1901181927c

cemalnalcı

 

 

Kış mevsiminin nadiren sunduğu güneşi iliklerinde hissetmek için yeni yaktığı sigarası ile kitapçı dükkânının önüne henüz çıkmıştı. Semtin ana caddesinin hemen üzerinde, mahallenin çıkış yönündeki kaldırımın iki metre gerisinde, merkeze de elli adım mesafede iki katlı binanın altındaydı, kitapçı dükkânı. Tasvip etmese de içtiği sigaranın dumanı kitaplarına sinmemesine ve sarartmamasına özen gösterirdi. Kahvenin yanında çok keyif alsa da yine de kitaplarına kıyamazdı. Basamaktan adımını atmıştı ki önüne düşen gölgeyi fark etti. Başını kaldırdığında gördüğü yüz tanıdıktı. Sair günlerinde her günün aynı saatinde dükkânın bulunduğu kaldırımdan yürüyen bayandı. Şaşırdı. Çünkü o güne kadar arada göz göze gelseler de hiç yüz yüze gelmemiş ve hele ki hiç konuşmamışlardı. Kızıl dalgalı saçlarının perçemi sol gözünü yarım kapatmış, hafif başı önde, üzgün ve yorgun yüz ifadesiyle kelimeler zor çıkıyordu dudaklarından.

“Memlekete gidiyorum” dedi, kadın. Hiç beklemediği bu yorum karşısında nutku tutuldu adamın. Ne diyeceğini bilemedi, öylece kala kalmıştı. Kadın karşısındakinden bir ses bir tepki gelmeyince derin bir nefes alıp cümlesini yineledi. Sessizlik hüküm sürmeye devam ederken kadın da geldiği istikamete döndü. Adam şaşkınlığını gideremeden cümle kurmak için kelimeleri kovalıyordu beyninde. Sahi ne diyebilirdi ki; -hayır, gitme kal mı?- demeliydi. Göz göze gelmişler ama hiç selamlaşmamışlardı bile. Nasıl böyle bir istekte buluna bilirdi? İki insanın gelecekteki yaşamlarına, üstelikte geçmişi olmadan nasıl karar verebilirdi? Geleceğe dair bir plan mı yapmışlardı? Yok! Hiç konuşmamışlar, nefesleri bile değmemişti. Hiç tanışmıyor, tanımıyorlardı da birbirlerini. Sorular kros halinde adamın beyin loplarında koştururken, daldı.

Yağmurun yağmadığı, havanın güzel olduğu güz mevsiminde hep aynı saatte geçerdi, dükkânın önünden. Çoğu zamanda ezberinde olan bu saatlerde o da dükkânından dışarı çıkıp, yolun ağaçlıklı kaldırımının dönemeç ufkuna istemsiz bakarak;    “Gelmek üzere, ha şimdi çıkacak” rasatlarını yapmaktan da kendini alamıyordu. Endamından ziyade beden dilinden hissettikleri etkilemiş, kendinden emin, vakur yürüyüşü hep ilgisini çekmişti. Bazen düşüncelerini sese dönüştürüyor, “Öğretmen olmalı” diye de kendinle konuşurdu. Sesini fark ettiğinde de gülerdi.

Kelimeleri bulup da düşüncesinde bir cümleye dönüştürememişti, hamlede yapamıyordu. Kadın henüz adımını atmıştı ki, sigarası parmaklarını yaktığında canı yandı, elinden atarken kendini toparladı ve “Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi ve ardından da derin bir –oh- çekti.

“Kal derseniz kalırım” dedi. Şaşkınlığı daha da arttı. Buz kesmişti. Düşünüyor muydu yoksa düşünceyi mi arıyordu, usunda? Bu cümle öykünün bitişi miydi, yoksa yeni bir başlangıcı mıydı, hayata dair? Şimdi an’ı olmayan bu isteğin zamansız cevabı ne olabilirdi? Duyduğu bu söz karşısında adamın şaşkınlıkları anlam ötesinde mana arayışındaydı. Kadın tabii ki de görmüştü adamın bu yüz ifadesini ama o cevabı bekliyordu. Ne demeliydi, ne diyebilirdi ki? O cesaret edipte bir ‘iyi günler’ bile diyememişti. Oysa kadın; cesaretli, özgüveni yerinde, tanımını yapmış ve medeni bir şekilde yaşamada katmıştı.

Oysa ilk defa bu kadar yakından gördüğü ela gözlerinden gözlerini de alamıyordu. Az çıkık elmacık kemiğini saran Belgin Doruk çene yapısını dolgun dudakları ve hafif kalkık küçük burnu tamamlıyordu. Gördükleri hoşuna gitmesine gitmişti ama hemen cevap vermeliydi. Ya bir daha yürür giderse, bu defa durmayacağı aleniydi.  Kendini topladı ve aklına ilk gelen cümleyi de sese dönüştürdü. “Beni tanımıyorsunuz ki” diyebildi. “Ne fark eder ki,  tanıdığımızı zannettiğimiz insanlarda küçük rüzgârlarda devriliyorlar. Köksüzler yani! Hayata metanetli değiller ve ödünde vermiyorlar.”

“Bu esaslı cümleye ne denir ki!”

“Özür dilerim, düşüncelerim bu yönde” dedi. Kadın, ne istediğini bilen donanımlı biriydi. Adam da bu yakınlaşmayı kaybetmek istemiyor, konuşmayı da dolgun ve doygun devam ettirmesi gerektiğinin de farkındaydı.

“Sanırım ayaküstü konuşulacak bir konu değil, sizin uygun bir zamanınızda konuşsak, ne dersiniz?.”

“Olur tabii. Sizin işiniz var, ben de okula gitmeliyim” dedi, döndü ve yürüdü. Adam biraz da zaman kazanmak istiyordu besbelli de şaşkınlığı henüz geçmemiş, olanları da anlamaya çalışıyordu. Hatta serap mı, diye hayıflandı. Kadın giderken görüş alanından çıkana kadar ardından baktı. Şaşkındı, öyle ki; ne okulunu ne de müsait olunacak zamanı sorabildi. Bir sonraki gün nasılsa aynı saatte geçecek o zaman sorarım, diye düşündü. Sonrada gülmeye başladı. Günler o kareleri tekrarlanmasına rağmen bir –merhaba- deme cesaretini gösterememiş, şimdi ise –yarın sorarım- edasına güldü. Olsun artık tanışıyoruz ya! Çekinmeden sorabilirim” dediğinde, bu sefer ki gülüşü sesliydi. Rahatlamıştı, adam.

