111091958pb

cemalnalcı

 

Önce serçeler havalandı. Lodos cadde boyu karşılıklı balıkçı ağının mantarları gibi sıralanmış çınar ağaçlarının dallarını koparacak gibi sallıyordu. Yapraklar doğaya oksijen görevini yapmış ayrılık vaktinin geldiğinde el sallar gibi vedalaşıyorlardı. Bu sefer zamansızdı ayrılışları. Ancak her biri salınarak dallarından koparılıyordu, acımasız fırtınayla. Çınar ağaçlarının döktüğü yapraklar arnavut kaldırımında uçuşuyor, lodosun şiddetiyle yaprak yağışı tipi şekline dönüşüyordu. Lodos daha da şiddetini arttırdı. Papağanlar sonra da martılar kayboldu. Börtü böcekler çoktan gitmişlerdi. Rüzgârın şiddetiyle dökülen yapraklar görüş mesafesini azaltmış insanların da yürümesi bir hayli zorlaşmıştı. Koşamıyorlar ve evlerine güçlükle ulaşabiliyorlardı. 

O an yoldan geçmekte olan arabayı teğet sıyırıp asfalta boylu boyunca düşen bel kalınlığındaki dal lodosun sesini bastırdı. Ağaçtaki kalan son canlılar da düşen dalın sesiyle kaçıştılar. Sesler kesilince bir tanesinin acı ötüşleri duyuluyordu. Yere düşen iri dalın üzerinde turlar attı. Yuvası düşmüştü içindeki yavrusuyla beraber. Paniklemesi ve acı ötüşleri bundandı. Yavru kuştan ses yoktu. Bir müddet sonra da anne kuş afetten korunmak için oradan ayrıldı.

Caddenin dört yol ağzında bulunan bahçeli evin salonundan olanları seyreden bir çift göz asırlık çınar ağacından lodosun kırıp düşürdüklerini hayretler içinde izliyordu. Görmüştü kırılan daldan fırlayan aşiyanın dallara çarpa çarpa aşağıya düşüşünü. Bir an paniklese de tereddütsüz kapıya yöneldi. Üstüne bir şey almadan caddeye fırladı ve koşmaya başladı. Lodosun savurduklarına aldırmadan düşen yuvanın bulunduğu çınarın yanına geldi. Yaprakların arasında minik kuşu aramaya başladı. Belli belirsiz kesik ötüşleri duydu. Yerini tespit etti. İtinayla minik bedenini örten yaprakları ve kuru dalları ayrıştırdı. Bir anda göz göze geldiğinde yüzü güldü yaşlı adamın, zor soluyordu minik kuş. Yaprağı kaldırdı altından yavru kuşu avuçlarına aldığında hava tamamen kapatmış şimşekler çakıyordu. Çınarın kuru dalları cadde de savrulurken bu tehlike karşısında kendini korumaktan ziyade diğer elini minik kuşun üstüne tutarak bir zarar gelmesini engellemeye çalıştı. Çakan şimşeklerin ışığında zorlukla evin kapısına geldiğinde yaş dallar damlara, damlarda ki kırılan kiremitler de fırtınanın hızıyla yerlere düşüyorlardı. Salona geçti. Elektrik bir gidip aralıklarla geliyordu. Bir müddet sonrada tamamen kesildi.

Masasının üzerini boşalttı. Yavru kuşu kuruladı, havluya sardı ve masanın ortasına usulca bıraktı. Etrafına da dairesel bir şekilde mumları dizdi ve yaktı. Hem minik kuşun bedenini ısıtıyor hem de etrafı ışıtıyordu mumlar. Soluk alışlarını duyamayınca suni teneffüs yaptı. Yine sonuca ulaşamadı. Minik bedenine tombul küçük parmağıyla masaja başladı. Adamın alnından terler akıyordu ama ne olursa olsun yavru kuşu ölüme göndermek istemiyordu. Bilgilerini sağlık görevlisi gibi uyguluyor, yeniden uyguluyordu.  Yorulmuştu. Kendi de nefesi zor almaya başladı. Uzun zamandır ilk defa bu kadar heyecan ve hareketli anlar yaşıyordu. Yine de bir nefes olmayı bırakmadı bu yürekli adam. İnatla devam etti. “O da bir candı ve kendi habitatında onun da yaşamaya hakkı vardı” diye düşünüyordu. Bu inat bu amansız uğraş yalnızlığına mıydı yoksa yiten canlarına bir el bir nefes olmak mıydı? Uzun zamandır yalnız yaşıyordu. Kızının ani ve elim bir kaza sonucu ölümü ve bu acıya dayanamayan eşini de ardından kaybetmişti.

Terler burnundan masaya damlıyor, ensesinden de sırtını geziniyordu ama onun umurunda değildi. O hâlâ aynı kararlılık ve azimle devam ediyordu.

Mumlar neredeyse yarım ölçüyü bitirmişti ki göğsü hafifçe inip çıkmaya başladı. Minik kuşun kalp atışları zayıfta olsa duyuluyordu. Göz kapaklarını yarım açabildi yavru kuş. Adam sevinmişti. Son zamanlarda tek düze yaşamında bu kadar hareketli olmamış bu kadar da yorulmamıştı ama bir hayat kurtarmanın heyecanı yetiyordu mutluluğuna. Bir koşu yeni havlu getirirken bir eliyle de göğsünü tutuyordu. İyi gitmeyen bir şeyler oluyordu vücudunda adamın. Terler çoğalmış soğuk akıyordu alnından. Ama o kuşa kilitlenmişti. Yatağını değiştirerek bir önceki havlunun üstüne yenisini koydu. Yatağını yükseltip mum ısısını daha fazla almasını sağladı. Mutluydu ve yüzü kızıl bir güneşi andırıyordu yaşlı adamın. Mum takviyeleri yaptı. Azalanları bitmeden değiştirip aralıkları da takviye yapıp sıklaştırdı. Sağ elini tekrar göğsünün üzerine koyarak bastırdı. Nefes alışları da kısa ve hızlıydı.

Dışarısı zifiri karanlıktı. Cadde ve sokaklarda da kimsecikler yoktu. Evlerden nerdeyse ışık sızmıyordu. Bu evde ise perdesi açık pencereden yayılan mumların ışıkları caddeden çok net görünüyordu. Adam evin içinde siyah bir gölgeyi andıran karartı gibi dolaşıyordu. İlaç dolabını açtı. Bir damlalık aldı. Birkaç damla su içirdikten sonra bir parça ekmek içini ufalayıp yavru kuşun yanına bıraktı. Tekrar sandalyesine oturup onu seyretti. Yorgun olan yalnız adamın artık takati kalmamıştı. Başı masaya düştü. Bir süre sonra da gözleri kapandı.

