1903131953Çb

cemalnalcı

 

 

Gece biten günü sonlandırıp yeni günün başlangıç saatlerindeydi. Taksim Elmadağ durağında otobüs bekleyen adam avuçlarını nefesiyle ısıtırken oturduğu bankta küçülttükçe küçültüyordu bedenini. Mevsim ilkbaharın girişiydi ama baharın bu soğuk günlerinde hava kıştan kalma zemheri soğuğunu taşıyordu sert esen yelinde. Bekleyenlerle üç kişilerdi. Üçü de bayram öncesi gibi donma arifesindeydi. Göz kapakları kendini yarılamış diğer yarısı da bir açılıp iki bekliyordu.

Rüyalarındaydı yatakları. Aslında razıydılar kızıl alevlerin ortasında bir mevzii de yatmaya. Sınır tecavüzünde bulunacak hainleri beklemesine beklerlerdi de şimdi bir dilim ekmek ya da bir bardak sudan daha kutsaldı yatakları. Düşlüyordu yastığın üzerindeki sağ elinin ayasındaki başını, alnına kadar örten yorganı ve yorganı o günlerde hiç yalnız bırakmayan uzun kırçıllı tüyleriyle battaniyeyi hayal etmek o an hayat sıvısı kadar öncelikliydi. Ama sadece tatlı bir düştü. Oysa kovboy filmlerindeki gibi caddeyi yalayarak esen soğuk rüzgârın ıslığı, sizi almaya geliyorum diyordu.  Çokta acımasız değildi rüzgâr, uyarıyordu ıslıklarıyla. Birbirlerini tanımayan bu üç adamı kaldırımdan temizlemenin arifesindeydi zemheri ayaz. Beklemekten başka çareleri de görünmüyordu. Otobüsün vakti hayli geçmesine rağmen yine de görünürlerde yoktu. Aslında cadde de yaşam belirtisi birkaç itten ibaretti. Umut artık intikaları geride bırakmıştı. Ağızlarından fışkıran buhar aralarına sis tabakası bırakırken bir türlü görünmeyen otobüs sabırlarını daha da taşırmıştı.

“Yürüyelim” dedi, içlerindeki iri kıyım olanı. Birazda kalıbına güveniyordu.

“Ben varım” karşılığını verdi, uzun boylu kumral olan diğeri. O ise,

“Bekleyeceğim” dedi.

Bilmiyorlardı ki son lirasını kullanacaktı otobüs biletine ve de onun yolu çok ıraktı. Söyleyemedi de. İki adam yola koyuldu…

O hâlâ bekliyordu. Göz kapakları kendini tartamıyor bir yanda da telkin ediyordu kendini.

“Yatağı, uykuyu düşünmemelisin” dedikçe de donmak üzere olanların ılımanlığını hissetmeye başladı iliklerin de. Önce parmak uçlarını ve ayaklarını hissedemez oldu. Vücudu titrerken hohlayamıyordu. Çenesini açamıyor açsa da kapatamadığı gibi nefesini de salık veremiyordu. Artık iyice ufalan bedeni sallanmaya başladı ve devrildi… Gözlerinde ki yaşlar morarmış dudaklarına ulaşamadan bıyık kıllarında saçaklardan sarkan sarkıkları andırıyordu. Artık hiç tepki vermiyordu adam…

Az sonra iki ışık huzmesi belirdi. Gelen otobüs değildi. Durağın on onbeş metre gerisinde durdu. Kürküne sarınmış iki şuh kadın indi taksiden. Ellerindeki kâğıda bakıp durak yönünde ilerlerken esmer dalgalı saçlı olan bayan bankta cenin konumunda kıpırdamadan yatan adamı gördü.

“Orada biri var” dedi, arkadaşına.

“Sarhoşun biridir. Sızıp kalmış işte. Her akşam bunlardan onlarcasını görüyoruz” diyen sarışın arkadaşının kolundan tutup çekti.

“Adam donmak üzere yardım edelim” dediyse de,

“Zıkkımlanıp otelde kadın becermesini bilen adam sıcak odasında kalsaydı. Bize ne ya!”

Arkadaşının bu kayıtsız ifadelerine anlam veremeden,

“Nerden biliyorsun? Belki de bizim gibi hayata mağlup başlayan garibanın biridir. Cebinde para olsa ya taksiye binip evine giderdi ya da dediğin gibi sıcak otelde sabahlardı. Hadi yardım edelim.”

 “Bize, evdeki bebelerimize kim yardım edecek? Allah’ın sittir ettiği bu havada iş bulmuşuz, evdekilere bir sıcak aş parası kazanacağız ama sen buldukça bulandırıyorsun. Yürü hadi! Müşterileri daha fazla bekletmeyelim.”