Ertesi gün yine aynı saatlerde hislerinin rotasıyla dükkânın önüne çıktı. Henüz görünürde kimse yoktu. Oysa o, havanın yağmurlu olmadığı günlerde yürüyerek okuluna giderdi. Birden yağmur damlaları atıştırmaya başladığında saatte 12.35’i gösteriyordu. Eğer yola çıkmışsa yürüyordur, diye mırıldandı. An itibariyle görünürde yoktu. Beş dakika içinde geçer dediyse de gelen yoktu. Üzüldü. Hatta sitem etti. Sırası mıydı yağmurun diyerek sese dönüştürdü. Tabii ki de sırasıydı, mevsim sonbahardı.

Ertesi gün kapı önünde yerini aldığında aynı saatten bir az önceydi, düşüncelerinde çok farklı hikâyeler oluştururken daldı… Gizemli kadın yanından geçerken, “Sigara içmemelisiniz” dedi. O da, “Düşünmenizden dolayı teşekkür ederim, hocahanım. Samimiyetinize cevabım ise en azından azaltmaya çalışacağımı içtenlikle beyan ederim, dedi ve aklına ne geldiyse gülmeye başladı. Sahi ya, bu gün okullar tatil edilmişti, -kar tatiliydi.- Kendine öyle gülüyordu ki, mahcup olup birazda utanmıştı, etrafına baktığında yoldan geçen yoktu, rahatladı. Sonrada dükkânına geri döndü.

Neredeyse yeni haftanın sonu olmuştu ama kar yağışından sonra yağmur devam ediyordu. Perşembe sabahı evden çıktığında yine havada yağmur düşüncelerinde o vardı. Dükkânını açmış lakin cadde de kimsecikler yoktu. O da masasında kitap okurken kapı açıldı. Müşteri sandı. Gözlüğünün üzerinden baktığında gizemli kadın karşısında duruyordu. “Merhaba!” dedi. Koltuğundan kalktı, kitabını kapatıp gözlüğünü de üzerine bıraktıktan sonra, “Merhaba, Hoş geldiniz!” dedi. Kadın, “Cumartesi öğleden sonra saat 14.00’te Kanlıca da görüşmek üzere, size iyi günler” dedi ve geldiği gibi sessizce çıkıp gitti. Adam “Güle güle!” sözünü ancak ağzında yuvarlayabildi. Yine şaşırmıştı, sevinmeliydi ama şaşkın ve de anlamsız bir şekilde ayakta dikili kalmıştı. Ardından çıktığında kadın da ufuk hattını çoktan geçmişti. Kapıya yaslanıp sigarasını yaktı. Onu, gizemli kadını ilk gördüğü gün aklına düştü. Tam bir yıl önceydi karşılaşmaları, saat sabahın 07.15 idi. Caddeyi süpüren temizlik emekçisiyle konuşuyordu. Gizemli kadında aynı kaldırımdan yürürken göz göze ilk o an gelmişlerdi. Onu bu civarda ilk defa görüyordu. Sabahın tanyeri arifesinde gözlerini göremese de endamı ve kendinden emin yürüyüşü ona farklı hava katmış, adamın da dikkatini çekmişti.  Mahalleden değildi, yeni gelen biriydi anlaşılan. Çünkü kendisi oranın yerlisiydi. Takip eden sair günlerinde de aynı saatte oradan geçiyordu. Dikkati ilgiye dönüştü. Öğretmen olabileceğini o ilk gördüğü an seslendirmişti, kendine. Öğlen vakti de 13.20 gibi dükkânın önünden ve yine aynı kaldırımdan evine geçiyordu. Geçen yıl o saatlerde geçerken, bu yıl öğlenci olmuştu, öyle düşünüyordu. Havanın uygun olduğu günlerde bu geçişler devam ederken gözü sol elinin yüzük parmağına takıldı. Yüzük vardı. Adam içten içe buruklaşsa da yapacak bir şey yoktu. O vakur yürüyüşlü gizemli kadını görmesine görüyordu ama sadece seyrediyordu. Masasından kalkmıyor, dükkânının önüne ise o saatlerde hiç çıkmıyordu.

Baharın gelmesiyle daha fazla görmeye başladı ki yine parmağına gözü ilişince bu defa yüzük yoktu. Yanlış mı görmüştü, acaba? Sonraki günlerde daha dikkatli bakmıştı, parmağına. Sahiden de yüzük yoktu. Yüzü güldü. Baharın gelişine sevinir gibiydi adam. Günler geçmiş ama bir atak yapamamıştı. Yaz geldiğinde de artık o yoktu. Buralı değildi besbelli, memleketine ailesinin yanına gitmiş olmalıydı. Böyle düşünüyordu.

Yine düşüncelerinin girdabından çıkmasını sigara sağladı. Son nefesini çekeceği an artık ateş filtreye dayanmıştı. Tiksinerek sigarasını attı. Dükkâna girip masasına oturdu. Kitabına devam etmek istese de dikkati o güzel anda, gizemli kadından kalmıştı.

Cuma sabahı evden çıktığında havada yağmur yoktu, yüzü güldü. Bu gün görebilecekti. Bu düşünce bile hayli heyecanlandırmıştı adamı. Neşe içinde işyerine gitti. Kepenklerini açarak dükkânına girdi. Sabahın bu erken saatlerinde enerjik ve heyecanlı hissediyordu, kendini. Keyifliydi, bir sade kahve yapıp dükkânının önüne de bir sandalye çıkarttı. Toy bir delikanlı gibiydi. Düşünceleriyle konuşuyor hatta karşılık verirken mimikleri de yorumlarını onaylıyordu.

Saat gelmişti. Hayalleri komutu verdiğinde ayakları da kendisini kapının önüne çıkarttı. Gözü yine yolun kıvrım noktasındaydı. Kısa bir süre sonra göründü gizemli kadın. Dalgalı kızıl saçlarının güzelliğini gösteren siyah yarım pardösü vardı vardı, sırtında. Siyah kadife pantolonunu yüksek ökçeli siyah botlarıyla sırtındaki sağ omzundan sol yanına sarkıttığı deri kırmızı çantası tamamlıyordu. Elinde telefonuyla ilgilenerek geliyordu. Yan komşunun vitrinine geldiğinde durdu. Cepheden kısa bir süre seyrettikten sonra içeriye, dükkânına girdi. Gizemli kadın geçtikten sonra da kendisi de karşı kaldırıma geçerek ufukta kaybolana kadar ardından baktı. Bakışları derin düşüncelere saldı adamı. Kim bilir hangi öykülerin finallerinde yaşıyorlardı.