Yavru kuş ayağa kalkmış kanatlarını oynattıktan sonra havlunun üzerinden masaya sıçradı. Biraz gezindikten sonra kanat çırpıp uçtu. Birkaç tur attıktan sonra adamın omzuna kondu. Yaşlı adam hiç tepki vermedi. Minik kuş ne anladıysa çılgınca uçmaya başladı. Yalnız adamın başının üzerinde daireler çizmeyerek acı bir şekilde ötmeye devam etti. Bir şeylerden mi korkmuştu yavru kuş? Yoksa hayatına dokunan bu yalnız adama teşekkür mü ediyordu? Bu çılgın uçuşlar bir müddet sonra adamın başına, kulağına, ensesine dokunmaya kadar gitmişti. Hatta gagalıyordu. Yalnız adam tepki hala vermiyordu. Bir gariplik vardı. Yavru kuşun her dokunuşu bir öncekine göre daha hızlı ve daha sertti. Yine de bir kıpırdama yoktu yalnız adamda. Artık yavru kuş pikelerini ensesine ve ısırıklara kadar abartmıştı. Öyle ki ensesine son dokunduğu yerlerden kan akmaya başladı. Fakat yine tepki vermiyordu adam. Olanca gücüyle de kulağının dibinde ötüyordu.

 Yavru kuşun amansız çabaları devam ederken kan akışından mıdır bilinmez nihayetinde karşılığını almış, başarmıştı yavru kuş. Uyandırabilmişti minik bedeniyle yalnız adamı. Adam sağ eliyle sol göğsüne tuttu, acı çekiyordu. Anlaşılan o ki kalp krizi geçiriyordu. Kendine gelir gibi olduğunda ambulansı aradı. Sonrada dostu olan Suat öğretmene telefon etti. Gece yarısıydı ve uykulu bir sesle,

“Hayırdır Guru” dedi. Suat öğretmen bir abi gibi sever ve sayardı yalnız adamı.

“Senden çok şey öğrendim hâlen öğreniyorum. Artık senin adın ‘guru’ olsun demişti yıllar önce. O günden sonra ‘guru’ diye hitap ediyordu bu yalnız adama.

“Sanırım kalp krizi geçiriyorum. Ambulansı aradım. Fırtınadan sonra zamanında geleceklerinden emin değilim. Kapının dibinde sandalyede oturuyorum. Kapıyı da açık bıraktım diyebildi.

“Anlaşıldı guru. Giyinip hemen geliyorum” dediyse de üstünü giyinmeden arabasına binerek yola çıktı Suat öğretmen. Fırtına onunda geliş yollarını kapatmıştı. Zorlukla yol alabiliyordu. Eski binaların birçoğu zarara uğramış kiminin çatısı uçmuşken çoğunun kiremitleri düşen ağaçlardan kırılmış bazılarının kiremitleri de sokaklara savrulmuştu. Ağaçların kırılan dalları ve damlardan saçılan kiremitler acil ulaşması gereken araçlara geçit vermiyordu. Tabii ki Suat öğretmene de.

Yalnız adam okuduğu bir sağlık yazısında aspirin içilmesi kanın sulandırdığını ve akışını rahat sağlandığı aklına gelince bir aspirin içti. Hâlâ bekliyordu. Yarım saat geçmişti. Bu sürede hem ambulansın hem de Suat öğretmenin gelmiş olması gerekiyordu. Gelen hiç kimse yoktu.

“Herhalde fırtınadan dolayı yollar da ulaşım zor. Mağdur olan da çok” diye, düşündü. Ama beklemekten başka da yapacak hamlesi yoktu.

Bir süre daha geçmişti ki bir karartı gördü. Ona doğru yaklaşıyorlardı. Dikkatli bakınca birden fazla idi. Bu gelen Suat öğretmen olamazdı. Evet, gelenler vardı. Bahçe kapısından girip bina kapısına kadar ardı ardına üç kişi geliyordu. Far ışıkları görmemişti ama gelenler vardı işte. Belki de ambülânstaki sağlık personeli caddenin durumundan kalan mesafeyi yürüdüler, diye düşündü.  Kapıdan içeri girdiler. Birincisi hiç umursamadan önünden geçti, durmadı. İkincisi de durmadı. Üçüncü yanından geçiyordu ki kucağına yığıldığında göz gözelerdi. Yüzünde kar maskesi ellerinde de eldiven vardı. Gelenler de şaşırmışlardı. Kapının açık olduğuna sevinmişlerdi ancak bu durum karşısında heyecan endişeye dönüştü. İyi niyetli değillerdi ama çok şaşırmışlardı. Adam üçüncü kişinin kucağında kaldı. Ne yapacaklarını bilemediler. Öndeki kendini topladı,

“Haydi, işimizi bitirip gidelim” dedi. İkincisi söylenenlere riayet eden kararsız bir gençti. Üçüncüsü ise şaşkın bakışlarla kucağına yığılan ihtiyara bakıyordu. Ne yapacağını, nasıl bir tepki vereceğini bilemedi. İlk defa yardıma muhtaç olan bir insanla yüz yüze idi. Hem de ölmek üzere bir insan. Böyle bir deneyimi olmadığından nasıl davranacağını da bilmiyordu.

“Hadi ne duruyorsun. Adamı bırak ve üst kattaki odalara bak. İşimizi bitirip gidelim” dedi, birinci.

“Adam ölmek üzere! Böylece bırakıp mı gideceğiz?” dedi, kız olan üçüncü.

“Bize ne ya! Biz buraya hayat kurtarmaya gelmedik. Bir an önce alacaklarımızı alalım ve gidelim” dedi, lider konumundaki birinci.

“Nasıl böyle düşünebiliyorsun, inanamıyorum” diye, yüksek sesle kızarak bağırdı kız.

İkinci adamın elinde anahtar olduğunu fark etti, aldı.

“Araba anahtarı bu” dedi. Birinci elinden anahtarı aldı.

“Tamam! İşimizi yapalım ve gidelim” dedi.

İkinci salondaki gümüşlüğe yönelen birincinin peşinden giderken üçüncünün şaşkınlığı sürüyordu. Nasıl bir duygu ve bilinçaltıyla tepki verdiyse,

“Duymadınız mı beni? Yardım etmeliyiz. Adam ölümle pençeleşiyor” dediğinde, birinci,

“Aptal mısın be kızım, bize ne. Ölüyorsa ölsün!” diye yanıtladı.

