2005032030pz

cemalnalcı

 

O güneş doğmadan kalkardı. Bu sabah da gözlerini açtığında güneş henüz doğmamıştı. Pencereye baktığında perdelere yansıyan bir ışık yoktu. Yatağında gerindi, uzunca bir sağa bir sola döndü. Yatağın içinde tembellik yapmayı seviyordu. Sonra gözlerini tavandaki avizeye sabitledi. Bir önceki günün mizanını yaptı. Bir hafta, bir ay ya da bir yıl öncesine kadar gitti. Oysa doğa kendini her yıl dört kez yenilemişti. Ya kendisi? İşte tam da bunun için yapıyordu yaşadıklarına mizanı. Varoluş, var olma adınaydı. Kendini düşündüğünde önce gözleri parıldadı sonra da dudakları gevşeyip tebessüm etti. Yaşadıklarına, yaşamına kattıklarına memnun görünüyordu. Tekrar gerindi.

Kalktı, önce perdeleri sonra da pencere kanadını ardına kadar açtı. Başını kaldırıp gökyüzündeki karabulutları öteleyen yeni günün ışıklarıyla bakıştı.

“Bu güne de eriştirdiğin için teşekkür ederim” dedi.

Temiz havayı bolca soludu. Açma germe hareketlerini yapıp vücudunu ısındırdı. Sonra birkaç kez belini bir dansöz edasıyla çevirirken kollarını da beline koyup vücuduna esneklik kazandırdı. Biraz nefes aldı ve zemine sırtüstü yattı. Orta yaşın üzerinde olduğundan karın bölgesinde yağ biriksin istemiyordu. Sporculuğundan kalma alışkanlıklardı, her sabah yapardı. Bir hayli mekik çektikten sonra kalktı, havlusunu alıp odadan çıktı. Önce mutfağa geçti. Çay suyunu ocağa koydu ve duşa girdi.

Üç bir tarafı geniş pencerelerle örülü, kış bitiminden güz aylarının sonuna kadar kullandığı verandasında bambudan yapılmış üstü cam masasına kahvaltısını hazırladı. Çayı ocaktan, nihalesini de tezgâhtan alarak masadaki yerini aldı. Çayını bardağına servis etti ama yudumlamadı. Teras penceresinin birkaç metre önünde yanyana dizilmiş çam ağaçlarıyla bakıştı. Çocuğunun doğumunda dikmişti bir karışlık fidan olarak.

“Vay be! Çeyrek asır olmuş” dedi, biraz da hüzünlenerek.

Geçmişe yolculuk yaptığında gözleri buğulandı.

“Yıllar çok hızlı geçti ve sen de çok çabuk büyüdün.”

Bir süre geçmişin içinde kaldı. Çocuğuyla gezindi geçen yılları. Yaşadığı an mimiklerinden yansıyordu. Bazen tebessüm ederken yüzü gülüyor, çoğu zaman da tatlı hüzünler sahne alıyordu usunda.

Daha ilk yudumunu almıştı ki yine gün ile göz göze gelip birbirlerine tebessüm ettiler. Bardağının ikinci yudumunda sandalyesine yaslanıp gözlerini kapattı. Doğanın senfonisi başlamıştı. Ne olursa olsun bu senfoniyi dinlemeden kahvaltısına devam etmezdi.

Önce ıhlamur ağacının dallarından başladı kuşların ötüşü. Sonra oya ağacındaki bir çift serçe karşılık verdi. Çam ve diğer ağaçlardaki kuşlarla senfoni sahne aldı. Hemen önündeki yolluk boyunca uzanan ortancalar, yediverenler ve zambakların yapraklarından arıların kanat seslerini ve yanı başında vızıldayan sinekler ara vokallerle geçişleri sağlıyordu. Bir müddet dinledi. Gözlerini açtı, kelebekler tabiatın tüm renklerini buluşturduklarında tablo da tamamladı. Tabloya ve masaya uzunca baktı. Başını göğe kaldırıp yeniden tebessüm etti. Dudaklarından çıkan birkaç sözcüğü ruhuna seslendirdi.