      Günün heyecanı akşam geç saatlere kadar devam etti. Yarın buluşma zamanıydı. Hangi kıyafetleri giymeliydi. Tabii ki de nereye götürmeliydi. Bu düşüncelerle günü bitirip yeni günün ilk dakikalarında da göz kapakları kapanıp uykuya daldı.

Sabah erkenden uyandı, heyecan devam ediyordu. Yeni yetme bir delikanlı edasıyla aynanın karşısında olmayan saçlarını düzeltirken, kıyafetinin de uygunluğuna bakıp çeki düzen verdi, kendine. “Nereye götüreceğime hâlâ karar veremedim ki?” Sorusuna cevabı kahkahalarla gülmesine neden oldu. Onun zamanında –pastaneye- götürmek ya da pastanede buluşmak vardı. Şimdilerde yerini marka olmuş kafeler ve alış veriş merkezleri aldı. “Hıh” dedi gülümseyerek, “Önce bir buluşalım sonrasına bakarız” diye, mırıldandı.

Son kez aynaya bakıp kapıya yöneldi ve evden çıktı. Dolmuşa bindi. Araba Kanlıca’ya gidene kadar aklındaki düşünceleriyle kâh gülüp kâh derinlere dalıyordu. Durakta indiğinde henüz görünürde kimseler yoktu. Balıkçı tekneleri ve iskele arasında gezindi. Denizi seyrederken kadının arkasından geldiğini fark edemedi. “Merhaba! Ben Nilgün. Nasılsınız?” dediğinde ismini de o buluşmada öğrendi. “Teşekkür ederim! Siz nasılsınız? Bende Berk… Berk Tuna” dediğinde, “Biliyorum” dedi, kadın. Bir an garipsese de üzerinde durmadı. Sahilde iskelenin yanındaki tarihi çay bahçesine geçtiler.

Denizin hemen önündeki ilk sıranın iskeleye yakın masasına oturdular. Sipariş edilen çaylar gelmiş, şekerler karıştırılmış, ilk yudumlar da alındıktan sonra, “Açık sözlüyüm gibi sıradan olan bu cümleyi kullanmak istemezdim ama…” adam sözünü keserek, “Sizin olabildiğiniz kadar ben de” dedi. “Güzel! Kendimizle konuşur gibi, yani.”

“Evet! Kendimizi kandıramayacağımız gibi” dediğinde, kadın tebessümle karşılık verdi. Tebessümlerin de bile gamzeleri çok net görünüyordu. Adamın hoşuna gitti.

“Öğretmenim. Bir buçuk yıl önce şiddetli geçimsizlikten dolayı evliliğimi noktaladım. Tayinimi Artvin’den buraya, uzaklara istedim. Yaz sonu itibariyle de kanunen ayrıldım. Doğudanım,  Bitlisliyim…”  dediğinde, adamın yüzü asıldı. Kadın da fark ettiğinden konuşmasına devam etmedi ama adamın tepkisine de anlam veremedi.

“Özür dilerim, yanlış bir şey mi söyledim?”

“Yok! Siz yanlış bir şey demediniz de ben insanları ayrıştıran tanımlardan hoşlanmıyorum.”

“Nasıl yani?”

“İnsanlar bir yerli olabilirler, bu çok normal. Üstelikte kendi seçimleri hiç değil. Hatta bir renk ya da dinden de olabilirler. Çokta önemli değil. Mühim olan bir gerçek var ki o da  –insan olarak- devam edebilmektir. Benim düsturum bu yönde. Bende özür dilerim.”

“Sizi çok iyi anlıyorum, hakikatte bu. Yöre ismi vermemin kastı size anlatacaklarımdan dolayı ön bilgi vermekti. Bizim oralarda öğretmende olsanız kendi başınıza, üstüne bir de dul iseniz iyi gözle bakmazlar. Ailemde törelerine bağlı olduğundan tayinimi oraya yapmamı istedi. Töre gereği kabul etmek zorundayım. Ancak bir kızım var ve geleceğini mecburiyetlere bırakamam.”

“Evlilik bir çıkış gibi duruyor.” Kadın bu cevaba tebessüm etti. Açıklamaya gerek kalmadan duygularını anlayabiliyordu, adam. “Evet!” dedi.

“Çözümü gayet basit, çevremizde bu teklifinizi kabul edecek çok insan olduğunu sanıyorum. Ha, bulamazsanız da o kâğıda o çocuk için imza atarım” dediğinde, Berk’in ne demek istediğini anlamıştı, kadın. Yüzü asıldı ve biraz da pembeleşti, mahcup olmuştu.

“Kastım bu değildi. Evet, sizi tanımıyorum, sizde beni tanımıyorsunuz, tabii ki. Sizinle, sanırım sizde benimle, o caddeden hatta o kaldırımdan geçerken defalarca karşılaştık.”

“Evet!”

“Benim hislerim sizin de beden diliniz beni bu konuşmaya yüreklendirdi. Lakin size karşı samimiyim, tepkilerim de doğaçlama, bu sözlerime inanın lütfen.”

“Konuşmanın başında -açık sözlü- olduğumuzu söylediğimizden anlattıklarınıza inanıyorum, zaten. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki, aynı duygu ve gözlemleri paylaşmamıza rağmen siz benden daha cesursunuz.” Kadın biraz şaşırsa da mutlu oldu.  

“Şimdi söyleyeceklerimi gönül rahatlığı ile ifade edebilirim. Öncelikle; neden ben diye sormayacağım ama muhakkak beni seçmenizin bir nedeni vardır.”

“Neredeyse her gün aynı yer ve aynı saatlerde rastlaşmamız, yabancı olduğum bu yerde belki de bana en yakın olan sizdiniz. Ya da aşina olduğumdan birkaç dakika da olsa sizi dikkatlice süzebiliyordum”

“Okulda onca öğretmen ve veli yakınları olmasına rağmen mi?”

“Öğretmenlerde bekâr olan olsa da herkes tanımı kadardı dünya görüşümde. Kaldı ki bizim dünyamızdaki bireylerin hepsi öğrenimlide olsa ve eğitimci(!) olmamıza rağmen ne acıdır ki bu formaya yakışmayacak çok insan var.”

“İlginç bir saptama. Neden gelişemediğim çok aleni ortada desenize.”