“Bu bir insan ve bize ihtiyacı var.”

“Biz sağlık ekibi değiliz. Unuttuysan hatırlatayım. Bizler hırsızız ya, hırsız! Anladın mı? Haydi, işimizi bitirip gidelim.”

Kız kendine bile anlam veremeden direniyordu. Belki de trafik kazasında kaybettiği ailesi gelmişti aklına. Kim bilir? Zamanında ambülâns gelebilseydi ya da yetiştirebilselerdi hastaneye ailesi de bugün hayatta olabilirdi. Hangi duyguları sorguluyordu beyninde? Birden haykırdı.

“Hepimizi ihbar ederim” dediğinde donup kaldılar. Gümüşlüğün kapağını açmakta olan birinci geri dönüp,

“Sen aklını mı kaçırdın?” Aralarında tek kız olan üçüncü bu sefer kendinden emin ve ne söylediğinin bilincinde verdiği yanıt tehditkârdı.

“Yaptığımız doğru şeyler değil ama burada bir insan ölmek üzere. Ya yardım ederiz ya da hep beraber hapse gireriz. Ona göre iyi düşünün” dedi.

Kız bilinç ötesi duygular içinde direnmeye ısrar ediyordu. Birinci bu kararlılık karşısında duraladı.

“Kahretsin ya! Bu deliyi getirmeyelim demedim mi? diye, çıkıştı ikinciye.

“İyi misin kızım sen? Ne dediğinin biliyor musun?”

“Ben ne dediğimi gayet iyi biliyorum ve de çok ciddiyim. İyi düşünün o zaman” dedi. Evet, kız ne söylediğinden çok emin görünüyordu. Yaşadığı duygu yoğunluğuyla ısrarcı ve inatçı tavrıyla diretiyordu. Birinci lanetler okuyup kabul etmekten başka da yapabileceği bir şey yoktu.

“Kahretsin! Ne güzel afet olmuş. Herkes kendi derdinle uğraşıyor. Bu evin kapısı açık ve sahibi de hiçbir şeyin farkında değil. Ama bu aklı evvelin insanlığı tuttu” dedi, kızgın ses tonuyla.

“Ben son sözümü söyledim. İşinize gelirse” dedi, kız. Birinci:

“Peki, hastaneye kadar götürürüz. O kadar” dedi.

“Haydi, taşıyalım.”

Adamı arabaya taşıdılar. Hastaneye götürüp adamı önce acile oradan da anjiyoya aldılar. Çocuklar arabayı park ettikten sonra anahtarı güvenliğe verirken arabanın adamın olduğunu ve hastaneye getirmeye yardımcı olduklarını söylediler. Güvenlik araç tespiti yaparken üç kafadar da oradan kaçtılar. Güvenlikte bir anlam veremedi, şaşırmıştı.

Çocuklar caddeyi nefes almadan katettiler. Otobüs durağının bankına oturup dinlendiler. Nefes alışları normalleşince,

“Şimdi ne yapacağız?” dedi, ikinci.

“Tabii ki de ihtiyarın evine gideceğiz” dediğinde, kız kaşlarını çatıp gözlerini birinciye dikerek,

“Sen hiç insanlıktan nasibini almadın mı? Böyle bir şeyi nasıl düşünürsün?”

“Bu kadar abartma. Yardım dedin, yaptık. Hayatta kalmak için bildiğimiz tek iş var. Onu yapacağız.”

“Evet, haklı” dedi, ikinci.

“Hayır! O ev olmaz.”

“Sen iyice saçmaladın” dedi birinci ve ortamın çok müsait olduğunu ve bunu da değerlendirmeleri gerektiğini söyledi. Kız yine diretiyordu.

“İnsanların bu zor günlerini çıkarımıza kullanmak bana doğru gelmiyor. Bu akşam olmaz!” diyerek net tavrını ortaya koydu. Birinci banktan kalktı elini ikincinin omzuna atarak kaldıkları harabeye doğru yürüdü, kız da peşlerinden.

Suat öğretmen adamı evde bulamayınca hastaneye gelerek acil kapısından girip hastasını aradı. Bankodaki görevli anjiyo alındığını söyledi. Güvenlik de kendisinin kim olduğunu ve yakınlık derecesini sordu. Suat öğretmen gerekli bilgileri verdikten sonra güvenlik arabayı göstererek,

“Bu araba onun mu?” dedi. Suat öğretmen de:

“Evet, kendi başına mı geldi?” diye sordu. Güvenlik:

“Hayır! Üç genç vardı, biri de kız” cevabını verdi. Çocukların doğru söylediğini ama neden kaybolduklarını anlayamadı, güvenlikteki adam.

“Korkmuşlardır” dedi, Suat öğretmen.

Adama anjiyo yaptılar. Tıkalı olan damara ‘stent’  taktılar. Bir gün yoğun bakımda kaldı. Üçüncü günde de taburcu ettiler. Suat öğretmen gerekli evrakları imzaladıktan sonra dostunu arabasıyla eve götürdü.

Yavru kuş evdeydi, kaçmamıştı. Adamı görünce de deliler gibi uçup bir perdeye, bir masaya, bir koltuğa konup sürekli öttü. Başının üzerinde daireler çizdi. Omzuna kondu. Kısık ve kesik seslerle ötmeye devam etti kulağına. Ya da bir şeyler mi fısıldıyordu? Adam da çok mutlu oldu. Yavru kuş onu terk etmemişti. Adam da kendini mutlu ve dinç hissetti. Eskisinden daha iyiydi.

Suat öğretmen salondaki kanepeye nevresimi serdi. Adamı yatırdı. Yastık destekleri yaptıktan sonra yorganını örttü.

“Guru sen dinlen bende yemek için bir şeyler hazırlayayım” dedi. Adam teşekkür etti ve kanepeye uzandı. Yavru kuş da adamın göğsüne kondu. Sanki iki sevgilinin kavuşması gibi bakışıp konuşuyorlar gibiydiler. Bir müddet sonra da uyudular. Zaman bir saate yakın geçmişti.

“Haydi, uyan guru” dedi, Suat öğretmen. Adamı yavaşça kaldırıp masaya getirdi. Kuş da masada karşısına kondu. Üçü beraberce çorbalarını içerken yaşananları anlattı yaşlı adam.

