kızıl pazartesi gecesi

171130pb

cemalnalcı

 

Kasım ayının güzü uğurladığı son günleriydi. Havanın esintileri tenlere dokunduğunda ‘dikkat et’ dercesine soğuk bir gecenin akşamüstünde o, mazinin yinelenemeyecek anılarına dalmış duvardaki resimlere bakarken sanki o anları yaşıyordu. Takılı kalıyordu her birine, yeniden yaşıyordu. Kimine iç çekip hüzünleniyor, kimine de tebessüm edip buğulanıyordu gözleri. Konuşuyordu sessizce, gözyaşları ise yüreğine damlıyordu. Severcesine siliyordu tozlarını, bir sonraki resimde ise başka bir hikâye. Hüznün dalgaları ardı ardına çarptıkça ahşap duvarlara bir sonraki usulca kucaklayıp sunuyordu diğerine.  

Her hangi bir günün akşamı gibi değildi Kasım ayının 27’sinin akşamı; ‘vedalaşıyorlar mıydı, yoksa gel mi?’ diyordu, anıları. Başka bir âlemde dolaşır gibi geziniyordu duvardaki resimlerde, her biri yaşanmışlık yüklü, her biri ayrı öyküydü. Hoşuna gitmişti aslında, çıkmakta istemiyordu yaşanmışlıklarından, bir daha yaşamak istercesine hasret gideriyordu. Durdu, o resmin önünde hep dururdu, doyamamıştı anlaşılan, her ikisinin de hayalleri vardı, yarım kalmıştı. Karakaşlı, zeytin iri gözlü yârine takılı kaldı, ay parçası derdi ona, o, çoğu zaman bilmezdi ama ruhunu ışıtırdı.

Elindeki toz bezini sehpanın üzerine bıraktı ve mutfağa gidip bir kahve yaptı kendine, bir bardakta su katıp koltuğu o resme çevirdi ve oturdu. Sanki karşılıklı içiyordu kahvesini, yudumlar arasında başka yaşanmışlıklarda geziniyordu, usunda ve her yudumu onun adına içiyordu.

İlk kardeşinin nikâhına getirmişti, iki yıl sonra kendi nikâhları aynı salonda yapılmıştı. Merdivenlerden nikâh salonuna inerken her basamağa adım attığında yüreği titriyor, sağ eliyle tuttuğu sol elini öyle sıkıyordu ki, mabedinin ışığının canını acıttığının farkında bile değildi. Oysa kıyamazdı ona, en kötü olacakları da düşünürdü onun adına.

Düşünmüştü bir keresinde, neden düşünmüşse; olurda bir ayrılık, vuku bulursa aralarında oğlunun onda kalmasını teklif edecekti. Hayatta vazgeçemeyeceği iki kişiden biriydi oğlu, diğeri de babası. Bunun içinde iki nedeni vardı. Birincisi çok seviyordu mabedinin ışığını, üzülmesine dayanamazdı, ikincisiyse hamileliği beraber yaşamışlardı. Hamile olduğunu öğrendiğindeki heyecanı, doktor randevusundaki masumiyetini, ultrasona girerken yaşadığı panikleri beraber paylaşmışlardı. Adım adım, kare kare usundaydı, kıyamazdı yani. Kendisi sadece gördüklerini, o ise bedenindeki acıları aylarca yaşamıştı. Şahidi kendisiydi. Bir anda yüzünde tebessüm hâkim oldu ve kahkahalarla gülmeye başladı. Aklına, her iş dönüşü evin kapısında üstünü değiştirirdi. Dışarıdaki sinmiş koku bile rahatsız ediyordu onun narin bedenini, sonrada hüzün kapladı güleç yüzünü.  Her doktora gidişlerinde biraz daha kilo alıyor, biraz daha büyüyordu oğlu, karnında. Kendisi sadece tahmin edebiliyordu çektiği fiziksel acıları, o ise an be an hissediyor, yaşıyordu ruhunda ve bedeninde. Bunun için ayırmak istemiyordu, anasından oğlunu.

