0301251919ct

0301261920pz

 

Gün bitmiş, ama güneş; ne beklediği gibi bir kızıllıkta idi ne de bildiği yöne batıyordu. Tünediği yerde gerindi. Gözleriyle sonsuzluğa baktı. Aradığını göremeyince gözlerini ovuşturdu, ovuşturdu. Göz kapaklarını daha da açarak baktı önce, sonra gözlerini kıstı, bir şeyler görür gibi, seçemedi. Gözlerini kaydırdı. Umutlandı... Bir çok pırıltı vardı, gökyüzünde. Çoklardı... Sürekli yer değiştiriyor ve bazıları da çok yakınlardı. Garipsedi, doğruldu. Denize baktı... daha bir şaşırdı. Yakamozları göremedi. İçi burkuldu. Tekrar başını kaldırdığında içinden “onlar da yıldız değil” diye geçirdi. Ne sahillerinde yakamozları vardı ne de gökyüzünün yıldızları... Deniz ise sesini saklıyordu kumsallarında. Ne ay yüzünü gösteriyor ne de deniz kendini sunuyordu... Aslında tünediği yerde bir kaya değildi...

Günlerce ve yıllarca geliyordu, tünediği yer kaya olmasa da, deniz utancından sesini kumsallarından saklasa da, ay mahkum etse de kendini karabulutlara ve dokunamasa da bir bedene ıslak ellerini, o, biliyordu ki; yüreğinle iletiyordu düşüncelerini...

Ama yine de yoklardı, işte. Ne ay yüzünü gösteriyordu ne de deniz bedenini sunuyordu. Ve her geldiğinde onların sevişmelerini seyrediyordu, uzaktan uzağa.               

Oysa ne güzeldi. Ay beklerdi güneşi ve güneş kızıllığını sunduğunda doğaya, sırası geldiğini bilirdi batıma çeyrek kala tüm saflığını yansıtırken, ağır ağır dolaşırdı gökyüzünde. Besbelli aşıktı ve besbelli çaresizdi. Usul usul yaklaşırken, durgun ve mahcup olurdu önce deniz sonra yüreği kabarır ve heyecanını gizleyemezdi, dalgalarında ve dalgalar hafif bir rüzgarla başlardı sahile gelişi. Ay; filmin esas oğlanı gibi elini beline dolar denizin sol koluna yatırır hafiften. Yüreğinin üzerine yaslardı ve birden patlardı dalgalar ardı ardına. Ta ki denizin yanağına konan buseye kadar. o da kayaları okşardı, yakamozlar oynaşırken saatlerce kenetlenirlerdi... Durulurdu deniz, annesinin koynundaki bir bebek gibi... Tanyerinin ilk ışıkları alırdı gözlerini. Bilirlerdi ayrılığın geldiğini. Ayrılmak zor olsa da bilirlerdi ve yine bilirlerdi bu ayrılıklar sonsuz kılmıştı sevgilerini... Zor olsa da bilirlerdi bir sonraki kavuşmanın aynı heyecanda olacağını...

“Gelecek” dedi... Önce ana cadde üzerinde sahile inen dar sokakla kesişen köşedeki salaş fırına uğranılacak, fırının tezgahında fındık filizlerinden örülmüş sepetin içinde henüz ocaktan çıkan simitlerden alınıp, küçük kesme taşlı dar sokaktan inilerek, yaşlı ve bir o kadar da heybetli hatta kolları destekli çınar ağacının altından geçilip salaş çay bahçesine gelinecekti...

Salaş çay bahçesi... Kimlerine göre aşıkların denizle buluştuğu, birkaç bardak çay ve bolca iyot yudumlanan yer ya da kimisi güneşe yaslar sırtını gazete okurken ve yanı başındaki denize karşı okur kitabını. Bir kaçı sonbaharın son güneşlerinde söyleşir gözleriyle, yürekleriyle... Alt yazılar okunur alın perdelerinden, denize dönüp sohbete katarlar ve akşam güneşinin batışı izlenir hüzünlü bir film gibi eller çenede. Ara sıra gözler kapanır buğulanır gözler saklansa da...

Pek konuşmazlardı. Sus olduklarında da, ses verdiklerinde de çok yüklüydüler. Bazen dedektiftiler cümlelerinde kimi zaman iz sürdüler kelimelerinde. Çoğu kez gözler anlatsa da dalıp gidilirdi sahile. Bazen konular hararetli olsa da o kadar da susamışçasına gülerlerdi, uzunca bir zaman.

Öyle bir gülüştü ki, susmayan göz çanaklarından firar ediyordu yaşları. Önce bir yağmur damlası geldi, ardından sular boşaltı toprak ananın böğrüne. Hayat veren yağmur muydu toprağa yoksa damla mıydı yağmura can veren...

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.