Bencil mi düşünüyorum diye hayıflandı. O da emek sarf etmişti, yetmemişti ve emekler boşa gitmişti. Bu gün ise o, yani çocuğunun annesi evlendi, kendisi hâlâ tek başına idi.

Yanı başındaki masada bir çiftin konuşmaları martıların sesini bastırıyor, erkek olanın kaba sesi düşlerinden çıkmasına neden oldu. İnsanların tartışması normaldi, ancak çevreyi rahatsız edecek boyutlara da çıkmamalıydı. Dönüp bakmadı önce, “… Bir de geldiğimiz yere bak, nereden bulduysan böyle bir salaş yeri”.

Adam haddini aşmış böyle bir güzel yeri beğenmediği gibi çok derin anılarının olduğu boğazın bu nadide yerine hakaret ediyordu. Tepki vermek istedi ama “yeri ve zamanı değil” dediyse de kulağı masa idi.

“Ruhen hazır hissetmiyorum, kendimi. Burası da hem çok güzel hem de benimle yaşayan anılarım var” dediğinde, sesi tanıdı. Bakmak için önce tereddüt etti. “Bu ses…” devamını getiremedi, yutkundu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra başını çevirdiğinde göz göze geldiği kadın… Gözlerine inanamadı. Yanı başındaki masa olmasına rağmen tekrar baktı, kadın Neva idi. İkisi de şaşırmışlardı gördüklerinde birbirlerini. Poyraz kalmıştı öylece, sanki başı tutulmuş döndüremiyordu. Aynı masumiyet ve güzellik yerli yerindeydi. Saçındaki birkaç beyaz tel haricinde, gayri ihtiyari parmağına baktığında yüzüğü gördü. “Evlenmiş” dedi, Neva da Poyraz’ın parmağına bakıyordu ama yüzük yoktu, “Ayrılmışlar” dedi ve aklına, o, içindeki karanlıklardan çıkamadığı fal geldi. Yazık olmuş” dedi. “Sana karşı tek itiraf edemediğim seninle neden tanıştığımdı. Kusura bakma Poyraz. Tez hazırlamam gerekiyordu ve seni onun için seçmiştim. İtiraf edemedim sana, sonra alışkanlık oldun. Konuşmalarının sıcaklığı, tavırların, derinliğin; bağımlılık yapmıştın. Sana vurgun olduğumu ve sana âşık olduğumu da itiraf edemedim. Biraz egoist olsaydım bu gün sende acı çekmeyecektin, be dostum. Üzgünüm, özür dilerim” dedi, içinden. Yüksek ve kaba bir ses göz muhabbetini karanlığa gömdü; “Önüne baksana, lan” dedi, külhanbeyi edasıyla. Neva utancından başını öne eğdi. Zaten iyi durumda olmayan Poyraz, birçok film karelerini gözlerinin önünde ayıklıyordu. Yaratığın tavrıyla cevap vermemek için dişlerini sıkıyor, zor zapt ediyordu kendini, yoksa kavga bile olabilirdi.  Aslında olacaklar umurunda da değildi ama saygı duyduğu kadını zor durumda bırakamazdı. Neva’ya baktı ve sonra yaratığa dönerek; “Siz kiminle beraber olduğunuzun farkında değilsiniz, sanırım.”

“Sana ne be, sana mı soracağım?”

