190213pb1535

çocukluğumun oyun arkadaşı

 

 

 

     Çocukluğumun oyun arkadaşı; yerinde duramayan, haşarı, zeki, devamı olmayan anlık zevkleri ve tepkimeleri olan, kumral, ipek saçlı yakışıklı ağabeyim. İçinde hep uhde kalmıştı ona ismiyle hitap etmem. Bir büyüğümdü ve oyunlarımızın sonu hep dalaşla da bitse vazgeçmediğim, çocukluğumun oyun arkadaşıydı.

Atölyedeydim, o tarifsiz duyguları yaşadığım haberi aldığımda. Öylece bırakmıştım tuvalimi, fırçalarımı. Arkadaşlarım yüzüme baktığında anlamışlardı, soramadılar da. Hocanın yanına gidip durumu anlatır anlatmaz kapıdan çıktığımı hatırlıyor ama merdivenleri kaçar indiğimi hâlâ bilmiyorum. İlk gelen arabaya bindiğim gibi hastaneye gelmiştim. Kalabalıktı yoğun bakımın koridorları. Geçmiş olsun diyorlardı ama ben sadece başımla karşılık verebiliyordum. Büyük ağabeyimle göz göze geldiğimizde çok üzgündü. Durum nedir? diye mimiklerimle sorduğumda, dudaklarını oynatıp başını sola eğdi. İyi gitmeyen bir şeyler vardı. Bankta oturan eşine baktığımda ise bir garip ağlıyordu. Sanki vedalaşmış gibilerdi. Kalabalıktan ayrılıp kuytu bir yerin duvarına yaslandım. Yaşam bir film şeridi gibi gelirmiş ya insanın gözü önüne, işte o kuytu yerde bizim filmimizi seyre daldım.

Son kare idi. Baba evinin bahçe kapısından girdiğinde arkasından vuran sonbahar güneşi, o’nu podyum ışıklarının içinde bir film aktörü gibi yansıtmıştı, gözüme. Uzun boyu, lacivert pantolonunun üzerinde vücut hatlarını gösteren gömleği ve gözlükleriyle, mağazaların vitrininde duran manken gibi duruyordu, karşımda.  Hele ki arkasından yansıyan güneş olmayan saçlarından yansıdığında; bulutların arasından çıka gelen nur yüzlü veli görüntüsündeydi. Duralamıştım, nedenini bilmiyorum ama kalbimin derinliklerinde bir sızı hissettim. Görmüştü, o da başını oynatarak anlamlandıramadığı için tuhaf bir şekilde bakmıştı, bana. Sonra sarıldım. Çok sarılmıştık birbirimize ama nedense bırakmama adına sarılmıştım. Neden yapmıştım? Bilinçsizce ve içgüdüseldi, bu sarılmalarım. Ne anlamıştı bilmiyorum ama beni belimden kavradığı gibi kaldırdı. Hatta ekseninde bir tur da dönmüştü. Anlamış mıydı içimin –cız- ettiğini, anladı da –ben buradayım, karşındayım mı?- demek istedi.

 

 

Bir önceki görüşmemiz; baba evinin alt caddeye bakan duvarının yanındaki üzüm asmasının yanındaydı. Yine aynı görüntü ve yine o tarifsiz duygular içindeydim. –Gel kardeşim bir sigara içelim- demişti. Cebinden paketi çıkarıp uzattı. –Ama senin içmemen gerekiyor- dememe rağmen, o güzel yüzüne tebessümü kondurarak, -Boş ver be kardeşim, ölümlü dünya- demişti. Bende çakmakla sigarasını yaktım. O cümleler o güzel yüzünün dudaklarından çıkarken, ben yine duralamıştım.

Sohbetimiz ikinci sigara yakımın da sıkıntılara doğru yol almıştı. Temiz yürekli ağabeyimin bu yönünü çok fazla suiistimal etmişlerdi. Dolayısıyla aşmazları, zor olan çıkmazlardaydı. Hayat tek kullanımlıktır, diye söze başlamıştım. Dert etme, dediğimde, -nasıl yani- dedi. –Evinin birini sat- diye çözüm önermiştim. –Çocuklar- dedi. –Her ikisinin de var- dediğimde, bu defa; -torunum- dedi, gözleri dolmuştu. –Olmaz- dedi. Ben de, –onun da babası var, sende diğer torunlarını da görmelisin- demiştim. Sonrada sustum. Sanırım pişman olmuştum. Hangi akılla bu cümle ağzımdan çıktıysa, üzüldüm. –Yok, yok!- dedi. Sigarasından iki derince nefes çekti. Ben ise onu seyrediyordum. Üzülmesin diye de konuşmaya devam etmedim, konuyu derinleştirmek istemiyordum. Çünkü anlatırken bile o anları yaşıyordu. Sanırım o güzel günlerimin, o muhteşem çocukluk oyun arkadaşıma kayıtsız kalamadığım için, o cümleyi yineledim. –Hayat tek kullanımlık, tekrarı yok- dedim. Yüzüme baktığında anlamıştım, ne demek istediğimi anlamıştı. Sonrada kolunu koluma taktı, baba evine beraberce girdik.

Önce annemizin odasına girdik. Şirin yüzü ve şakalarıyla annemi güldürdü. Sarıldığında sanki ikiz kardeş gibilerdi. Annemin kopyasıydı, doğum tarihleri de aynıydı; 20 Nisan. 

 

...devam edecek...

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.