“Üzgünüm, ne yazık ki böyle! Sorunuza gelince; özellikle yaşadığım bir görüntü ilgimi size daha fazla yoğunlaştırdı.”

“Sanırım benim bilgim dışındaki bir durum.”

“Evet! Öğrencim Tuana’yı tanıyorsunuz. Size olan ilgisi, annesinin elinden kurtulup koşarak size sarılması gözümün önünde oldu. Siz kim bilir kaç defa yaşamışsınızdır. Hafızamda hep taze ve hoş bir görüntü olarak da durur.”

“Tuana bunu sürekli yapar. En azından el sallaşırız, iyi dersler ve başarılar dileklerimi söylerim. Bizim yaptığımız sıradan bir eylem yani.”

“Bende bunu diyorum. İyi biri olmasanız o, saf insan yavrusu bir yetişkine öyle bir sevgi göstermez, hele ki günümüzde. Kaldı ki Tuana ilişkilerinde mesafeli, arkadaşlarını da seçerek edinir. Aynı güzergâh ve aynı saatlerde yaşamın karesine girdiğimiz anlarda başka seyirlerimde oldu. Mesela Muhammet, o da öğrencim. Çekingen ve iletişim kurmakta zorlanan hatta kurmayan bir çocuk. Onu da tanıyorsunuz. Birden çocukta değişimler gözledim. Gelişme adınaydı bu değişimler. Velisine sorduğum da babası, -sizin defalarca onunla iletişim kurduğunuzu sonunda da selam vermeden geçmediğini anlattı.”

“Onlar geleceğimiz, nasıl kayıtsız kalabiliriz ki?”

“İşte bunlar doğru adreste olduğumu, en azından denemeye değer olacağının kanaatini oluşturdu, bende. Bu görüntüler cesaretlendirdi beni, ilgim ve bilgi edinimlerim yoğunlaştı.”

“Yorum yapamıyorum. Benim adıma güzel olsa gerek ama olağan eylemlerim. An’a dönecek olursak, sizlerin kurtuluşu adına imza atarım. Ama konu bir olmaksa bunu ikimizin de düşünmesi, birbirimizi tanımamız gerektiği inanıyorum.”

“İki kendini bilen yetişkin zamana yayamaz mı bu konuyu?”

“Cümlenizdeki ana kelimelerinin içi doluysa tabii ki de gelecek zaman içinde bu mümkün. Fakat sizin o gün dediğiniz gibi esen bir rüzgârda sinemizi siper edemezsek sonuç hazin olur. Ya da yaşanacaklar başında konuşulduğu gibi olacaksa, yani bu çocuğun geleceği ise mesele, ben sözümün yanındayım. Ama unutmayınız ki bunun adı da rol olur. Rolüm birlikteliğedir, çocuğa kesinlikle değil. Ben belki zamanımı bilerek feda edebilirim, bu benim özgür irademin söylemi. Lakin sizde tat alamadığınız yaşamınıza yeni bir evre ekleyeceksiniz.” Kadın hayretle dinliyordu. Çok zor bir adam mıydı, acaba diye düşündü.

“Farkındasınız, anlattıklarıma şaşırdınız. Sanırım beni tanımanız gerekiyor. O çocuk için fedakârlığınız saygıya değer de unutmayın ki bu hayatlar bana olduğu kadar size de tek kullanımlık verildi. Lütfen heba etmeyin.”

“Peki, nasıl olacak ki bu?”

“Tabii ki benim için de durum aynı, dediğiniz gibi ben de sizi tanımıyorum. Ben de uzun yıllardır tek yaşıyorum. O kişi adına söyleyebileceğim iyi bir insan olduğu. Kim bilir, belki de zor ve hatalı olan benim. Sırf kızınızın geleceği için hayatınızı risk etmeden bir daha düşünün derim.”

“En iyi çözüm bu görünüyor. Sizi nasıl tanıyacağım?”

“Eğer tanımak isterseniz yolları var.”

“Mesela?”

“Çevreye sorarsınız ki bu çok doğru olmaz. Çünkü benim çevrem, olasılıkla hep güzel ve iyi sözler söyleyecekler. Bir başka çözüm bana sorarsınız ki beni tanımadığınız için de sözlerden ibaret olacaktır. Bunun da ne kadar inandırıcı olduğu düşündürücüdür. Diğer hamle ise…” Devamını getiremedi, gözleri masada kaldı, bir süre. “Bir zamanlar hayatı beraberce soluduğum kişiye sorarsınız, sanırım doğruya yakın bilgileri de o kişiden almış olursunuz.”

“Bu çok cesurca, masaya yatırıyorsunuz kendinizi, sanırım farkındasınız. Kendinize çok mu güveniyorsunuz? Yoksa çok mu dürüstsünüz?”

“Derdim masaya yatmak değil. Güvenden ve dürüstlükten ziyade doğru bilgiye ulaşmanın gerçek yolu da bu olsa gerek. Tanıdıkça sorularınıza ve de soracaklarınıza cevap bulmuş olacaksınız.”

“İlginç bir çözüm şekli, bağışlayın ama şöyle tanımlamak istiyorum; kişinin kendini ihbar etmesi gibi bir şey bu.”

“Hür iradenizle istediğiniz gibi tanımlaya bilirsiniz. Ben rahatsız olmam. Aklıma gelen çözüm bu. Sizde başka çözümü varsa onu yapın.”

“Biliyor musunuz?”

“Bilmiyorum, sizi dinliyorum.” dediğinde, kadının gamzeleri yine sahne aldı. “Bende sizin gibi düşünmüştüm.”

“Nasıl yani?” dedi adam, şaşırmıştı.

“Sıraladığınız gibi; bir ve üçüncü yolu denedim. Şimdi ikinci seçenek, yani sizinle yüz yüze, göz göze ve nefes nefese konuşmak ki konuşuyoruz.”

“Hım.”

“Kahve seversiniz, değil mi?”

“Çok severim. Hele ki keyifli anlardaki içimi çok daha güzeldir.”

“Sanırım şimdi sırası, anlatacaklarım var.” Adam garsona iki kahve siparişi verirken gizemli kadında anlatmaya başladı.

“Birinci yol; sizi tanıyanlar güzel ve iyi anlattılar, dediğiniz gibi. Hatta bazen de abartıyorlar diye düşündüm.”

“Bu seçenek kararınızı etkileyeceğini sanmıyorum. Etkilememeli de. Üçüncü seçenek?”