“Tabii ki beni ilgilendirmez, bana da sormamalısınız ama yanınızdaki hanımefendi, saygın ve herkes tarafından tanınan ünlü bir sosyolog. Yani sizin anlayacağınız hanımefendi tanınan biri olunca muhakkak bakarlar. Şimdi siz anladınız mı?” dediğinde, Neva’da; “Benimle ilgili bütün haberleri takip etmiş” dedi. Burnundan soluyordu, kendini bir şeylere benzetmeye zorlayan insan müsveddesi. Hışımla kalktı, kabaca kolundan tutup kaldırdı, Neva’yı. Daha bir canı acımıştı Poyraz’ın. O da sandalyesinden kalktı, olabileceklerini kestirmek bile istemiyordu. Anlamıştı Neva, eliyle yapmamasını işaret etti. Belki de eşek sudan gelinceye kadar dövmeliydi, bu yaratığı. Neva, neredeyse sürüklenip götürülürken, “Gerçekten sevmiştim seni, ‘zamansız ve mekânsız’ bu sevgim daim olacak, Poyraz” dedi, yine içinden. Arabaya geldiklerinde kaba davranmaya devam ediyordu, yaratık. Neva’nın aklı Poyraz da kalmıştı. “Çocuğumuzu vermeyiz, çoğunu al” cümlesi kulaklarında yankılanıyordu, sanki dün gibi. Bu Poyraz için yol ayrımı idi, ya kendisi için? Aniden durdu ve kolunu silkeleyerek yaratığın elinden kurtuldu, parmağındaki yüzüğü çıkarıp fırlattı.

“Şimdi sana aylarca beklediğin cevabı vereyim; arkadaşlarımızın zorlamasıyla oluşan bu nişanlılık evresinin aylarca hatta bir yıla yakın sürmesinin nedeni, ‘sana olan ilk izlenimimdi’ O gün teyit edemediğim senin gerçek yüzünü bu gün net bir şekilde ortaya koydun. Sen bu kadarlık adamsın. Güle güle!” dediğinde üzerinden büyük bir yükün kalktığını hissetti. Bu ana denk gelen bu cesaret Poyraz’ı görmesinden mi kaynaklanıyordu, acaba? Ya da yol ayrımında Poyraz’ın yapamadığı tercihi mi yapmıştı? Kaba insan müsveddesi daha bir hırçınlaşmıştı, Neva’nın üzerine yürüdü. Ağzından salyalar akıyordu, elini kaldırdı, tam vuracağı sırada bileği havada asılı kaldı, kıpırdatamıyordu. Geriye döneceği anda da diğer kolunu yakalayan ikinci bir kişinin desteğiyle karga tulumba arabasına yapıştı. Neva şaşkındı, önce Poyraz sandı, değildi. Yardım edenlerden cüsseli olanı; “Bak dostum!” dedi ve ekledi, “ Kaba bir adama dostum denemez ama iyi dinle; Neva abla buranın kızı, en iyisi mi arabana bin ve git. Yoksa arabanla tarih olursun, sen de anlayamazsın. Ha, bundan sonraki her adımında takip edileceksin, arabanda kimliğinde belli, hemen Cumhuriyet Savcılığına da bildireceğim. Çok merak ettiysen ben bir avukatım. İsmimi de gelen tebligatta okursun. Anladın mı? Defol, şimdi!” dedi. Yaratık arabasına binerek uzaklaştı. Neva teşekkür etti bu tanımadığı iki adama ama onlar tanıyordu ki ‘Neva abla’ diye hitap etmişlerdi.

“Merhaba Neva abla, nasılsın?” dediler.

“Merhaba, tekrar teşekkür ederim. Kusura bakmayın tanıyamadım.”

“Haklısın abla. Ben Efe ve arkadaşım da Ege. Ben avukat arkadaşım da mühendis olduk senin sayende. Bize nasihat edip yol göstermeseydin okuyamazdık.”

“Şu bizim meşhur, her yerde yapışık ikizler gibi dolaşan ‘efege’. Nasıl unuturum ama çok değişmişsiniz.”

“Yapma abla o zaman çocuktuk, on yıl öncesinden bahsediyoruz. Ama sen hiç değişmemişsin, abla”. Ege bir şeyler içmeyi teklif etti. Neva, Poyraz’ın orada olabileceğini düşünerek ayak sürtse de, kardeş gibi büyüyen iki arkadaş Neva’yı ikna ederek Kasrın bahçesine geri döndürdüler. Neva’nın gözleri masaları gezindi ama Poyraz yoktu. Ege siparişleri verirken garsondan kâğıt kalem rica etti. Efe de Cumhuriyet Savcılığına şikâyet dilekçesini yazdı, hem kendi hem de Neva ablasına imzalattı.