Kahvesinin son yudumundan sonra suyunu içti, kalktı ve alt kata mutfağa inip tepsiyi tezgâhın üstüne bıraktı. Döndüğünde hemen yanı başında; sırtında kızıl kahverengi ceketi, taba gabardin pantolonu ve ayaklarında turuncu botunun üzerinde eli cebinde delikanlı edasıyla oğlunun fotoğrafı, boğazın sahil kenarında sandalların arasında vakur duruşlu pozuyla; “merak etmeyin ben buradayım” diyordu. Tebessüm etti, adam. Bir adım ötesinde de yatay kesilmiş kütüğe tutturulmuş babasının kucağında kendi, yan yana duran ve nazire yapar gibi oğluyla aynı pozu. Aynı poz bu resimler arasında çok yıllar vardı. Bir sandalye çekti ve oturdu. Dalmıştı gözünün her dokunduğuna, gözlerini yumdu, artık bakmadan görüyordu anılarını, dalga dalga uzandı yaşadıklarına. Daldığı hayallerin karanlık katmanlarına mı inmişti, anlayamadı, bir an irkildi, gördüğü karede babası son nefesini alıyordu kucağında. Ürktü, çıkmak istedi o kara delikten, gözlerini açtığında her yer karanlıktı, çıkamamış mıydı yoksa o kara çukurdan. Şaşkındı, titrediğinde duraladı, silkelendiğinde tekrar baktı. Elektriklerin kesildiğini fark etti. “Sırası mıydı” dedi, belli ki çıkmak istemiyordu anılarından. Birkaç adım atıp salondan evin dışına çıktı. Cadde de ve yan komşularında lambalar yanıyordu. “Kötü talih” dedi ve içeri girmek için döndüğünde, kapının eşiğinde kalakalmıştı.  Saat 20.00 çeyreği henüz geçiyordu ve günlerden Pazartesi, Pazartesi’nin akşamında kalmıştı eşikte. Kızıl bir ışık huzmesi yansıyordu, girişe. Düşünmeden ok misali fırladı, basamaklar düz bir rampa gibiydi ayaklarının altında, prizden yayılan alevler yalıyordu ahşap duvarları. Şaşkınlığını anlayacağı zaman bile yoktu, aklında. Düşünmeden, içgüdüsel hareket ediyordu. Bir koşu alt kata indi. Banyoda ıslattığı duş havlusuyla söndürmeye çalıştı alevleri, yanan ahşap evini. Her şeyi göze alarak söndürmeye çalışıyordu. Bir elinde su dolu sürahi diğerinde ısladığı havluyla merdivenlerin basamaklarından çıkarken ahşap duvarlardan kısrak yelesi gibi salınan alevler de yüzünü, kollarını, başını yalıyordu. İnatla savaşıyordu, alevlerle. Ateş sarmıştı her bir yanı bu sefer baca değil dört bir yanı, bastığı yerleri ve tavanı kucaklamıştı, alevler.

Çevrede biriken kalabalık ‘dışarı çık’ diye bağırıyorlar, alevler evi bir sarmaşık gibi sardığından içeri de giremediler. Ama o duymuyordu bu sesleri, siren seslerini de duymuyordu. Evinin alt caddesinden gelen ne itfaiye arabalarının sirenlerini ne de üst caddeden gelen ambülânsın sirenini duymuyordu. O, sadece evini teslim etmek istemiyordu kahrolası yangına. Aslında yangına teslim etmek istemediği evi de değildi. Evet, her duvarında izleri vardı ama hiç olmazsa anılarını hatırlatan parçaları kurtarabilseydi. Ama olmuyordu, yangın ahşabın yardımıyla büyüyor daha da ulaşılmaz hal alıyordu. Her adımda her basamakta lime lime azalıyordu, bedeni… Ya ruhu? Kahroluyordu, öyle ki sanki anılarıyla o da kül olmak istiyordu. Tek düşündüğü kızıl alevlere teslim etmemekti, anılarını. Pazartesi gecesinde kızıl alevlere direniyordu.