“O havada ve bu heyecanla… İyi atlatmışsın guru. Geçmiş olsun.”

“Gördüklerime kayıtsız kalamazdım ki öğretmenim”

“Biliyorum ama yine de tehlikeliydi.”

“Yapacak başka bir şey yoktu.”

“Tamam, anlaşıldı. Sana niye anlatıyorsam. Sen zaten bildiğini yaparsın. Öyle değil mi guru? Ben artık gideyim” dedi, Suat öğretmen.

“Teşekkür ederim öğretmenim. Dikkat et yollara.”

“Fırtına çok oldu biteli. Yollar da açık, merak etme. Kendine iyi bak, görüşürüz” dedi ve ardından da “İlk defa uğurlayamadı. Oysa araba gözden kayboluncaya kadar el sallardı, el sallaşırdık. Çabuk iyileş. Sana ihtiyacımız var” diye konuştu kendinle, Suat öğretmen.

İhtiyar adam ve evin yeni müdavimi yavru kuş ilk defa baş başa kalmışlardı. Uzun yıllardan sonra artık evde bir nefes daha vardı. Belki sadece “cik, cik” diyordu ama yine de yeni bir sesti. Adamı mutlu ediyordu. Kanat çırpışları, konduğu yerden ona bakması ve ötüşleri. Hele ki göğsüne tüneyip onunla konuşması ve de beraberce uyumaları, yaşlı adam için yeni alışkanlıklardı. Heyecanlanıyor, mutlu da oluyordu. Masayı hazırlarken omzuna konup bir şeyler anlatması ve yemek yemeleri ayrı bir keyif veriyordu adama. Evet, ev de bir ses bir nefes daha vardı. Artık yalnız değildi.

Uzun zamandır yalnız yaşıyordu. Kızı işinden dolayı sürekli seyahat ediyor, küçük olan oğlu da yüksek lisans için gittiği yurt dışındaki okulda asistan olarak kalmıştı. Ta ki o elim kazaya kadar da eşiyle yaşıyordu bu yuvada. O kötü ve yalnız geçen günlerden sonra evde yeni bir ses yeni bir bireydi minik kuş. Evin her yerinde birliktelerdi. Hatta ne bir yuva yapmıştı ne de bir kafes almayı düşündü adam. Çiçek sehpasına düz bir kâse içinde yem ve yanına da yayvan bir kaba su bırakmıştı. Diğer geniş tarafına da o akşamdan kalan havluyu katlayıp düzgün bir şekilde sermişti. Çoğu zaman biliyormuş gibi tuvaletini oraya yapıyordu yavru kuş.

Güvenlik durumu o sabah hastane polisine izah etmişti sonra da karakola bildirmişlerdi. O gece ki kamera kayıtlarını incelediler. Üçü de net görünüyorlardı. Kısa bir araştırmadan sonra yaşadıkları yıkık binayı buldular. Polis baskın yaparak üçünü de gözaltına aldı.

Ertesi sabah kahvaltı masasındayken kapı zili çaldı. Kapıyı açtığında polisler gelmişti eve.

“Buyurun” dedi.

Polisler de adamı karakola davet ettiler. Kahvaltısını yapıp ilaçlarını aldıktan sonra karakola gitti. Komiser soruşturma odasında bulunan camın arka bölümünden onları teşhis etmelerini söyledi. Yedi kişi yan yana dizilmiş cam bölmeye doğru bakıyorlardı. Gençleri tanımıyordu. Orta yaşlı ikisi kadın dört kişiyi de tanımıyordu. Zaten orta yaşlı onlar da polisti. Ama yedinci sıradaki genç kızı dikkatle süzmeye başladı. Komiserde yaşlı adama bakıyordu. Adam emin olduktan sonra,

“Bu!” dedi. Komiser:

“Emin misin?” diye sordu.

“Cama yaklaşabilir mi?” dediğinde, poliste:

“Yedi numara yaklaş” dedi, mikrofondan.

İyice yaklaşınca tanımıştı gözlerinden. Kız titremeye başladı, anlaşılan korkmuştu.

“Emin misin?” diye, tekrar sordu komiser. Adam:

“Evet, gözlerinden tanıdım” dedi.

Son anda görmüştü gözlerini. Bir de başı kızın sinesine düşerken göğüslerine değdiğini hissetmişti. Diğer ikisini bilemezdi ama üçüncünün gözlerinden tanımıştı ve kadın olduğundan emindi.

“Şikâyetçi misin?” diye sordu, komiser. Adam da,

“Odaya girip yakından görmek istediğini” söyledi.

Odaya girdi ve doğruca kızın yanına gidip gözlerine baktı. Kız korkudan renk değiştiriyor, başını ise yukarıda zor tutabiliyordu. Polislere dönerek:

“Eminim, evet bu” dediğinde, kız sendeledi, düşmek üzereyken adam tuttu. Komiser:

“Siz ikinizde buraya gelin, diğerleri çıkabilir” dedi.

Çocukların da başı öndeydi ve titriyorlardı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ayaklarını sürüye sürüye kızın yanına geldiler. Birincisi kıza bakarak tam söyleneceği sırada sorgu odasını kaplayan korku ve sessizliği adamın net ve şefkatli sesi araladı.

“Teşekkür ederim kızım” dedi. Kız anlamadı, polisler de. Çocuklar ise afallamıştı.

“O gece üç kişilerdi” dedi.

“Doğru, o üç kişi de bunlar bey amca” dedi, komiser.

“Diğer ikisinin yüzünü hatırlamıyorum ama bu kızın kucağına yığılırken gördüğüm gözler de bu kızın gözleriydi” dedi. Komiser:

“Teşhisler tamam da neden teşekkür ettiğinizi anlayamadım” diye sordu.

“Bu çocuklar benim hayatımı kurtardı komiserim. Hepinize tekrar teşekkür ederim çocuklar” dedi. Kız ne söyleyeceğini şaşırdı, çocuklarda. Birbirlerine bakıyor adeta şok geçiriyorlardı. Komiser:

“Nasıl yani şikâyetçi değil misiniz? Arabanızı çalmadılar mı?” diye, sordu.