Muammer yaşadığı andan ve yaşadıklarından bir kere daha haz aldı. Kendisine sunulan, tekrarı olmayacak ömrü lütuf kabul edip her nefesinde dopdolu yaşıyordu.

Bir buçuk saate varmıştı kahvaltısı ama derdi kahvaltı değildi. O, sabahın tanyerinde uyanıp sevinçle güne merhaba demeyi, bahanesi olan kahvaltıyla da yaşamın içinde olduğunu hissederek solumayı seviyordu. Sabahki bu buluşmalar iki saate yaklaştığında yerinden kalktı, masayı topladı. Kendine bir kahve yapıp masadaki aynı yerine oturdu. Yakın gözlüklerini kabından çıkarttı, masanın sol ön köşesinde duran kitabı aldı. Ayracının bulunduğu sayfayı açtı ve kaldığı yerden okumaya devam ederken arada kahvesinden yudum almak ayrı bir keyif veriyordu Muammer’e. Gazete ve televizyonla hiç ilgisi olmayan bu adam gerçek haberleri kendi habitatında yaşayıp edinerek tat almayı daha fazla seviyordu. Kitap okumaya her gün iki saati aşkın bir zaman ayırır, güneş ışınları dik yansıdığı ana kadar küçük bahçesiyle uğraşır, çalışma alanını temizleyip topladıktan sonra da yine duşa girerdi.

İkindi öncesine kadar akşam yemeğini yaparken yine gün arası hafif atıştırmalıklarını masaya çıkarttı. Ara öğününü yerken yine doğanın deviniminde olan an ki tabloları izledi. Yemek bitiminde masasını topladı, bulaşıkları yıkayıp, çantasını aldı ve evinden çıktı.

Tarihi semtin tarih kokan caddelerini yürüyerek inerdi sahildeki çay bahçesine. Müdavimi olduğu çok belliydi. Ahmet Mithat Efendi yalısının yanıbaşındaki çay bahçesinin çitlerinin bitimindeki ahşap kapının girişinde mekân sahibi ve garsonları tarafından güleç bir yüzle karşılandı. Başıyla selam verdi, esenlemelerden sonra her zamanki yerine buyur edilirdi.

Teşekkür edip masasına geçti. Yalı tarafından ve sahilden birinci sırada, dalyan yönünde, Akasya ağacının altındaki masaya oturdu. Çantasından bilgisayarını ve kitabını çıkarttı. Genelde yazmadan önce denizi seyrederdi, öyle de yaptı. Zaman içinde ufuklara dalar uzunca ve hiç kıpırdamadan bakışırlardı. Konuşuyorlar mıydı acaba? Sonrasında durmaksızın tuşlara basıp bir şeyler yazardı. Ara verdiğinde de demli çayını keyifle içerdi. Yorulduğunda kitabını açıp kaldığı yerden okumaya devam ederdi.

Günün üçüncü ve son siparişi genelde kahve olurdu. Kahvenin yudumlarında yine kitap okurdu. Çok severdi kitap okurken kahve içmeyi. Kahve ve kitap vazgeçilmeziydi Muammer’in. Kahvesinden yudumu almak için elini fincana uzattığında bir ön masada oturan adamın hali dikkatini çekti. Gözlük çerçevesinin üzerinden adamı süzdü. Rahatsızlık vermemek için bilgisayarını kendine siper ederek adamı seyretmeye devam etti. Yüzü kendisine dönük bu adam; bir yetmiş boylarında, zayıf, ince siyah saçlı, esmer, kırk yaşlarında görünüyordu. Masada tek oturan adamın önünde bir karşı tarafında da yine bir çay bardağı vardı. Adam tek oturuyordu, arkadaşı da yoktu. Tuhaf bulmuş olacak ki bu görüntüyü daha iyi gözlemlemek için gözlüğünü çıkarıp kitabın üzerine bıraktı.

Adam çayından bir yudum aldıktan sonra sol elinin üç parmağını kapattığında işaret ve orta parmağı açıktı. Zafer işareti yapıyor, diye düşündüğünde adamın dudaklarından ‘iki’ kelimesi çıktı. Masalar yakın olduğundan duymuştu bu mırıldanmayı.