Arkadaşının suratına anlamsızca bakan esmer kadın,

“Haklısın! Edepsiz belki de aşağılık bir iş yapıyoruz ama unutmamak gerekir ki insanız. Bu da bir insanlık görevi, adam donmuş. Belki de ölmüş de olabilir.” Arkadaşı da aynı yüz ifadesiyle,

“İyi ya ölmüş işte! Yarın belediye cenazesini kaldırır.”

Dalgalı saçlı esmer kadın anlamaya çalışıyordu arkadaşını ya da arkadaşlığını mı gözden geçiriyordu?

“Hadi gidelim!” dediğinde arkadaşı,

“Gidemem, bu insanı burada görmezden gelemem” dedi.

“Hayatta bizi görmezden geliyor güzelim. Her akşam tanımadığımız hırlısının hırsızının alkolik pis nefesini burun direklerimizde hissederken altlarına yatmak hoşuma mı gidiyor sanıyorsun? Hadi gidelim, bekliyorlar.”

Haklıydı. Çokta şaşırmamıştı arkadaşının bu dediklerine ama üzülmüştü. Kendinden emin ses tonuyla,

“Doğru! Ama ben gelmiyorum. Sen gidebilirsin” dedi. Arkadaşının kararlı tavrını gören sarışın kadın,

“Ne halin varsa gör” dedi ve notta yazılı adrese doğru yürüdü.

Arkadaşı gidince biraz öfkelendi sonra da ne yapacağını bilemediğinden şaşırdı. Kadın öylece kala kalmıştı. Usulca yaklaştı. Havanın ayazında o da adımlarını zor ve titrek atıyordu. Ürkerek eli ile dokundu adamın donmuş bedenine. Tepki yoktu. Bir daha, bir daha dokundu ama buz kesmiş beden yanıt vermiyordu. Korkmuştu kadın. Durduk yere başına bela mı almıştı? Arkadaşını mı dinlemeliydi? Sorular cevabına ulaşamadan panikleyen edasını kontrol edip işaret parmağını burun deliklerine tuttu. Nefes alışını önce hissedemedi. Biraz daha uzun tuttuğunda belli belirsiz derinden soluma hissetti parmağının teninde. Heyecanlandı. Sevinçten biraz da panikledi. Eliyle çenesini tutup sallamasına rağmen yine tepki yoktu. Ne yapması gerektiğini düşünürken birkaç tokatta kendine attı. Çabuk karar vermeliydi. Caddeye baktı ne bir insan ne de bir araba görebildi. Hızlı hareket etmeliydi hem de çok hızlı. Adamı kaldırdı ancak topuklu ayakkabıları onun dengesini bozdu.  Ayakkabılarını çıkartı. Adamı da sırtına alıp durağın arkasındaki dükkânın kapısına kadar sürüyerek taşıdı. Adam ortalama bir yapıdaydı ama kendi minyon ve zayıftı, yoruldu. Tekrar etrafına baktığında köpekler bile görünmüyordu sokaklarda. Açık bir dükkân, kuytu bir dam yoktu civarda. Saniyeler bile çok önemliydi. Tekrar etrafına bakındı ve solundaki çöp bidonunu kaldırdığı gibi vitrin camına yapıştırdı. Cam büyük bir gürültüyle paramparça oldu. Başını çevirip binalara baktığında pencerelerde yanan ışık göremedi. Anlaşılan o ki insanlar ya uyumuş ya da soğuğun etkisiyle yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Cam parçalarını temizleyip adamı içeri soktu. Tezgâhın arkasına çekerek götürdü. Donmuş bedeni ısıtır diye kürkünü çıkarıp yere serdi. Adamı da soyup kürkün üzerine yatırdı. Adamın ellerini ovalıyor nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu ama yeterli olmamıştı. Kendisi de soyundu adama sarıldı. Bir annenin bebeğini koynunda sarmaladığı gibi yapıştırmıştı sinesine. Değişen bir şey olmayınca ellerini koltuk altlarında, göğüslerinde ısıtmaya başladı. Adamın bacaklarını da kendi bacakları arasında kilitledi. Bir yandan da açıkta kalan bedenini ovalıyordu. Konuştuğunun farkında bile değildi.

“Hadi, dayan biraz. Sende yardım etmelisin” diye yalvarıyordu. Kendisi de soyunuktu ama alın çatısından terler adamın yüzüne damlıyordu. Hayli zaman geçmişti ama o hala ümidini yitirmeden bir canı kurtarmanın mücadelesini veriyordu. Sabahın ilk ışıkları caddelere vurmaya başladığında kadın yorulmuş, gücü bitmiş ve perişan şekilde adamın üzerinde yüzüstü uyuya kalmıştı…

Gün iyice ağardı. Kapıdan sesler gelmeye başladığında içeride hayat belirtisi yoktu. Dükkân sahibi içeri girdiğinde bir hırsızlık olayı sanıp tezgâha, kasanın bulunduğu yere gittiğinde gördüğü manzara karşısında şoke oldu.