“Kriz başladığında aspirinlerimi aldım. Ambulansı ve dostum Suat öğretmeni aradım. Kapıyı araladım. Bir sandalye çekip oturup bekledim. Öyle yapılması gerektiğini okumuştum. Fırtınadan dolayı yolların kapalı olduğunu düşünerek arabamın anahtarını da elimde tutuyordum. İyi hissedersem kendi başıma gitmeyi düşündüm. Yarım saatten fazla geçmişti ama gelen yoktu. Gitmek içinde kendimi iyi hissetmiyordum. Az sonra da bu gençleri gördüm ve seslendim. Bu üç genci yoldan ben çağırdım. Bana yardım etmeleri için ricada bulundum. Onlarda yardım ettiler. Fakat elektrikler kesik olduğu içinde yüzlerini göremedim. Ancak düşerken son anda bu kız beni yakaladı. Onu tanımamın nedeni de gözlerini yakından görmemdi. Şikâyet değil teşekkür edilecek bir durum. Sayelerinde yaşıyorum” dedi, yalnız adam.

Komiser şaşkındı. Bu üç gencin adi suçlardan dosyaları da vardı. İhtiyarın bu davranışına anlam veremedi. Şikâyetçi de olmayınca yapacakları bir şey kalmamıştı.

Odadan çıktılar gerekli evrakları imzalayıp karakoldan ayrıldılar. Adam dışarıda onları bekliyordu. Gençler başları önde hızlıca yanından geçmek istediyseler de adam arkalarından seslendi. Çakılı kalmışlardı oldukları yerde, kıpırdayamıyorlardı. Ne söyleyebilirlerdi ki özür mü dileyeceklerdi. Yoksa teşekkür mü etmeliydiler. Mahcuplardı. Adam elindeki arabanın anahtarını bir numaraya uzattı,

“Arabayı sen kullan oğlum” dedi. Tepki vermediler. İstemsiz olarak söyleneni yaptılar. Yaşlı adam ve kız arka koltuğa geçtiler. Dördü de arabaya binip oradan uzaklaşırken komiser de odanın penceresinden şaşkın gözlerle onları seyretti.

“İnanılır gibi değil. Bu ihtiyar ne yapmaya çalışıyor acaba?” dedi kendine.

Eve geldiler. Salona geçip oturdular. Kuş oradaydı. Ailenin bir ferdi gibi kapıda karşıladı onları. Adamın omzuna kondu. Kuş uçup her seferinde adamın başına, kulağına ve ensesine konup darbelerle yaptığı yaraları gagasıyla öpercesine dokunuyordu. Üçü de başları önde konuşamıyorlardı. Adam:

“Beni ilk kurtaran bu kuş” dedi ve kuşun hikâyesini anlattı.

Kız kendi içindeki döngülerde anlam bulmaya çalışıyor, çıkış bulamayınca da boğulur gibi hissediyordu kendini. Başını kaldırdı ve cesaretini toplayıp adama bakarak:

“Biz hırsızız” dedi ve konuşmasına devam etti.

“Biz seni soymaya gelmiştik. Senin hiçbir şeyden haberin yok” diye devam etti. Adam tebessüm ederek,

“Biliyorum” dediğinde yine şaşırmışlardı.

“İçeri girdiğinizde kar maskesi ve eldivenleriniz vardı. Kızım seni de göz göze geldiğimiz için tanıdım.”

“Kız olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu, bir numara.

“Düşerken beni tuttu. O esnada başım göğüslerine değdi. İşte oradan biliyorum” diye yanıtladı, yalnız adam. 

İki numara hep kararsızdı anlaşılan, başı önde suskun bir şekilde dinliyordu. Kız:

“Biz sana kötülük yapmaya gelmiştik. Neden bize iyi davranıyorsun?”

“Bir: Niyetiniz öyle olsa da kötülük yapmadınız, sayenizde de yaşıyorum. En önemlisi de buydu. İki …” kız sözünü tekrar keserek,

“Nihayetinde birilerinin canını yakan hırsızlarız biz ve yaptığınızı hak etmiyoruz.” Şefkatli bir tebessümden sonra,

“Kuşun hikâyesini anlatmıştım size. Bir canlı olarak beraber yaşadığımız bu evrende başka bir canlının yaşamı sonlandırılmasına kayıtsız kalamazdım. Senin gibi, sizler gibi” dediğinde, kızın gözlerine bakıyordu. Devam etti:

 “Kapı açık olmasına rağmen kuş özgür dünyasına gitmeyip burada kaldı. Birinci nedeni söylemiştim. Şimdi de ikinci neden ise; herkes gibi sizlerin de ikinci bir şansa hakkınız, ihtiyacınız var. İnsanlar doğuştan kötü doğmazlar. Şartlar sürükler. Özünde iyi insanlarsınız ya da hepimiz tertemiz günahsız geldik bu dünyaya.”

“Ama bizim bir ailemi…” Yarıda kaldı kızın cümlesi ve adam devam etti.

“Evet, biliyorum aileleriniz yok.” Anlatmaya başladı adam her birinin geçmişini.

“Kızım, babanın kullandığı arabada annen ve küçük kardeşinin de içinde bulunduğu trafik kazasında öldüler” dediğinde iki gençte şaşırmıştı. Onlar bile bilmiyordu.

“Akrabaların da kabul etmeyince yetiştirme yurdunda büyüdün." Diğer iki genç daha şanssızdı. Doğduklarında bırakılmışlardı. İki numara ise hastanede terk edilmişti. Çocuklar birbirlerine bakıyorlardı. Dokunsalar ağlayacak durumdaydılar. Adam hepsinin hikâyelerini araştırmış ve onlara da ardı ardına anlattı. Öyle ki onlardan daha fazla bilgiye sahipti. Ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemediler. Başları önde adamı dinliyorlardı.

“Şu ana kadar yaptıklarınız bir hata idi. Şimdi düzeltme imkânınız var. Devam ederseniz hata değil suç olur. Tercihinizi de özgür iradenizle verin” dedi.

Başları önde birbirlerine baktılar. Şaşkın ve utanmışlardı. Kalktılar. Teşekkür etmeden evden ayrılırken, adam:

“Portmanto da asılı evin yedek anahtarı var. Çıkarken alın” dedi.

“Neden alalım ki?” diye sordu, kız.

“Belki bir ihtiyacınız olur, al kızım” dedi, babacan bir tavırla.

Kız, bu söylenene anlam veremese de eli anahtara uzandı ve aldı. Kapıyı kapatıp çıktılar. Neler olduğunu anlayamayan gençler fazla uzaklaşmadan bir çınarın dibine çöktüler. Eller başlarda suskun oturdular. Gece yarısı olmuştu. Kız:

“Bu bir lütuf” dedi. İkinci:

“Ben detaylı düşünemediğim için yorum da yapamıyorum.”