“Çok şaşırdım. Mesela ben aynı yorumları yapmazdım.” Adam tepki vermiyor, sadece sessizce dinliyordu. Kadın devam etti.

“İşini engellememek için randevu aldım, günün son randevusuydu. Kastım biraz daha geniş zamanımız olması adınaydı. Sıra bana geldiğinde odasına girdim, masasında oturuyordu. Merhaba dediğimde, başını ekrandan kaldırıp bana çevirdi. Siyah irice gözlerine takılı kaldım. Şık ve güzel bir kadındı. O, ‘Merhaba! Oturun lütfen’ dedi. Oturdum. ‘Sizi dinliyorum’ dediğinde ben hâlâ onu seyrediyordum. Dalmıştım yani. Tekrardan –sizi dinliyorum, şikâyetiniz nedir?- diye sorduğunda kendimi toparladım. “Şikâyetim yok” dedim. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, -psikolojik mi?- diye sordu. Bu seferde soruyu ben garipsemiştim ama haklıydı. Ben hala onda kalmıştım, zarafetine takılıydım. Hayır dedim. Mesele nedir o zaman, diye de sorularına devam etti. Bende sizin adınızı söylediğimde, -anlayamadım- dedi. Tekrar isminizi söyledim, ardından da “Tanımak istiyorum” dedim. Anlamıştı, bende biraz bu konudan bahsettim. O da bana uzunca baktı, süzdü diyebilirim. Sonrada koltuğundan kalktı, -siz burada biraz bekleyin- dedi ve odadan çıktı. Oda da yalnız kaldım. Geçen zaman beş altı dakikaydı ama bana çok uzun geldi. Kafamda senaryolar üretiyordum” dediğinde gülmeye başladı.

Güzel gülüyordu gizemli kadın. Dudağının her iki kenar ucunun birkaç santim gerisinde gamzeleri çok hoş duruyordu.

“Biraz ürkmedim desem yalan olur. Hatta güvenliği çağırmaya mı gitti diye de paranoya yapmıştım ki kapı açıldı.”

“Özür dilerim, beklettim sizi, dedi. Üstünü değiştirmiş elinde de çantası vardı. –Buyurun çıkalım” dedi. Şaşırdım. –Nereye gidiyoruz? Diye, düşünmeden anlamsız bu soruyu sordum. –Kahve içmeye, gerekirse yemekte yiyebiliriz- dedi. Kibar bir kadındı.” Adam tebessüm ediyordu. Gizemli kadın adamın bu tepkisini anlamaya çalıştı. Acaba o kadın mıydı yoksa oynuyor muydu, benimle? Ya da kadın bu adamı terk ettiğine göre ben mi yanılıyorum diye düşünüyordu ki, adam; “O, tanıştığınız kişi doğru kişi ve iyi bir insan” dedi. Rahatlamıştı kadın, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

“Beni arabasıyla güzel bir kafeye götürdü. Aperatif bir şeyler yedik, peşinden de kahve sipariş ettik. Sizin kahveyi çok sevdiğinizi söyledi. Kendisinin de kahveyi sevmesi sizden kalan bir alışkanlık olduğunu ekledi. Peşinden de soru cevap mı olsun yoksa ben mi anlatayım diye sordu. Bende anlatmasının daha uygun olduğunu, soracağım soruların cevapları söyleyeceklerinizin içinde olacağından zaman kaybı yaşamayız, dedim. Siz öğretmen bende doktor olduğumuza göre böylesi sanırım bence de en uygunu, dedi.”

Elini kahve fincanına uzatırken adama baktı. Sakin ve kendinden emin duruşu hoşuna gitse de içinden, “Enteresan” dedi.

“Peki, siz anlatılanlara ekleme yapmayacak mısınız?”

“Siz ayrıntı isterseniz yorum yaparım.”

“Nasıl yani?”

“Şöyle ki; yaşananları kendi penceresinden edinimleri doğrultusunda anlatacaktır. Onun adına doğru olan da bu.”

“Düzeltme ya da ekleme yapmayacak mısınız?”

“Gerek yok ki! Sonuçta kendi doğruları, saygı duymak lazım, öyle değil mi?”

“İlginç! Ya yanlışsa yine de doğrusunu söylemeyecek misiniz?”

“Bakın hocahanım! Ben o günde, yani ayrılık kararı aldığında da müdahale etmedim. Neden biliyor musunuz? Bir insanın sorularının karşılığı yaşamının içinde muhakkak vardır. O kişi sorularının yanıtlarını göremiyorsa dokunmamak gerekiyor.”

“Ama doğruyu göstermeye yardımcı olmak gerekmez mi?”

“Tabii ki de gerekir. Birliktelik, beraber yaşamak bu değil mi ki? Bilmediklerimizi biri diğerine öğretir. Çevremizde katkı sağlar, araştırırız da. Ancak böyle bir karar iki tarafın karşılıklı konuşmasıyla nihayete ermeliydi. Kaldı ki bu kararı tek başına aldığı gibi gerekçesinin cevapları yaşadıklarımızın içinde fazlasıyla mevcuttu.”

“Sizi anlamakta zorluk çekiyorum.”

“Bu doğru değil. Yani hep zor yolu seçiyoruz. Oysa siyah ve beyaz gibi olmalı, tabii ki de arada güzel renklerde var. Kızıl mesela; sıcak renktir. Sevgiyi simgeler, derinliğinde yüreklilik yatar. Ama biz beyaza bile sadık kalamıyoruz, hep bulandırıyoruz. Düşüncelerimizi ve de ruhumuzu kararttıkça sürekli oluşan gri renginin tonlarında boğuluyoruz. Sonrada hayıflanıyoruz, gereksiz yere dertler ediniyoruz. Bize verilen zamanı hoyratça harcıyoruz. Oysa muhatabına sormak gibi basit bir yol vardı, aslında. Kaldı ki sorular daha oluşmadan o renkler şövaledeki tuvale resmi defalarca çizmiştir. Neden görmek istemeyiz ki?”

Kadın işittiklerine, özellikle de anlatım tarzına hayranlık duymuştu.

“Sanırım doktor hanımla konuştuklarımı anlatmaktansa sizi dinlemek daha hoş olacak.”

Adam hafiften gülerek, “Teveccühünüz, ama sorunuza cevap vermek zorunda bıraktığınız için konuştum. Sizi dinliyorum” dedi. Kadın biraz bekledi, kendini toparladıktan sonra kaldığı yerden devam etti.