“İlginç” dedi ve seyretmeye devam etti.

Adam çayından bir yudum daha aldığında dudaklarından yine ‘iki’ kelimesi çıktı ve gözlerini uzaklara dikti. Masada tek başına oturan adam bu sahneyi birkaç kez daha yaptı. Çay içimi bardağın ince beline ulaştığında izlendiğini fark etti. Başını hafif kaldırdığında göz göze geldiler. Çay içen adam tebessüm etti. Muammer biraz mahcup olmuştu ama sağ eliyle fincanını kaldırdı ve başını hafiften öne eğerek selamına karşılık verdi. Selamlaştılar. El işaretiyle masasına buyur etti adam. Muammer de el işaretleriyle masasının üzerindeki kalabalığı göstererek kendisinin gelmesinin daha uygun olabileceğini anlattı. İnce yapılı esmer adam da çayını alarak Muammer’in masasına geldi. Muammer masasından kalkarak elini uzattı.

“Hoş geldiniz!  Adım Muammer. Lütfen, buyurun” dedi.

İnce yapılı esmer adam sağ elinde tuttuğu çay tabağını sol eline aldı.

“Davetinize teşekkür ederim. Ben de Mahmut” dedi ve tokalaştı.

Tanışma konuşmaları devam ederken Mahmut,

 “Kitap okumayı ve yazmayı seviyorsunuz” dedi.

“Evet! Burası da ayrı bir dinginlik veriyor bana.”

“Çok hoş!”

“Kahvemi bitirip kalkacaktım ama sizi, yaşadıklarınızla konuştuğunuzu fark edince istemsiz olarak seyrettim. Kişinin özeline yaptığım bu kaba hareketten dolayı özür dilerim. Böyle bir hakkımın olmadığını biliyorum.”

Mahmut tebessüm etti. Özrü kabul ettiğini ifade ediyordu. Daha ziyade iyi ki de öyle oldu, der gibiydi.

Muammer ikram için ne ısmarlayabileceğini sordu Mahmut’a. O da çay içebileceğini söyleyince, Muammer de garsona iki çay sipariş etti. Mahmut masadaki bilgisayara, kitaba ve adama bakıyordu.

“Sanırım ‘ikiyi’ merak ettiniz.”

“Hayır dersem yalan olur.”

“Tahmin ettiğiniz gibi... Tabir uygun değil ama avcıyken iki kere vuruldum. Nerede hata yaptığımı, nerede eksik olduğumu düşünüyordum.”

Muammer, Mahmut’un çabuk ve direkt konuya girmesine şaşırdı. Ya da o kadar güven mi vermişti?

“Cesurca öz eleştiri yapmak bizi doğruya götürür.”

Biraz Mahmut’u yüreklendirmek istemişti bu cümleyi söylerken.

“Benim bu yaşananlar sonucunda geldiğim doğru sanki bana avcı değil de av olduğumu gösterdi, ikisinde de.”

Mahmut yavaşça başını Akasya ağacına döndürdü. Gözlerini kıstı.

“Bu sabah annemle dalaştım, kapıyı çarpıp evden çıktım. Semtimdeki bahçeli kahveye geldim. Bir kestane ağacının altında bulunan masaya oturup çay içerken yanlış yaptığımı düşünüyordum. Nihayetinde beni dünyaya getiren ve babamdan bana emanet tek insan. Beraber yaşıyoruz. Bir kadın için neden üzmüştüm ki annemi?”

Bir süre duraladı Mahmut.

“Evet, bir kadın… Çok beğenmiştim. Yok, yok seviyordum. O heyecanı hissettiğimde kalbimin çarpıntısını kontrol edemiyordum. Balkonda kahvemi içerken çoğu zaman gelecek senaryoları yazıyordum kafamda.”

Tatlı bir gülümsemeyle yine Akasya ağacına çevirdi başını. Bu defa ağacın dibinde iki tane kedi vardı. Mahmut da tebessüm ederek kedilerin oynaşmalarını seyretti bir müddet.

“Sağdaki dişi herhalde” dedi.