Kaçıncı kez kullanmıştı basamakları hatırlamıyor, her eyleminde bir karış söndürürken dönüşünde birkaç kulaç daha büyüyordu, alevler. Harabeye dönüyordu ev, kurtarması gereken öncelikleri varken onun için olmazsa olmazları duvardaki anılarıydı. Her birine hamle yapıyor, eline sırtına düşen yanan tahtalara aldırmıyordu. Evin içini saran siyah dumanların arasında duvardaki nikâh fotoğrafı gördü, kızıl sarmaşığın içinde kıvrım kıvrım kül oluyordu, gözlerinin önünde. Son bir gayretle yandaki resme uzandı, babasıyla beraber çekilmiş çocukluk resmiydi, bu resim. Dumandan ne nefes alabiliyordu ne de gözleri görebiliyordu. Hamlesini yaptı ve resmi düşerken tutmuştu. Gözlerinde yansıyordu alevler; elinde, kollarındaydı, sarıyordu vücudunu kızıl alevler. O, fotoğraf yanarken gözyaşları çare olamamıştı, avucunun içinde küle dönen yarım asırlık anısına. Kalakalmıştı… Ne yiten yadigârlarını ne de evini kurtarabiliyordu. Alevler kazağının her yerindeydi, irkildi, döndü ve bir adım attı. Ayağının altında basamak yoktu, sendeledi ve düştü. Sol elinle duvara tutunmak istediğinde parmakları yanan tahtaları bir tırmık gibi tarıyordu. Tutundu, bir sonraki basamağa adımını attığında patlayan pencerelerin camları başından aşağı yağıyordu. Sonraki basamağa bastığında kızıl cam parçaları ayağının altındaydı, dağlamıştı ayağının tabanını ama hissetmiyordu. Yürümeye devam etti, birkaç adım sonra alt kattaydı. Durum burada da aynıydı. Çocuğunun ilk elbisesi ve ayakkabısı yanıyordu, asılı olduğu duvarda. Lacivert yeleğini tamamlayan aynı renk pantolonu ve taba renkli kösele ayakkabı; kösele ayakkabı bir nişan gibiydi, hayatında. Çocukluğu gelmişti bir an aklına, arkadaşları lastik giyerken ayaklarına, kösele ayakkabılar alırdı babası ona. Eşi, küçülen giysilerini ihtiyaç sahiplerine verirken, bu ilk elbise ve ayakkabısını zor kurtarmıştı aralarından, hatta eşi, “ne yapacaksın ki, bunları” dediğinde, bir tebessüm kondurarak yüzüne, “onları çocuğuna giydireceğim” demişti. Eşinin gülüşü gözünün önüne geldi, bu gülüş tuhaf bir şekilde yüreğini sızlattı. Sıradan bir gülüş değildi, garipsemişti de, “ne olur ki canım” der gibi bir gülümseme de değildi. Aslında kendisi de duralamıştı. Artık elini bile uzatamıyordu, yanıyordu her yer, ne cüzdanını ne telefonunu ne de başka bir şeyi alabilmişti, her şey yanmıştı, yanıyordu.

Alevlerin içinden alındığında birçok yeri yanmıştı. Ambulans personeli sedyeye yatırmak istediklerinde direniyordu. Bu dirence de anlam veremediler. “Yaralısın tedavi etmemiz lazım” uyarılarını hiç dikkate almıyor, ambulansa gitmeye vermiş olduğu tepkiyi de anlamıyorlardı, anlayamazlardı da.