“Tanıştığımızda okuldan yeni mezun olmuştum. Arkadaşını ki benim de mesai arkadaşımı ziyarete geldiğinde, o masada otururken bende bankoda evraklarla ilgileniyordum. Göz göze geldiğimizde gözleri beni etkilemişti. Evrakları elimden düşürdüm, utanmıştım. Ne oluyor bana diye düşünürken yine göz göze geldik. Bu sefer çok yakından görmüştüm. Ben dalmışken, o evrakları yerden toplamış bana uzatmıştı. Teşekkür etmek bile aklıma gelmiyordu. O an her şey durmuştu. Sanırım anladı ki, “Adım Berk Tuna” dedi. O ses beni an’a geri getirdi. “Bende Sena” diyebildim. “Yani, Doktor Sena” dedi. “Evet, Doktor Sena” derken sesim titriyordu. İlk karşılaşmamız böyleydi. Sonraki günlerde onu düşünmedim desem yalan olur. O güne kadar da bu duygulardan uzaktım. Belki güleceksiniz ama erkek olarak tek babamı tanır ve sadece ona güvenirdim.” Doktor hanım son cümlelerinde biraz hüzünlenmişti, bende anlam veremedim. “Onu tanıdıktan sonra, bana verdiği güven babama olan güvenin önüne geçti. Hatta onsuz yaşayamam diyordum. Çalıştığımız işyerleri yakındı, evlerimizde aynı ilçede. Bu tesadüfler sabahları buluşmamıza, akşam da evlerimize beraber dönüyorduk. Bir gün babamın çalıştığı kuruma gidip durumu anlatmış. -İyi ve ciddi bir arkadaşlığımızın olduğunu, bu beraberliğin evliliğe doğru yol aldığını söylemiş-. Akşamında babam bana anlattı ve çok şaşırdığını da söyledi. O yılın yaz sonlarında tanışıp yeni yılın da kış mevsiminde aileler bir araya geldi. Temmuz ayında da nikâhlandık, evlendik. Mutluydum” dedi.

Kadın anlatırken adamın yüz ifadelerini takip ediyordu ama tepki yoktu. “Bir şey demeyecek misiniz” diye, sordu.

“Gerek yok ki, hepsi doğru” dedi, adam.

“Belki tuhaf gelecek ama arkadaşlarımdan biri ben böyle yaptım demiş olsaydı, inanmakta çok ama çok güçlük çekerdim.”

“Ne diyebilirim ki! Biraz çizgi ötesi işte ya da garip bir âdemoğlu diyelim.”

“Dürüstlük ya da özgüven desek?”

“İllaki de bir şey demek gerekiyorsa gri rengin tonlarında boğulmamak diyelim.”

“Evet, alışıla gelmişin dışında olduğunuz muhakkak. Tevazu de var, tabii.”

“Sizin görüşünüz, saygı duyarım.”

“Biliyor musunuz?”

“Söylerseniz öğrenirim” dediğinde, kadın hafifçe tebessüm etti. Adamın gözleri de yine gamzelerindeydi.

“Hakkınızda yanılmamışım.”

“Henüz tanımıyorsunuz ki!”

“Tabii ki, kastım farklı oluşunuzaydı” Bu sefer adam tebessüm etti.

“Çocuk istemiyordum, dedi Doktor hanım. Sizde çok istiyormuşsunuz.”

“Evet, kız çocuğumun olmasını istiyordum. Doğrusu bir oğlum ve bir de kızım olmasını istiyordum. O ise çocuk istemiyordu. Zorlamadım ve düşüncenin olgunlaşmasını bekledim.”

“O da aynısını söyledi. Ancak bir tanesini kabullenebilmiş, size saygısından.”

“Maalesef!” dediğinde hüzünlenmişti, adam. Kadın bu yüz ifadesini görmüştü, o da üzüldü.

“Çok mu istemiştiniz, kız babası olmayı?”

“Aslında çocuk sayısını hiç düşünmedim. Fazlasına bile kabuldüm. Hep bir erkek kardeşim olsun istediğimden dolayı da erkek çocuğumun olmasını da istedim. Yaşamadım ama kız babası olmak çok özel bir duygu olduğuna inanıyorum. Olmadı.”

“Ayrılalı hayli zaman olmuş. Evlenseydiniz, kim bilir belki de kız babası olurdunuz.” Adam yine sustu. Önce başını masadan uzaklaştırdı, bir süre sonra da kadına dönerek, “Evlenmeyi düşünmedim” dedi. Kadın bu net cevabı anlamaya çalıştı.

“Hiç bayan arkadaşınız olmadı mı?” diye sorduğunda kendi de saçmaladığının farkındaydı. Hele ki adamın onun gözlerine derince bakması da utandırmıştı. Yine de soruyu yanıtladı adam.

“Birlikteliklerim oldu. Ama benim adıma süreç de karar da zor olduğundan yeltenmedim. Üstelikte bayan arkadaşlarımın hepsi yabancı olmasına rağmen yine de düşünmedim.”

“Nasıl yani? –Yabancı olmasına rağmen- de ne demek? Anlayamadım. Hiç Türk bayan arkadaşınız olmadı mı, yani?”

“Yok! Denemedim bile. Kadın dalmıştı. Türk arkadaşı olmasına müsaade etmemesinin nedenini neydi ki, acaba? Özellikle yabancı olmasını da anlayamamıştı. Adam, kadının söylenenleri anlamaya çalıştığının farkındaydı. Devam etti, “Yabancıların dünya görüşü, hayata bakışı,  anlamlandırmaları ve sorgulamaları daha gerçekçi. Sanırım eğitim ve edinim farkından olsa gerek.” Kadın nedenini sorgularken sesli düşündüğünün farkında değildi.

“Bu ne demek, şimdi? Yoksa? Evet ya! Onu çok sevmiş olmalı. Demek ki yerine de kimseleri yakıştıramamış, unutamamış yani. Vay be!”

Adam duymuştu, yutkundu ve başını yine denize doğru çevirdi. Bir adım önünde sudaki oynaşan kefalleri seyre daldı. Kadında dokunmadı, o da adamı seyrediyordu. Sessizlik uzayınca, “Ben bir kahve daha söyleyeceğim, siz de içer misiniz?” Adam, “Lütfen!” dediğinde, güldü Nilgün. “Sanırım bende de alışkanlık yapmaya başladı. Normalde çok seyrek içerim, kahveyi. Tercihim değil, yani.” Berk de tebessüm etti.