Muammer başını soluna döndürdü. Ağacın dibindeki kedilere baktı.

“Bilmiyorum ama sanırım.”

“Ne kadar mutlular, değil mi?”

“Öyle görünüyorlar.”

Mahmut gözlerini oynaşan kedilerden alıp başını masaya çevirdi.

“Telefonum çaldı. Göz ucuyla baktığımda ekranda isim yazmıyordu. Açmakta tereddüt ettim, açmadım da. Ama ikinci çevrim de gelince açmak zorunda kaldım. Telefondaki ses kibar bir kadın sesiydi.

- Merhaba Mahmut! Nasılsın?- dedi.

Ben de tanıyamadığımı söyledim. Bu itirafım üzmüştü onu. Ama kim olduğunu hatırlayamadım. Bana ne söylese beğenirsiniz.

- O gün Canan ablayı istemeye geldiğinizde çok heyecanlanmıştım. Şimdi de seninle konuşurken aynı heyecanı yaşıyorum.-

Mahmut yine duraladı. Etrafına bakındı. Garsonu arıyor sandı Muammer.

“Çay içer misiniz?” diye, sordu.

“Lütfen!”

“Annemle dalaşmamıza neden olan kadın  başkasıydı. Onu görüntülü konuşturdum.

- Güzel kız- dedi.

Bende bu kızla evlenmeyi düşünüyorum dediğimde, annemin suratı bir anda değişti.

- Olmaz!- demesin mi? Hem de sert ve kararlı. Yıllar önce babam, şimdi de annem istemiyordu.”

Garson çayları servis yaparken, Mahmut bardağındaki çayın demine dalmıştı. Muammer ise bu dalgınlığa rahatsızlık vermemek için masadakileri çantasına yerleştirmeye başladı. Bir yandan da şekerlerini atıp çaylarını karıştırırlarken masada sadece kaşık sesleri vardı. Çayın bir iki yudumu sessiz geçti.

“İsimsiz arayan Canan’ın halasının kızı Simge idi. Canan’ın Bursa’ya geldiğinin haberini verdi. Uzun zaman olmuştu onu görmeyeli. Bir an o günler aklıma düştü. Yıllar geçmiş ve çocuğu vardı. İtiraf etmem gerekirse yine de ürperdim, toy bir heyecan sarmıştı bedenimi. Oysa onunla son görüşmemiz, onu istemeye gittiğimiz geceydi. Bölük komutanımla gitmiştik. Babası ailesiyle de tanışalım kısmetse olur, dedi demesine de babam istemedi. Bir ay sonra o evlendi iki ay sonra da ben terhis oldum.”

“Anlıyorum sizi. Bursa’ya gittiniz mi? Onu görmeye yani.”

“Gittim. Ne içimdeki heyecana ne de o heyecanın sesine kayıtsız kalabildim… Gittim.”

“İyi olmuştur sanırım.”

“Aslında biliyor musunuz, gitmeyi düşünmüyordum. Hatta gitmemem için kendime telkinde bulunuyordum.”

“Neden ki?”

“Simge! Halasının kızı, daha önce benden hoşlandığını aleni bir şekilde dile getirmişti. Bir ara İstanbul’a yanıma geleceğini de söylemişti. Özgüveni çok yüksek, belki fettan bile diyebilirsiniz. Ben kabul etmemiştim. Beni beğenmiyor musun, diye sormuştu. Oysa çok güzel kızdı. Bukleli sarı saçları, mavi gözleri, harika endamı olan bir kızdı. Ama benim gözüm bir tek Canan’ı görmüştü ama o da olmadı. Babam istemedi. Aradan yıllar geçti ve şimdilerde görüştüğümü de annem istemiyor.”

Yine Akasya ağacının dibindeki kedilere bakışını çevirdi. Dalmıştı Mahmut. Bir süre sonra yeniden masaya döndü.

“Kendimi telkin ediyordum çünkü Simge, bir oyunla beni oraya çağırdığını düşündüm. Simge böyle düşüneceğimi sanarak telefonu Canan’a verdi. Canan’ın sesini duyunca dona kaldım. Heyecanlandım. Öyle heyecanlanmıştım ki sanki ilk buluştuğum duyguları yaşıyordum.”