En son ambulansa bindirdiğinde görmüştü mabedinin ışığını, son görüşüydü. Gözlerine baktığında “Hoşça kal” dediğini anlamamıştı. Belki de anlamıştı da onun için mi ellerini bırakmak istememişti? Sağlık görevlisinin; “Lütfen vakit kaybetmeyelim” dediğinde irkilmişti, duyabilmişti sesi. Bir an önce yetişmeliydi, hayata dönmeliydi, yaşayacakları yaşanmamışlıkları vardı, mabedinin ışığıyla. O da gözyaşları içinde binebildi ambulansın şoför mahalline, sessiz ağlayışları yankılanıyordu. Hastane on dakikalık mesafede olmasına rağmen ne kadar da uzaktı, hayallerine.

Anons geçmişlerdi, acile yaklaştıklarında herkes hazır bekliyordu. Araçtan inene kadar görevliler eşini sedyeye koymuş götürüyorlardı, ardından koştu ancak ameliyathaneye almadılar, tüm yalvarmaları boşuna idi. Eşini, mabedinin ışığını ambulansa bindirirken son görüşüydü. Birkaç saat sonra da son haberini aldı, çökmüştü olduğu yere, aslında çöken bedeni değil yaşayamadıklarıydı, hayalleriydi.

Evet, alevlerin içinden dışarı çıktığında temiz hava zorladı ciğerlerini, nefes alamıyordu. Önce itfaiye erleri ardından sağlık personelleri müdahale etti.  Çevrede bulunan insanların yardımlarıyla ambulansa götürdüler, sedyeye yatırılırken takatsiz direniyordu. Sağlık ekibi ve çevredekiler anlam verememişlerdi bu direnişe. Ekipteki üç kişide vakit kaybetmeden müdahale ediyorlardı. Uzun boylu sakallı olan, “Ayaklarını sedyeye alın” dedi. O, sedyeyi kirletmemek için ayaklarını yerde tutuyordu. Anlamıştı, “Önemli değil, temizleriz” dedi, doktor. Çekinerek ayaklarını uzattığında kumral olan sağlıkçı ayak bileklerini ve tabanını oksijenli suyla silerek pansuman yaptı.

Sağlıkçılar her yerine dokunmalarına rağmen o acı hissetmiyordu. Yüzündeki hüzün çok ötelerden yansıyordu. Evini değil anılarının eşyalarını kurtaramamıştı. Dalmıştı, sonuçta sadece bir ev değildi onun için; evlilik arifesinde bir yuva olarak inşa etmişlerdi, ilk badanasını yaptıkları, kendilerine ait ilk eşyalarını düzenledikleri ve sadece kendilerinin karar verdikleri mabetleriydi, bu yuva. Yuva idi, sıcak idi, şen idi. Çocukları olacaktı, bu evde büyüyüp bu bahçede oynayacakları yuvalarıydı. Bir yaz sıcağında imzalamışlardı nikâh defterini, aynı günün akşamında bu mabette kıyılmıştı dini nikâhları. O günün gecesinde aynı yastığa baş koymuşlardı. Oğlunun ilk gördüğü yuva, ilk ağladığı, yürüdüğü, beraber banyo yaptıkları yuvaydı burası. Okullu olduğu günün gecesindeki heyecanıyla yerleştirdiği, okul yolunda sırtladığı çantasının güzelliklerinin yaşandığı yuva, okul servisin aldığı ilk adresiydi oğlunun, bu yuva. 

Ambulansın sirenleri, bir bayrak yarışı gibi gecenin karanlığını yırtan kızıl alevlere nispet yarışırcasına, caddenin yol boyunca uzanan asırlık çınarların gövdelerine çarparak dallarından sıyrılıp karanlığın içinde göğe doğru yükseliyordu. Dışarıdaki bu telaş ambulansın içinde de zamanla yarışıyordu. Sağlık görevlileri ardı ardına müdahaleleri sıralarken, aracın ön mahallindeki çocuğu da yaşlı gözlerle yalvarıyordu, şoföre; “Ne olur daha hızlı sür” diyordu.