Kahveler yudumlanırken sigara yaktı. Kadın da sohbete devam etmek için sigarayı bahane edip,

“Sigarayı sadece kahve içerken kullandınız. Beni rahatsız eder diye mi içmiyordunuz?”

“Sanırım, şu an tam zamanı” dediğinde uzunca iki nefes çekti.” Hüzün biraz da olsa yüzüne yansımıştı. Kadın, ayrıntıları saklayan mimikleri takip ediyordu, adamın yüzünde. Ortamın burukluğunu kaldırmak içinde mutlu ifadesini kendi yüzüne bıraktı. “Acı ya da tatlı; adam sindirerek yaşıyor” dedi, kendine. “Belli ki çok sevmiş, aslında doktor hanımda konuşmalarında zaman zaman dalıyordu. Demek ki o da unutamamış, belki de yanlış yaptığını sonradan anladı. Ya ben? Ne işim var ki burada. Çocuğumun geleceği için aralarına mı girdim? Bu çok yanlış olur. Ama ayrılalı yıllar olmuş. Gerçi ilgim de yok değil. Şimdi daha da arttı. Ne yapmalıyım, kalkıp gitmeli miyim?” diye sorgularken daldığının farkında değildi.

“Bu kadar dalmanıza gerek yok. Siz yanlış bir şey yapmıyorsunuz. Kendinize yüklenmeyin.” Mahcup olmuştu kadın ve birden tepki verdi.

“Nasıl yine sesli mi düşündüm?” diye sordu.

“Hayır, benim ki sadece tahmin.”

“Neredeyse aynını seslendirdiniz.”

“Biraz okudum.”

“Anlamadım!”

“Yüzünüzdeki ifadeyi” dediğinde, Nilgün’ün yüzü kızarmış, biraz da utanmıştı. Berk görmüştü. Bu defa kendisi sigarayı bahane edip masaya hâkim olan hüznü ve utangaçlığı dağıttı.

“Şimdi de ben bu cümle ile başlayayım; biliyor musunuz?”

“Bilmiyorum, sizi dinliyorum.” Adam da çok sık kullandığı bu cümleyi kadının ağzından duyunca güldü.

“İlk konuşmamızdı. Bu da ne demekse! Şu anki de ikinci konuşma, zaten. Daha doğrusu benim bir –merhaba- deme cesaretini gösteremediğim, sizin daha cesur davrandığınız o ilk görüşmemizde -Sanırım ayaküstü konuşulacak bir konu değil, sizin uygun bir zamanınızda konuşsak- dediğim konuşmadan hemen sonra, ne yer ne de zaman bildirmemiştik. Ben de nasıl olsa yarın görür sorarım diye düşündüm. Ertesi günde aynı saatlerde dükkânın önüne çıkıp sizi beklerken hayal kurup, kendimle konuşurken…”

“E, ne dediniz?”

“Gülmek yok ama tamam mı?”

“Bilmem ki, siz önce bir söyleyin.”

“Siz oradan geçerken, -İçmemelisiniz, sigara içmemelisiniz- diyorsunuz, güya. Bende, “Düşünmenizden dolayı teşekkür ederim, hocahanım. Samimiyetinize cevabım ise en azından azaltmaya çalışacağımı içtenlikle beyan ederim, diyormuşum. Ama bir anda aklıma, o günün kar yağışından dolayı tatil edildiği geldi. Boşuna beklediğimin farkına varınca da kendime gülmeye başlamıştım.” Anlatırken de gülüyordu adam, kadında gülüyordu.

“Hani gülmeyecektiniz.”

“Tamam dememiştim ama gülmemekte mümkün değil, öyle değil mi?”

“Evet! Ama güzel olan o günden sonra sigara içimlerimi azalttım. Yani size rahatsızlık vermekten ziyade hayalide olsa, -sigara içimlerimi azalmaya çalışacağım- cümlesinin çalışma noktasında devam ediyorum.”

“Kendinizi yererken de şaka yapmanız çok hoş. Bu emin ve rahat oluşunuzu ifade ediyor. 

“Dedik ya, siyah ve beyaz. Bulandırmadıkça her şey o kadar net ve sorunsuz ki. Ha, karşımızdakiler bu sadeliği anlayamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Sadelik ve doğallıktan yanayım. Kendinizden emin olduğunuz sürece hiç rahatsızlık vermiyor. Tabii ki karşımızdakiler anlamak istemiyorsa da onların sorunu. Belki bir kısmı yaşamı içinde anlıyor ama çoğu o gri tonların içinde boğulurken, süre geçtiğinde ya da bittiğinde anlıyor, sanıyorum. Geçmiş ola!”

“Bu kadar net mi?”

“Evet.”

“Ama yaşamın içinde sizin dışınızdaki gelişen olaylar direkt sizi etkilediğinde çaresiz kalıyorsunuz. Benim şu anki durumum gibi. Bir yanda kızım diğer yanda ebeveynlerim ve töreler. Günlerce çabalıyorum ama hedefe varamıyorum.”

“Varamazsınız da. Neden biliyor musunuz? Ne çocuğunuzdan ne de ailenizin kahrolası bağnaz törelerinden vazgeçemiyorsunuz.” Bu cümle çok sert olmuştu, kadın da şaşırdı. Kaba birimiydi acaba Berk. Yüzü de sert ve donuktu.

“Çok acımasız olmadı mı?”

“Acımasız mı? Siz, bir anne olarak çocuğunuz için bu kaygıları taşırken,  hiç tanımadığınız biriyle evleneceksiniz. Kim bilir, bir önceki evliliğinizden daha vahim sonuçlarla da karşılaşabilirsiniz. Ki, o kız yani çocuğunuz o adamın çocuğu bile değilken.  Sizin anneniz veya aileniz bu kaygıları yaşamıyor mu?”

“Tabii ki de yaşadıkları için tayinimi yanlarına aldırmamı istiyorlar, diretiyorlar da.” Berk bu yorumu tuhaf bir şekilde sırıtarak yanıtladı. “Öyle mi sanıyorsunuz? Bence bu doğru değil, yanılıyorsunuz. Onlar çocuklarından ziyade töreleri düşünüyorlar. Kahrolası köy kahvesinde ya da caminin çay ocağında, “acaba benim hakkımda ya da kızım için, ailem için ne konuşurlar” korkusunu yaşıyorlar. Bize sunulan bu ömrü kendi adımıza yaşayacağımıza başkaları –ne der?- korkusuna hapsediyoruz.” Ağır ithamlardı adamın söyledikleri. Nilgün şaşkın ve suskun adamı dinliyordu. Kekeleyerek, “Ama çok ağır olmadı mı?” Sorusunu bitiremeden Berk devam etti.