“Acaba bu bir şaka mı? Danışıklı olarak mı bıraktılar bizi? Diğer hırsızlıkları da üzerimize yıkıp top yekûn ömür boyu içeride yatacağız” dedi birinci.

Konuya şüpheci yaklaşıyordu bıçkın tavrıyla. Yine bir sessizlik çöktü, korkuyorlardı. Acaba birincinin dediği gibi olabilir miydi? Böyle bir plan yapmışlar mıydı? Tabii ki de olasıydı. Yine sessizlik hüküm sürüyordu ki kız:

“Öyle birine benzemiyor babalık. Bizleri de pek ala ele verebilirdi. Ben inanıyorum” dedi.

Birinci hep şüphe içinde bakıyordu yaşananlara. İkinci ise yaş olarak daha küçüktü onlardan ama kararsızdı. Birinci kıza dönerek:

“Diyelim ki senin dediğin gibi adamın hayatını kurtardık. O da bize böyle teşekkür etti. Sonuçta hayat devam ediyor. Yapacak da başka bir şey bilmediğimize göre bu şekilde yaşamaya devam edeceğiz.”

“Ben emin değilim” dedi kız ve devam etti.

“Babalık haklıydı. Bu bize sunulan ikinci şansı iyi değerlendirmeliyiz.”

“Nasıl olacak ki o dediğin?”

“Bilmiyorum. Bir yerlerden başlamalıyız.”

“Saçmalama! Bizler bu işten başka ne yapabiliriz. Bugüne kadar başka ne yaptık ki?

“Haklısın! Bu işten başka bir iş gelmiyor elimizden. Ancak unutmamalı ki bizler bu işi de bilmiyorduk. Zor ve tehlikeli olan bu işi karnımızı doyurmak için öğrendik. Demek ki öğrenebiliyoruz. Neden daha insani alışkanlıklarımız olmasın ki? İnsani yani, toplumdaki diğer insanlar gibi özgürce, saklanmadan.”

“Bu söylediklerin çok güzel de…” Kız sözünü keserek,

“Ben babalığa inandım. Bize yol göstereceğini de umut ediyor ve biliyorum. Sizleri bilemem ama ben bu şansı değerlendirmeyi düşünüyorum ve bu akşam sizlerden ayrılıyorum” dediğinde, arkadaşları şaşırmıştı.

“Yeminimiz bu değildi biliyorsun. Hayat boyu beraber ve kardeş olacaktık” dedi ikinci. İlk defa yorum yapmıştı. Küçük olmasından mı, güçsüzlüğünden mi yoksa o da mı anlamıştı?

“Ben gidiyorum” dedi kız, kalktı. Birinci de kalktı. İkinci de kalktı ancak arada kalmıştı. Kararsızdı. Sonra yönünü birinciye çevirdi. Ne de olsa büyük ve erkekti, onu koruyabilirdi. Kız kararlı adımlarla yürüdü. İstikametinden dönmedi. Birinci de elini ikincinin omzuna attı ve onlarda karanlık olan yönlerine yürüdüler.

Saat gecenin ikisini geçiyordu. Kapıda birileri vardı. Anahtarla kapı açıldı. Adamın uzakta ki oğlu da olabilirdi. Evet, bir çocuğu daha vardı adamın. Üniversiteden sonra yurt dışında yüksek lisansını yaptığı okulda asistan olarak kalmıştı. Birkaç yılda bir ancak gelebiliyordu.

Salondaki gölge yaklaşıyordu.

“Işığı yakabilirsin kızım” dedi, adam. Şaşırmıştı kız, kekeledi.

“Nasıl anladınız ki benim olduğumu?”

“Döneceğini biliyordum çünkü” dedi. Şaşkınlıkları ardı ardına yaşıyordu. Gardı düşen bir boksör gibiydi kız.

“Bizleri kurtarmanıza karşılık ne özür diledik ne de teşekkür ettik. Bunun için gelmiştim” dediyse de adam güldü.

“Neden hâlâ ayakta duruyorsun? Otursana.”

“Anahtarı verip vedalaşacağım.”

“Emin misin?”

“Evet, ta… Tabii.”

”Madem öyle diyorsun dediğin gibi olsun. Masaya bırakabilirsin.”

Kız beklemediği yorumlar karşısında şaşkınlığı daha da arttı. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemediği içinde anahtarı masaya bırakıp geri döndü. Balcığın içinde yürür gibiydi. Salon halısının altından ayaklarını bırakmayan bir şeyler vardı sanki. İhtiyar ardından bakıp tebessüm ediyordu. Kızın niyetini biliyordu ve gözlerinden de okumuştu zaten. Kendisine güvendiğini hatta farklı bir sevgi hissettiğini anlıyordu. Babacan bir ses tonuyla:

“Kızım gel” dediğin de kolları açık onu bekliyordu. Kızın da duymak istediği buydu ki döndü, koşarak bıraktı kendini adamın açık kollarına. Adam sımsıkı kucakladı. O da bir baba özlemiyle sarılmıştı. Bir süre öylece kaldılar. Biri ölen kızına diğeri ölen babasına olan özlemle sarıldılar. İhtiyar da kızını dört yıl önce uçak kazasında kaybetmişti. Gözleri sulanmıştı ikisinin de.

“Haydi, kalk kızım. Üst katta banyo var. Sağdaki oda da kızımın odasıydı. Artık senin odan oldu” dedi.

Kız iki adım atmıştı ki dönüp bir daha sarıldı yaşlı adama. Sakallı yanaklarından öptü. Bir daha, bir daha öptü.

“Teşekkür ederim baba” dedi. Uzun zamandır onun söyleyemediği adamın da duymadığı bir hitaptı ‘baba’ kelimesi.

Kız duşunu almış merdivenlerden inerken adamın gözleri doldu. Üstündeki kıyafetler kızınındı. Bir an o sandı. Kendini topladı.

“Çok güzel oldun” dedi.

“Bu kıyafetler ablamın sanırım. Zevkli biriymiş.”

“Evet, artık onlar senin kızım” dediğinde ihtiyar kızın gözleri doldu. Çok duygulanmıştı. Defalarca teşekkür ederek adama sarıldı.

Sohbet geceyi tan yerine taşıdığında,

“Haydi, kal kızım yatalım” dedi, adam.