Sağlık personelleri bir yandan oksijen verirken diğeri de başından aldığı derin yanığı tedavi ediyordu. Yanık sadece başında değildi, kolları, hele elleri parmaklarının ilk boğuma kadar yapışık gibiydi, merdivenlerden inerken çekilen nikâh resmini yanarken almak istediğinde olmuştu. Babasıyla olan resmi avuçlarının içinde yandığında gözyaşlarıyla seyrederken yanmıştı, elleri. O da mı gitmek istiyordu kül olan resimle, çakılı kalmıştı.

Çatının orta kalası sırtına, sol omzuna düştüğünü de fark etmedi, o da yanan döşemenin tahtalarına kapaklandı. Sırtındaki kazağı tutuştuğunda vücudundan yanıklar aldı. Kalktığında patlayan pencerenin camları yüzüne teğet geçerken, bir kaçı da bacaklarına saplandı.

Ahşapların verniğinden çıkan kara dumanlar nefes alışlarını ve görmesini engelliyor, yerlerdeki kor kırmızı cam parçalarını bastığında bile hissetmiyordu.

 Durum mahiyetini hat safhada sürdürürken hayata dönüş sinyalleri daha da zayıflıyordu. “Şekerine baktın mı?” diyordu,  kendisi de tansiyonuna bakıyordu sağlık görevlisi. “Şekeri 187” idi, bayan sağlık görevlisi de ‘nabzı zor bulduğunu’ işaret etti.  “Tansiyonu da 4’e 6, nabız 40. Durum iyi değil” dedi. Ambulansın içinde telaş dakikalar ilerledikçe artıyordu, elektro şoku hazırladılar, üzerindeki kazağı çıkartıp ilacı sürdüler. Tetikte bekliyorlardı, uzun boylu sakallı olan doktor gözünü ekrandan ayırmıyor ancak her şey kötüye doğru seyrediyordu. Doktorun talimatıyla şok verdiler, bir daha, bir daha şokladılar. Lakin kalp atışları hissedilmiyor ekranda da düz bir çizgi ilerliyordu. Şok vermeye devam ettiler, tepki yine vermiyordu. Voltajın kademelerini yükseltirken ekran aynıydı ancak yüzündeki acı ifadeler yerini tebessüme bıraktı. Sanki gecenin karanlığını yırtan ışık huzmesi birkaç saniyede karanlığı yutarak gözlerin görme yetisini söndüren parlaklık hâkim oldu.

Şoför işin ciddiyetinin farkında trafiğin yoğun olduğu yerlerde kaldırımlara çıkarak hastane yolunu mümkün olduğunca kısaltma uğraşı ile mücadele ediyordu. Ön tarafta ise telaş heyecanla yarışıyordu. Şoförün delikanlıyı teskin etmeye çalışıyor, bir yandan da; “Seni anlıyorum kardeşim, ama benim dikkatimi de dağıtma, lütfen” dedi.

“Özür dilerim, ama bir şey yapamamak beni de çok üzüyor, sen de beni anla abi” dedi, ağlıyordu genç.

Ağlıyordu, çünkü annesini kaybettiğinde babası oturuyordu, şimdi onun oturduğu bu yerde. Bilemezlerdi gencin o andaki ruh halini, korkuyordu. Titredi çocuk, olay tekerrür mü ediyordu. Annesinin yerinde babası yatıyor, ambulanstaki şoför mahallinde bu sefer de babasının yerinde kendi oturuyordu. Şimdi sıra onda mıydı? Yoksa o lanet gece tekrarlanıyor muydu? Çıldıracak gibiydi, çocuk. Babasının son yolculuğuna eşlik ettiği annesi, o kahrolası gece kendini yinelerken; annesinden sonra babasını mı alacaktı? Kötü kader öyle oynamıştı ki oyununu şimdi de o babasının yerinde oturuyordu. Aklına geldikçe yerinde duramıyordu, genç.