“E, yaşanmışlık var. Yıllar sonra görünce de normal.”

“Öyle olması gerekiyordu ama değil. Sesinde hiç canlılık yoktu. Bir ameliyat için baba ocağına geldiğini söyledi. Fazla konuşamadım ve ertesi sabah Bursa’ya gittim.”

Mahmut yutkunarak aralıklı anlatımına devam etti.

“Telefon edip bir parkta buluştuk. Canan’ı gördüğüm an yıkıldığım andı. Hafızamdaki fotoğrafından eser yoktu. Çökmüş, yaşı benden büyüktü ama hayli yaşlanmıştı. Çok bozulmuş. Kanımca mutlu değildi. Bakımsız ve yıpranmıştı. Yanında bir kız çocuğu ile geldi. Kızıymış. İtiraf edeyim ki onunla yüz yüze gelmemek için çocuğunu parkta gezdirdim. Bisikleti çok sevdiğini söyledi, ona bisiklet aldım. Canan karşı çıkmıştı ama halleri perişandı. Mutlu değildi. Söylemedi ama hata yaptığını defalarca belli etti. Ertesi gün hastaneye gittik. Ameliyat için gün aldık. Vezneye gerekli parayı yatırıp bir miktar para da kendine verdim ve oradan ayrıldım. Haline çok üzüldüm. Böyle olmamalıydı. Birkaç ay kendime gelemedim. Canan’ı istemeye gitmeyen babama bir kez daha kızdım. Bu saatten sonra ne değişebilirdi ki?”

Mahmut üzgündü ve yine Akasya ağacının dibine sığındırdı gözlerini. Bir süre sonra başını çevirip Muammer’in gözlerinin içine doğru uzun uzun baktı. Muammer tepki vermedi. Çünkü biliyordu onca senenin cevabı Mahmut da olmadığını.

Mahmut bu sefer soluna, denize doğru başını çevirdi. Sevmiş olduğu çok aleniydi. Bir müddet uzaklarda kaldı. Başını tekrar masaya döndürdüğünde garsondan bir çay daha istedi.

“Hayatımda iki kadın tanıdım. İki kere sevdim.  İki kere vuruldum, ikisinde de ölemedim ve hâlâ nefes alıyorum. Nefes alıyorum ama acı çekiyorum. İşte hayatımdaki ‘iki’. Bu da içimde ‘iki’ olarak durmuyor ki sürekli aklıma geldikçe acıları katlanıyor.”

“Neden için de yaşatmak istiyorsunuz?”

Bu soruya şok denecek kadar şaşırdı Mahmut. Çayı sıcaklığına aldırmadan iki yudumda bitirdi. Muammer’den beklediği cevap gelmiyordu ama sorular yaşadıklarına bir kez daha baktırıyordu. Başını kaldırdı. Muammer’e bu sefer ki bakışı yardım dileniyordu. Yüzünü mahcubiyet kaplamıştı.

“Yarın da gelir misiniz?”

“Hava uygun olduğu sürece aynı saatlerde burada oluyorum. Tarih ve denizin buluştuğu bu mekândan çok haz alıyorum.”

“Yarın görüşmek üzere” dedi ve masadan kalktı Mahmut.

Bir süre sonra da Akasya ağaçlarının arasında kayboldu. Muammer ardından uzunca baktı.

“Yaşadıklarınla nefes buluyorsun, cevap hiç aramamışsın be Mahmut” dedi, ardından mırıldanarak.

Muammer eşyalarını topladı, masadan kalkıp hesabı ödemek için kasaya yöneldi. Hesabın ödendiğini söylediklerinde Muammer tebessüm ederken başını salladı. Yine bahçenin ahşap kapısından çıkıp her yanı tarih olan caddeyi ahesteli yürüyerek evine geldi.