Odalarına geçmişlerdi ancak kız uyuyamıyordu. Artık bir evi, kendine ait bir odası ve boylu boyunca uzanabileceği bir yatağı vardı. Gördüklerini soludukça uyku tutmuyordu gözleri…

Ertesi sabah çay fokurdaması duyar gibi oldu adam. “Salonda biri var galiba” diye düşündü ve uyandı. Onca yıl tek başına yaşarken sessizliği bozan küçük şeyler bile farkındalık oluşturuyordu. Kız kahvaltıyı hazırlamış kendine doğru gelirken gözlerini yumdu.

“Günaydın baba. Kahvaltımız hazır” dedi. Adam kulaklarına inanamıyordu. Çok hoşuna gitmişti. Tepki vermedi.

“Haydi, bir daha söyle kızım” dedi, içinden. Kız ihtiyarın uyanmadığını sanarak,

“Haydi, babacık kalk artık” dedi. Yaşlı adam:

“Bu bir serap olsa gerek” dedi.

“Ses tonu değil ama kullandığı kelimeler ve hitap şekli kızımın ki ile aynı” diye içinden geçirirken o da kızını çok özlüyordu. Hele bu yeni kızının samimi yakınlığı çok mutlu ediyordu yaşlı adamı. İçinden,

“Şimdi de koşup sarılırsa” demeye kalmadı ki bir çift kol boynuna dolandı.

“Kalk artık tembel babacığım” dediğinde adamın gözlerinden yaşlar şakaklarına doğru iniyordu.

“Özür dilerim baba seni üzdüm mü?” dedi.

“Yok, bilakis çok mutluyum kızım.”

“Ama gözyaşların bir şey mi oldu?” diye sorduğunda,

“Boş ver. Tut elimden.”

Yorganını kaldırdı. Terliklerini giydirdi ve elinden tutup masaya oturttu adamı. Masanın geniş tarafında karşılıklı oturuyorlardı. Yavru kuşta uzun kenarda yemeğiyle ilgileniyor arada mutlu olmanın keyifli ötüşleriyle muhabbete katılıyordu.

“Çayı nasıl içersin baba?” diye, sordu.

“Açık, kahvaltı çayı olsun” dedi. Neşe içinde kahvaltılarını yaptılar. Masayı toplayıp bulaşıkları da yıkadıktan sonra adamın yanına geldi.

“Baba kahveyi nasıl içersin?”

“Az şekerli olsun, lütfen kızım” dedi. Kız da çok mutlu olmuştu. Bir babası, bir yuvası vardı. Hem de kibar davranıyordu. İlk defa insan yerine konulduğunu hissetti, mutluydu. Kış bahçesine açılan çiftkapının önüne koltuğu çevirdi sehpayı da yanına koydu. Kahveyi sehpaya bıraktı. Döndüğünde çaprazında bir koltuk daha duruyordu kız. Garipsedi.

“Şaşırmana gerek yok. Baba kız kahvelerimizi karşılıklı içelim diye koltuğu çektim” dedi. Kız çok duygulanmıştı. Kendi için bir şeyler yapan babası vardı artık.

“Biliyor musun baba?” dediğinde, adam saygısından ve de değer verdiğinden dikkatle bakıyordu kıza.

“Dinliyorum kızım” dedi.

“Çok mutluyum. İnan ki baba bu söylediğimi herkes anlayamaz. Bir ailem vardı, kaybettim. Yaşamak için başkalarına ait olanları çalarken bile vicdanım hiç rahat değildi. En acısı da ne biliyor musun baba?”

“Söyle kızım.”

“Bizler gündüz uyur gece de çalışırdık, çalardık yani. Akşamüstü soyacağımız evleri keşfe çıktığımızda o perdesi kapalı ve ardında lambaları yanan pencereleri seyrederdim. Çoğu kez de hayallere dalardım” dediğinde gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Adamında gözleri dolmuştu.

“Ve yine biliyor musun baba?” diye devam etti.

“Çok gıpta ettim ama hiç isyan etmedim. Kaderime de küfretmedim. Evlere girdiğimizde yataklarında güven içinde mışıl mışıl uyuyan çocukları izlerdim. Bazen de yatak odalarına girer anne babaları seyrederdim, gözlerim dolardı. Arkadaşlarım kolumdan tutup çekip götürmeseler beni yakalanmam an meselesi olurdu çoğu zaman.” Devam edemedi. Kahvesini yudumlamak istediğinde elleri titredi. Fincanı da kavrayamadı. Adam koltuğundan kalkıp kızın yanına gitti. Sehpadaki peçeteyi alıp kızın gözyaşlarını sildi. Sarıldı kızına.

“Ağla kızım buna ihtiyacın var” dedi. Beraberce ağladılar.

“Şimdi ise bir yuvam ve en önemlisi de bir babam var artık. Şu an ne diyeceğimi bilmiyorum. Teşekkür kelimesi ise o kadar boş bir kelime olarak duruyor ki karşımda…” cümlesini bitiremedi. Kalktı babasına sımsıkı sarıldı.

“Biliyor musun kızım? Benim de şimdi bir kızımın olmasını bende ifade edemiyorum.” Bir süre birbirlerine sarılıp öylece kaldılar. Kız gözlerini ovuşturup,

“Baba, bu gün sana ne yemek yapayım?” dediğinde, adam da duyguların selindeydi. Onunla ilgilenen, konuşan, onu soran bir ses vardı evde.

Kahvaltı yapılmış, masa toplanıp bulaşıklarda yıkanmıştı. Adamda oturduğu yerden hem onları hem de bahçesini ve caddeyi seyrediyordu.

Hazırlanıp beraberce çarşıya indiler.

“Sen alış veriş yapıp eve dönersin. Benim çarşıda biraz işim var. Kendim dönerim” dedi.

“Merakta bırakma beni baba, olur mu?”

“Tamam, kızım” dedikten sonra ayrıldılar.

İkindi vaktine doğru özel bir otomobil durdu evin önünde. Arabadan babasının indiğini görünce hemen yanına koştu. Paketleri elinden aldı.

“Kızım bu benim dostum Suat öğretmen.”

“Hoş geldiniz Suat öğretmenim” dedi.

Karşılamalar bitip salonda çay içerken,

“Paketleri getir de açalım kızım” dedi, ihtiyar.

Paketler açıldı. Kitap, defter, kalem ve gereçler vardı. Kız anlamıştı. Babasına sarıldı.

“Seni utandırmayacağım babacığım” dedi.

“Biliyorum, öğretmenin de burada” diyerek, dostu Suat’ı gösterdi.