“Aslında ağır olan onların taşıdıkları bu anlamsız ve bağnaz olan –acaba başkaları ne der,  yüküdür. Onların ya da bir öncekilerin iyi insanlar olduklarına inanıyorum. Tek hataları itaat edip sorgulamamış olmalarıdır. İşte burada beyazın bulandırılması var. Oysa şeref ve onur korunuyorsa, yani hâlâ insan isek sorun da yok demektir.”

“Bu kadar mı?”

“Evet, bu kadar! Biliyorum, cümlelerimdeki kelimeler ve vurgular sertti, lakin insanoğlu aklını kullanamadığı için bu gereksiz çer çöple ömrünü geçirdi.” Kadın şaşkınlık geçirmesine rağmen biraz olsa rahatlamıştı. Kendini toplayıp,

“Biliyor musunuz?” diye, söze başladı.

“Bilmiyorum, sizi dinliyorum” derken, gülümsüyordu, adam. Kadın da gülümsedi.

“Sanırım bende itaat ediyordum. Kızımdan dolayı yol ayrımına gelmem beni zorladı. Sizinle karşılaşmamda düşüncelerimi netleştirdi. Yani, sayenizde beyazı bulandırmayacağım.” Adam yorum yapmadı, sadece tebessüm etti.

“Bu konuşmalar daha doyurucu, doktor hanımla konuşmamız da yarıda kaldı.”

“Siz nasıl devam etmek isterseniz takdir sizin, buyurun.”

“Ne konuştuğumuzu merak etmiyor musunuz?”

“Ben yaşadıklarımı biliyorum.”

“Hata yapamaz mısınız?”

“Tabii ki de mümkün. Kabullenip özür dilerim. Doğruyu öğretene de teşekkür ederim.”

“Bu kadar yalın mı?”

“Böyle olmazsa kapıları kendimiz kapatmış oluruz. Çıkış yolu ise neredeyse imkânsız.”

“Aslında haklısınız. Kendi kasnağımızı kendimiz daraltıyoruz.”

“Çok doğru.”

“Doktor hanımla diyaloglardan çok ilgimi çeken bir iki şey söylemek istiyorum. Yaklaşık üç saat beraberdik ve sizin hakkınızda tek bir kötü söz söylemedi.”

“O iyi bir insan.”

“O da sizin için aynı cümleyi kullandı. Doktor hanıma ayrılık kararını almasının nedenini sorabilir miyim, dediğimde önce cevap vermedi, bir süre kahve fincanın içinde dolandı gözleri, sonra dedi ki; benimki dolduruşa gelişimin sonucu blöf yapmaktı. O da blöfü gördü, sessizce gitti.” Sustu. Arada yutkunmaya çalışıyordu, gözleri dolmuştu. Öyle söylediler ve bende inandım. Oysa yıllar sonra anladım. Evet, son bakışını gözlerinde yazılanı okuyamadım. Neydi, biliyor musunuz? -Bir gün anlayacaksın- demek istemişti ama ben anlayamamıştım ve o sessizce yaralı şekilde gitti. Ben ise sonradan anlayabildim. O gün tepki vermemişti, kırmamıştı beni ama bu gün… Bu gün anladım ki; çoğu zaman sustuklarımızda
gizliymiş asıl söylemek istediklerimiz. O, sessizce gittiği gün anlatacaklarını sessizliğine yüklemişti. Maalesef ben anlayamadım. Evet, o beni kırmamıştı ama ben kendime çok kırgınım.  Beni kandıranlara değil kanmama kırgınım. Oysa her şeyi o tabloya biz beraber çizmiştik. Lakin ne acıdır ki ben göremedim” dediğinde, bir şeyi çok net gördüm; ruhu ve bedeni isyanın arifesindeydi. Bir de çok önemli bir cümle daha söyledi. Ne söyledi, biliyor musunuz? “Lütfen onu kaybetme ve mutlu et” dedi. “O hak ediyor, ama ben beceremedim” dedi. İtiraf etti, yani. Samimiydi, çünkü gözleri doldu. Saklıyordu ama ben bundan eminim. Bende bu konuşmalardan sonra sizinle buluşmaya karar verdim.” Kadın cümlesini bitirmeden adam başını çevirmiş uzaklara bakıyordu. Nilgün bir süre dokunmadı, çay sipariş etti. Garson çayları masaya bıraktığında kadın sigara paketinden bir dal çıkarıp adama uzattı. Çayı ve sigarasını hiç konuşmadan içti.

“Siz de iyi insansınız” dedi, adam. Uzunca sessizlikten sonra dudaklarından çıkan bu sözlere kadın şaşırdı. Durup dururken sonuca gitmesinin sebebi neydi ki? Her şeyi çözmüş müydü? Yoksa bir insan yavrusunun geleceğine feda mı ediyordu, kendisini?

“Kalkalım mı?”

“İşiniz mi var?”

“Yok! Kızınız yalnız kalmasın.”

“O benimle, beraber geldik” dediğinde adam tatlı bir şaşkınlık içindeydi. Kadın dönüp arka masaya, kızına doğru bakınca yanında bir delikanlı gördü. Kaşları çatıldı. Adamda an be an onu izliyordu.

“Şu masadaki kızım ama yanındaki delikanlı da kim? Üstelik kızımdan hayli büyük” dediğinde adama döndü. O da tebessüm ederek, “Oğlum!” dedi. Bir anda kadın ne diyeceğini şaşırdı. Adamda çocuklara eliyle yanlarına gelmesini işaret etti. Şimdi masada dört kişilerdi.

Masadaki sohbet günün anlamının ötelerine taşmıştı. Şakalaşıp gülüyorlar, en çokta çocuklar konuşuyordu. Bu seferki siparişler yöre ile özdeşen Tarihi Kanlıca yoğurdundan dört adet sipariş ettiler. Yoğurtlar bittikten bir süre sonra hep beraber kalkıp yolun karşısındaki durağa geçerken adam markete doğru yürüdü. Kadın anlayamadığından adama, “Nereye gidiyorsunuz” diye sordu.

“Markete!”

“Neden ki?”

“Evimize alış veriş yapmaya” diye yanıtladığında Nilgün tatlı bir heyecanla adamın koluna kolunu dolandırdı ve berberce markete girdiler.

 

 

 

 

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.