Muammer’in tarihi çınarların altında bu seferki eve dönüşü öncekilere göre farklıydı. O tarihi yapıları seyretmiyor, tarih kokan sokaklardaki yaşanmışlıkları solumadan yürüyordu. Onu bu güzelliklerden mahrum eden yeni tanıştığı Mahmut’un hikâyesiydi. Şimdiki eve dönüşü hem uzun hem de yüklüydü. Yük omuzlarında değildi ama çok da hafif değildi.

Eve geldiğinde kendisini yorgun hissetti. Bilgisayar ve kitabını çıkarıp masaya koydu. Çalışma masasını şöyle bir bakıp düzenledikten sonra mutfağa geçip akşam yemeğini yine kış bahçesindeki masaya hazırladı. Ancak bu akşamki yemek yemesi diğerlerinden farklıydı. Ne kış bahçesinin ne de bahçesindeki güzelliklerin keyfini alıyordu. Aklı Mahmut da idi, sevdalık güzeldi ama sonraki günlere taşımak ne kadar doğruydu. Hele bu şekilde taşınmamalıydı. Yemeğini bu konunun soru ve cevaplarıyla bitirdi. Masayı topladı. Kendisine bir kahve yaptı. Bambudan yapılmış yine kış bahçesindeki masaya oturdu. Bu defaki kahve içiminde gökyüzünü ve yıldızları seyredemedi. Fazla düşünceliydi ve yine aklında Mahmut vardı. Elini kahve fincanına uzattığının farkında bile değildi. Duraladı. Önce kaşları çatıldı sonra da yüzü yavaşça gevşedi.

“Her canlısının bu gök kubbenin altındaki coğrafyasına benzeyen kendi öyküleri vardı. Tabi ki benimki de kendi karakteristik yapısı dışında pek farklı değildi. Benimde yamaçlarım, çukurlarım, ovalarım oldu, herkes gibi yani. Ancak mevcutlarla güzelleşmek, tat almak önemli. Bir sonraki baharı beklemeden güzden de hoşnut olmalı insan.”

Muammer’in yüzüne acıları taşıyan burukluk otursa da başını gecenin karanlığında parlayan yıldızlara kaldırdığında daha bir gevşedi. Artık tebessüm ediyordu yıldızlara. Mahmut’un çözemediği sorulara cevapları bulmuş muydu acaba? Yeni tanıdığı bu arkadaşın sorunlarına öyle dalmıştı ki kahvesinin soğuduğunu içtiğinde anlayabildi. O an yüzüne hem şaşkınlık hem de tebessüm oturdu. Evet, çözümü bulmuştu Muammer. Masasından kalktı, fincanı yıkayıp evyeye bıraktı ve yatmak üzere odasına doğru yürüdü.

Sabahleyin, her zamanki gibi güneş doğmadan kalktı. Yine penceresine baktı, henüz perdelere yansıyan bir ışık yoktu. Yatağında uzunca gerindi... Bu sefer tembellik yapmadı. Yatağından kalktı. Önce perdeleri sonra da pencere kanadını ardına kadar açtı. Başını kaldırıp gökyüzündeki karabulutları öteleyen yeni günün ışıklarıyla bakıştı.

“Bu güne de eriştirdiğin için teşekkür ederim” dedi.

Temiz havayı bolca soludu. Açma germe hareketlerini yapıp vücudunu ısındırdı. Her sabah aksatmadan yapıyordu bu hareketleri. Duşunu aldı, kahvaltısını hazırlayıp kış bahçesindeki masada kahvaltısına oturdu. Bu defa kahvaltısı sessiz ve renksiz geçti. Oysa çayın birinci bardağının ilk yudumunda gün ile göz göze gelir ve tebessüm ederlerdi birbirlerine. Her sabah bahçesindeki ağaçların dallarına tünemiş olan kuşların senfonisini bile duymuyordu.

Bu günkü günlük işlerini çabuk bitirdi. Öğle yemeğini yiyip erkenden evden çıktı. Yolda da fazla eğleşmeden çay bahçesine gitti ve her zamanki yerine oturdu. Mahmut henüz görünürde yoktu. Muammer çayını sipariş etti. Bilgisayarını çıkardı. Çayını yudumlarken de yazmaya başladı.