“Ahlaksızlar! Terbiyesizler! Başka yer bulamadınız mı?” diye bağırırken bir yandan da arkadaşlarının gelmesi için işaret etti. Gelenler gördükleri manzara karşısında “tövbe, tövbe” diyerek masanın etrafını çevirdiler. Önce dükkân sahibi nevri dönmüş şekilde düşünmeden olanca gücüyle kadının sağ karın boşluğuna tekme salladı. Zaten yorgun düşen beden acı içinde kıvranarak kendine gelebildi. Bağırtıları ve kalabalığı gören kadın elbiselerini alıp alelacele giyinirken dükkân sahibinden özür diliyor bir yandan da durumun göründüğü gibi olmadığını anlatıyordu. Söylüyordu da dinleyen hele ki anlayan var mıydı?

“Lütfen! Bu adam ölmek üzere hastaneye gitmesi gerek. Ben kötü bir şey yapmadım. Yanlış anlıyorsunuz. İnanmıyorsanız muayene olmaya razıyım. Biriken kalabalık durumu gördükleriyle sonuçlandırmıştı.

“Bu fahişe kendini acındırmaya çalışıyor. Linç edelim” dedi, içlerindeki göbekli ve badem bıyıklı olanı. Onca arbededen sonra bir gözünü anca aralayabilmişti adam. Henüz kendinde değildi ama savrulan tekmelerden de nasibini almıştı. Kalabalık top yekûn harekete geçerken kadın kendini adamın üzerine atıp kapaklandı. Birkaç yumruk sırtında yankılanmıştı ki polisler içeri girdi. Yığını dağıttılar.

“Ne oluyor burada?” dedi, ekibin başındaki amir.

“Akşamdan vitrin camını kırıp içeride fuhuş yapıyorlardı” dedi, mağaza sahibi. Komşu dükkân sahipleri de bu beyanı desteklediler. Kadın ağzından ve burnundan akan kanları elinin tersiyle silmeye çalışırken,

“Gördüğünüz gibi değil. Yanlış bir şey yapmıyorduk. Bu adam donmak üzereydi. Yardım etmeye çalıştım” dese de, polis amiri:

“Götürün şu ahlaksızları” diye, ekiptekilere talimat verdi. Kadın:

“Bu adam ölmek üzere hastaneye gitmesi lazım” diye yalvarıyordu üzgün bir halde.

Polisler adamı yerden kaldırıp üstünü giydirmeye çalıştılar. Ama adam ayakta duramayacak kadar takatsizdi. Dükkân sahibi:

“Bakın! Ayyaş ayakta bile duramıyor görüyorsunuz. Ot mu içmiş ne?” diye, onur kırıcı sözlerinden de geri durmadı. Adamı giydiren polislerden biri,

“Nefesinde alkol yok amirim” karşılığını verdi. Dükkân sahibi ağzından salyalar akarak söylenmeye devam ediyordu ki amir başını sertçe ona çevirdiğinde pustu. Yine de ‘onlardan şikâyetçiyim’ demekten de geri durmadı. Amir hepsini karakola götürdü. Sorgudan sonra adamı acil hastaneye kaldırdılar. Kadını da dükkân sahibinin şikâyeti üzerine nöbetçi mahkemeye sevk etti.

Ertesi günün gazete manşetinde; ‘İstanbul, Taksim-Elmadağ da azgınlar bir butiğin camını kırarak içeride fuhuş yaparken çırılçıplak yakalandılar’ haberi manşetten verilmişti. Büyükçe resimlerle donatmışlardı ön sayfadan verilen haberi.

“Ahlak kalmadı. Din elden gidiyor” diyordu, okuyucular. Haberin ikinci sayfasının alt köşesinde küçük bir kare daha vardı. ‘İki erkek cesedi İstanbul İnönü Stadının giriş kapısında bulundu’ diye, yazıyordu. Dün gece yola çıkan iki arkadaşın cesetleriydi bunlar.

Kadın çıkarıldığı mahkemede yaptığı savunma incelemeye alınınca hâkim tarafından serbest bırakıldı. Adamsa o geceyi yaşadığı kadarıyla anlatabilmişti. Sabahında ve mahkemede olanlar da bilindiğinden suçsuz bulundu.