“Abla dilekçeyi yarın savcılığa ben veririm.”

“Ne diyeceğimi şaşırdım, arkadaşlar.”

“Çocuklar desene, abla. Eskiden olduğu gibi abla kardeş, güzel günlerdi” dedi Ege.

“Evet, çocuklar çok güzel günlerdi.”

“Buraya gelirken Poyraz abiyi gördük. Çok düşünceli ve morali bozuktu. Bizi fark etmedi, seslenince de özür dileyerek hızlıca yürümeye devam etti. Anlayamadık; ama bir beladan uzaklaşır gibi bir hali vardı, birkaç adım da bir durup arkasına bakıyordu” dedi Efe. O mülayim, hayat dolu adamı ilk defa böyle öfkeli gördük. Ondan da çok şey öğrendik, çok iyi bir insan” dedi, Ege. “Demek ki olaydan hemen sonra dayanamayacağı için kalkıp gitmiş. Beni kırmadığı iyi olmuş. Yoksa çok daha kötü şeyler olurdu” diye seslendirdi, kendine. Efe; “Poyraz abiyi görüyor musun, abla?”

“Çok uzun yıllar oldu, çocuklar” diyebildi. Çaylar içildi, eskiler yâd edildi, zaman da bir hayli geçmişti.

“Kalkalım mı, çocuklar” dedi.

“Olur, abla. Ama mutlaka görüşelim” dedi, çocuklar. Kalkarken adisyonu aldı, Neva. Çocuklar da güldü; “Abla, bize sadece nasihat etmedin, harçlığımız olmadığı zaman para bile verirdin. Şimdi sıra bizde, en azında yol gösterdiğin çocuklardan gurur duy, olur mu?” Neva bu söz üzerine adisyonu bıraktı.

“Hatırlıyor musun abla? Kız arkadaşımla buluşacaktım ama cebimde para yoktu. Tabii Efe’de de para yoktu.  Kıvranıyordum, sen görüp anlamıştın ve cebime para sıkıştırmıştın, Efe haklı abla” dedi, Ege.

“Utandırıyorsunuz beni, çocuklar.”

“Olur mu abla, güzel anılar ve duygu yüklü paylaşımlardı. Beraberken para konusu bizim, bu kadar abla” dedi Efe. O bıçkın ve ağır abi tavrı hâlâ üzerindeydi, Efe’nin. Görüşmek üzere deyip, vedalaşıp ayrıldılar.

Yaz bitmiş, sonbaharın son kalıntısı yapraklar caddelerde savrulurken, kış aniden bastırmıştı, o yılın son ayında. Kar, rüzgârın ıslığı ile yarışıyordu. Günlerce aralıksız yağdı. Sokaklarda bir canlı görmek neredeyse zordu, o kış. Poyraz da sıcak bir kahve yapmış yanmayası sobanın başında içini ısıtmaya, üşümemeye çalışırken telefonu çaldı. Uzanıp sehpanın üstünden telefonunu aldı. Ekrana baktığında isim yazmıyordu, açtı; “Efendim!” dedi. Karşı taraftan ses gelmiyordu. Birkaç kez daha “Efendim!” cümlesini tekrarladıktan sonra, “Söyleyecek bir sözünüz yoksa kapatacağım” dediğinde, yutkunan bir ses; “Merhaba, ‘zamansız ve mekânsız’ dostum, nasılsın?” dedi, telefondan gelen ağlamaklı bir bayan sesiydi. Poyraz duyduğu ses karşısında titriyordu, sobanın başında olmasına rağmen titriyordu, cevap veremedi. Poyraz’ın nutku tutulmuştu. Telefondaki ses devam etti; “Aynı gün, aynı saatte ve aynı yerde bekliyor olacağım.”

 

 

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.