Akşamüstüne doğru Suat öğretmeni yolcu ettikten sonra,

“Babacığım, müsaade edersen arkadaşlarımla buluşabilir miyim? Sen onları tanıyorsun zaten. Başka da arkadaşım yok. Yemek saatinden öncede dönerim” dedi.

“Tamam, kızım” dedi, adam da.

Kız çıkmadan yavru kuşun yemini verdi. Suyunu ve tünediği yeri yeniledi.

Adam koltuğuna uzanmış televizyon seyrederken kapının açıldığını duyunca,

“Sen misin, kızım” diye seslendi.

“Evet, baba ben geldim. İyi akşamlar” dedi. Ama ayak sesleri birden fazlaydı. İki kişi daha vardı yanında. Bu iki genç o akşam ki gençlerdi.

“İyi akşamlar efendim” dediler.

“İyi akşamlar çocuklar! Masaya iki tabak daha ilave et kızım.”

“Biz aç değiliz efendim” dedilerse de adam duymazlıktan geldi. Salonda sadece kaşıkların bir de kuşun sesi hâkimdi. Gençlerin midelerinden bir lokma geçmediği aşikârdı. Yemek bitmiş çay içerken,

“Sizler nasılsınız çocuklar” diye, sordu adam.

“İyiyiz efendim” dediler başları önde.

“Hiç öyle görünmüyorsunuz” dediğinde, susmuş birbirlerine bakıyorlardı.

“Anlatın dinliyorum” dedi, adam. Küçük olanı,

“Sizden özür dilemeye geldik. Bir de bizi hapisten kurtardığınız için teşekkür ederiz” dedi. Büyük olan birinci hiç konuşmuyor, başını da yerden kaldırmıyordu. Kız:

“Bana anlattıklarını da babama söylemelisin” dedi. Çocuk kekeliyordu.

“Hangi yüzle” deyip, kalktığı gibi dış kapıya kaçar adım koştu. Adam:

“Dur! Oğlum” dediğinde, donup kalmıştı olduğu yerde çocuk. Biliyordu yaşlı adam çocuğun nasıl bir ruh halinde olduğunu. Zordu yaşamın girdaplarında hayata tutunmak için kötü olmak zorunda olduğunu biliyordu. Şimdi uzatılan eli nasıl tutacağını bilememesinin de ne demek olduğunu biliyordu. Adam bekledi. Çocukta ileriye adım atamıyor geriye de dönemiyordu. Adam:

“Kardeşini al ve yukarıya çıkın. Banyonuzu yaptıktan sonra kız kardeşinizle burada bekliyor olacağız.”

Çocuk ne diyeceğini bilemedi.

“Çabuk olun. Bizi fazla bekletmeyin” dedi, sevecen bir baba edasıyla.

Banyolarını yapıp salona indiler. Adam:

“Burada kalmayı, bizimle yaşamayı düşünüyorsanız…”

“E, evet” dedi, iki numara.

“Biz ikinci şansı nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz” diye ekledi, bir numara.

“Şimdi iyi dinleyin o zaman. Buranın sorumlusu kız kardeşiniz. Ancak yarım kalan eğitiminize devam edeceksiniz. Yeni bir insan toplumda da birey olmayı düşünüyorsanız eğer. Benim de tek şartım bu. Hemen cevap vermeyin, iyi düşünün. Ya kabul eder beraber yaşarız ya da geldiğiniz o sokaklara geri dönersiniz. Hayat sizin, tercih sizin” dedi, adam.

Çocuklar birbirlerine baktılar. Sevinçleri yüzlerinden okunuyordu. Adama sarıldılar. Özür dileyip defalarca teşekkür ettiler.

“Soldaki oda da sizin, hep beraber bu ev artık bizim. Anlaşılmayan?”

Başlarını sallayarak anladıklarını ifade ettiler. Mutlu ve neşe içinde çaylarını yudumladılar. Yavru kuşta sürekli salonda tur uçuşları yaptı.

Sabah oldu. Merdivenlerden inerken gördükleri adamı mutlu etmişti. Üçü de iş paylaşımı yaparak kahvaltıyı hazırlıyorlardı.

“Günaydın, çocuklar.”

“Günaydın baba” dediler, hep bir ağızdan. Kız şaşkın babasına bakıyordu. Koştu ve yanaklarından öptü.

“Bu günden itibaren artık böyle, bir anda üç çocuğum oldu. Sakallarımı keserek ben de sizlere ayak uydurmalıyım. Öyle değil mi kızım?”

“Haklısın baba çok yakışmış.”

Kahvaltıyı yaparken adam:

“Çocuklar! Kahvaltıdan sonra önce çarşıya inip bu iki delikanlılara kıyafet alacağız” dediğinde gençler çok sevinmişlerdi. Hiç yeni giysileri olmamıştı. Mutluluktan ne söyleyeceklerini şaşırdılar, kekeliyorlardı. Adam sözüne devam etti.

“Sonra da karakola gideceğiz hep beraber” dediğinde, gençler bir an şaşırıp birbirlerine baktılar. Kız ise çok rahattı. Olacakları bilmemesine rağmen bu ikinci hayatı sunan adama güveniyordu. Yüzünde hiç endişe izi yoktu.

“Masayı toplayıp hemen çıkarız baba” dedi, kız.

Kıyafet alış verişini bitirip karakola geldiler. Kapıyı tıklayıp komiserin odasına girdiler. Komiser şaşırmıştı. O üç genç ve onları kurtaran yaşlı adam karşısında duruyordu. Şaşkınlığı geçince de “buyurun, oturun” diyebildi.

“Bize yardımcı olmanızı rica ediyorum.”

“Tabii ki nasıl?”

“Bu üç genci çocuklarım olarak nüfusuma almak istiyorum” dediğin de herkes şoktaydı. Kız ağlıyordu. Artık resmi anlamda bir ailesi vardı, babası ve kardeşleriyle. Komiser de şoktaydı.

“Ta… Tabii” diyerek, boş kâğıda neler yapması gerektiğini yazdı. Sonra da savcılığa verilmek üzere bir dilekçe yazdı. Beraberce yan binaya savcılığa geçtiler. Adam dilekçeyi imzalayıp savcılık kalemine verdi. Adliye bahçesinde komiserle vedalaşırken “teşekkür” etti. Komiser:

“Asıl ben teşekkür ederim bu onurlu davranışınızdan dolayı.”

Adam ve çocuklar uzaklaşırken. “Hem çocukları hapisten kurtar, şimdi de topluma birey olarak kazandır. Bravo sana koca yürekli adam” dedi, komiser.