Günler haftaları yeni aya taşırken adam da yüzünü fulü hatırladığı kadını her akşam geldiği bu yerde aradı. Artık umudunu kesmişti.

“Bu son akşam” dedi, aynı durakta ve bankta oturuyordu. İlerleyen saatlerde durağa yakın bir taksi durdu ve içinden inen iki kadın o gecedeki kadınlardı. Adam umutsuzca başını çevirip baktığında minyon olan esmer kadınla göz göze geldi.

“Seninki yine burada” dedi, sarışın olanı.

Adam oturduğu yerden kalktı ve kadına doğru yürüdü.

“O geceki hanımefendi sizdiniz değil mi?” diye, sordu.

“Ne yapacaksın? Yine arkadaşımın başına bela mı olacaksın?” diye çıkıştı, sarışın kadın.

“Üzgünüm! Her şey için özür dilerim. Benim yüzümden hak etmediğiniz hakaretler işittiniz. Üstüne bir de linç ediliyordunuz. Kaldı ki nezarethanede de kaldınız. Size minnettarım. Teşekkür etmek yeterli değil biliyorum. Hayatımı kurtardınız. Eğer izin verirseniz en azından size yemek ısmarlamak istiyorum.”

Sarışın kadın:

“Bak güzelim” dedi. Esmer olanı başını eğmiş dinliyordu.

“Biz çalışmaya çıktık. Senin anlayacağın bedenimizi satmaya çıktık. Fuhuş yapmaya yani. Evde bakmakla yükümlü olduğumuz çocuklarımız var. Anlayacağın çalışıp geçinmek zorundayız.” Adam kadının sözünü keserek,

“Özür dilerim. Ben sizin dünyanızdan anlamam. Eğer bir bekleyen yoksa bu geceyi ben ödemek istiyorum.” Sarışın kadın aynı pervasızlıkla,

“Bu gece bizimle mi olmak istiyorsun?” dediğinde, adamın yüzü kızardı. Kendini toparlayıp kekeleyerek,

“Beni yanlış anladınız. Ben sadece yemek ısmarlayıp kazancınızı da karşılamak istediğimi kast ettim. Sizin içinde uygunsa tabii, tekrar özür dilerim.”

Beraberce bir lokantaya girdiler. Neredeyse konuşmadan yemeklerini yedikten sonra çıktılar. Sahil boyu yürürken,

“İşimize dönelim” dedi, sarışın kadın.

“Bugünü ben karşılamıştım ya! Gerek var mı ki?”

“Bu bizim mesleğimiz. Yapabileceğimiz başka da bir işimiz yok.”

“Ben gelmiyorum. Eve döneceğim.”

“Sen bilirsin. Size iyi akşamlar” dedi ve oradan ayrıldı sarışın kadın.

Kabataş’a geldiklerinde parkta gitar çalan gençlerin yanına oturdular. Bahar havası boğazın esintisiyle yüzlerine huzur bırakıyordu. Adam:

“Evde kaç çocuk var?”

“Üç tane.”

“Çocuklar senin mi?”

“Hayır! En küçük olanı benim bir buçuk yaşında kız.”

“Ailen yok mu?”

“Kocam öldü. Ailesi de çocuk kız olduğundan çocuğumla beraber beni kapı dışarı attılar.”

“Ya kendi ailen?”

“Onlarda kabul etmediler.”

Kadın anlatırken hüzünlendi.

“İş aradım ama kızım çok küçüktü iş vermediler. Çoğu işyeri sahipleri de kimsem yok diye ahlaksız tekliflerde bulundular. Günler geçtikçe durumum çok daha çıkılmaz hal aldı. Ne kalacak yerim ne de karnımızı doyuracak paramız vardı. Ben zaten kendimden geçmiştim ama bebeğim çok açtı. Fazla dayanamadım. Ben de bu işi yapmaya mecbur kaldım.”

“Üzdüm galiba, özür dilerim.”

“Yok, maalesef gerçekler bundan ibaret.”

“Üşüdüysen kalkabiliriz. Eğer istersen evine bıraka bilirim.”

Kalkıp sahil boyunca yürüdüler. Adam kadını evine kadar götürdü. Ayrılırken,

“Evine mi döneceksin?” diye sordu, kadın.

“Hayır! Ben buralı değilim. Belki birkaç gün daha kalıp memlekete döneceğim.”

“İşinizden dolayı mı kalacaksın?”

“Yo, seni görmek için” dediğinde, kadın çok şaşırmıştı. Aslında mutlu da olmuştu. Adam:

“Görüşebilecek miyiz?” diye sordu.

“Ta… Tabii.” Yanıtını verip ayrıldıklarında ikisinin de mutlulukları yüzlerine yansımıştı.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.