Ne kadar zaman geçmişti bilinmez, masaya bir gölge düştü. Muammer klavyeden başını kaldırıp baktığında, gelenin Mahmut olduğunu gördü.

“Merhaba! Kolay gelsin.”

“Merhaba Mahmut. Hoş geldin! Otursana.”

“Teşekkür ederim.”

Mahmut sandalyesine otururken Muammer de iki demli çay siparişinin işaretini verdi garsona. Şekerler sessizliğin ahenginde karışıyordu deme. İlk yudumlar alındı.

“Annemle tartıştıktan sonra kapıyı vurup evden çıktım, demiştim.”

Anlaşılan Mahmut konulara böyle direkt giriş yapıyordu.  Muammer sadece başını salladı, seni dinliyorum der edasıyla.

“Uzun zamandır konuşuyorum Victoria ile. Annem güzel kız dedi ama evlenmeme de karşı çıktı.”

“Neden ki?”

“Çok uzakmış, aynı dinden de değilmişiz. Onun için olmaz, dedi annem.”

“Bu sorun değil, diyeceğim ama eski insanlarımıza anlatmak çok zor.”

Mahmut “Evet!” demesine dedi ama bu defa çay bardağının içinde geziniyordu gözleri. Kan kırmızı çayın içinde ne görüyorsa! Hayli üzüntülü görünüyordu. Bir tarafta babasının emanetini kırmanın hüznü diğer tarafta hayalleri vardı. Ne geçtiyse aklından birden başını kaldırdı.

“Victoria çok güzel kız be Muammer abi” dedi.

Bu cümleyle de gözleri sulandı. Pınarlarında birikmeye başlayan yaşları da gizlemek için başını denize doğru çevirdi. Çaylar yudumlanıyordu ama gözler hayallerin ufuklarına kilitlenmişti.

Mahmut ne annesinden ne de sevdasından vaz geçiyordu. Mengeneye sıkışmış, çözümü de kendinde bulamadığından Muammerde arıyordu.

“Babamın Canan’ı istememesi bende on dokuz yıllık yara olarak kaldı. Şimdi de annemin bu kızı istememesine bir o kadar yıl katlanamam… Biliyor musun Muammer abi? Victoria ile ne hayaller kurmuştum. Filipinler’e gidecek, hazır bir de kızı vardı. Tam bir aile olacaktık.”

Muammer şaşkın gözlerle Mahmut’u dinliyordu.

“Victoria Filipinli mi?”

“Evet! Zaman farkı uygun olduğu anlarda her gün WhatsApp ile görüntülü konuşuyorduk.”

Muammer daha bir şaşırmıştı ama ‘nihayetin de bu bir hayal’ diye seslendirdi kendine. Evet, bir hayaldi olmasına da ulaşılmaz mıydı acaba?

“Kimse doğru ve yanlışı bilemez Mahmut. Özellikle de yaşamadan. Binlerce, belki de on binlerce yıl umut taşıyan, gök kubbenin altında soluk alan insanlarız. Kimimiz içimizde yıkılan umutları düzeltmek için dik dururuz. Ananelere, kim bilir belki de yasalara karşı gelir, yıkarız. Unutmamalıyız ki gerçek zafer doğru hayallerindir, kesinlikle intikamın değil. Güzel olan bu hayaller sonsuza kadar hep olacak, sonsuza kadar da yaşayacak.”

Mahmut, Muammer’den duyduğu bu sözleri ilk defa işitiyordu. Konuya hiç böyle bakmamıştı. Onun için de Muammer’i anlamaya çalışıyordu. Başını deniz yönüne çevirdi. Gözlerini ufuk hattına bıraktı. Uzunca bir sessizlik oldu. Mahmut başını tekrar masaya döndürdüğünde gözlerini de Muammer’in gözlerine bıraktı. Ama yüz hatları değişmişti. Daha canlı ve güleçti Mahmut’un bakışları. Muammer’i anlamış olmalı ki sırtında yılların kamburu olarak taşıdığı yükü de bırakmıştı.

Mahmut garsona dönüp iki kahve siparişi verdi. İkisi de güleç yüzlerini denize çevirip keyifle kahvelerini yudumladılar.                                                   

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.