Arabanın hızı siren sesi kadar acı ve gürdü. Caddedeki arabaların, kaldırımdaki yayaların da dikkatini çekmişti, ambulans, manevralarıyla ve siren sesiyle bir farklıydı. Sağa yanaşan arabalar ambulansın rahat geçişine duyarlı davranıyorlardı.

 

O, artık müdahalelere tepki vermiyordu. Vücudu rahatlamış, kollarını bıraktığında sedyenin yanlarından sarkarak zemine değdi. O parlaklığın içine doğru yükseldi. Uçuyordu bulutların üzerinde, tebessüm iyice oturmuştu, yüzüne. Sağlık görevlileri durum karşısında şaşırmış anlamsız gözlerle birbirlerine baktılar. Adam acı hissetmediği gibi gülüyordu da. Seher vaktini andırıyordu yüzü, dudaklarını oynatmadan konuşur gibiydi.

Önce gelinlik içinde papatyalara bürünmüş bir çift siluetle karşılaştı. Mutlu gözlerle baktı, inanamadı bir daha baktı, tanımıştı. O, kollarını açarak adama doğru gelirken o da kollarını açmış bekliyordu. Sarıldılar, yılların özlemi yüklüydü ikisinde de, öyle kenetlenmişlerdi ki, özlem yineliyordu kendini, kavuşmuşlardı ama doyamıyorlardı birbirlerine. Daireler çiziyorlardı, döne döne, eşiydi. Uzun yıllar olmuştu, bir hayali vardı usunda bir de resimleri vardı yanan evinin duvarlarında. Bu kez bırakmak istemiyordu. Gözü arkasında duran küçük bir çocuğa takıldı, gülümsüyordu. Koştu ve adama sarıldı, anlamıştı kim olduğunu, ‘dünyaya merhaba’ demeden kaybettiği ilk oğluydu. “Ne kadar da büyük babasına benziyor” dedi. Kucağına aldı, oğlunun kolları da boynuna sarılıydı, o da sol elini ayparçasının beline doladı, “gidelim” dedi, kadını.

 

Ambulans cadde de ilerlerken bir slalom yarışçısı kıvraklığıyla kimi araçları sollarken kimilerini de sağlayıp geçiyordu, taşıdığı hastanın bilincindeydi. En kısa anda hastaneye ulaştırıp hayata tutundurmak istiyordu.  Çocuk da camdan el kol işaretleriyle aracın önünü açmaya çalışırken, gözyaşlarını yüreğine, sesini de ısırdığı dudaklarına hapis etmişti.

 

Ufukta iki huzme daha belirdi, ellerini açarak ‘gel’ diyorlardı, sanki. Görür gibi baktığında bir tanesini tanıdı; iki yıl önce kaybettiği abisiydi. Ama ikincisini tanıyamadı. Kimdi, bu? Işık huzmesi daha da yaklaştı, ancak bu yüzü hiç görmemişti. “hoş geldin?” dedi, abisi, yüzünden nurlar saçılıyordu.  Sordu yanındakini; ‘bu kim?’ diye, ama abisinin gülmesine anlam veremedi. Bu kez ‘neden güldüğünü’ sordu, ama o hala gülüyordu; “kardeşimiz, benim küçüğüm senin de abin” yanıtını alınca, “Nasıl?” diyebildi, kekeleyerek. Sonra hatırladı, söylendiğine göre birkaç aylıkken vefat eden abisiydi. Annesi hep anlatırdı; siyah iri gözlü, uzun kirpikli ay yüzlü evladım derdi. Eşinin çok üzülmesinden dolayı, onun adını kendisine vermişti, babası. Birkaç aylıkken yaşında görünen çocuğuydu, anasının. Dünyayı birkaç ay görmüş olan ama kendisinin göremediği abisiydi. O da elini uzattı, gelmesi için.

 

Ambulans sahile inen son dönemeci alırken sağlık görevlileri birbirlerine bakıyorlardı. Sedyede kıpırdamadan yatan gülen bir yüz ve rapora ne yazacaklarını düşünüyorlardı. Uzun boylu sakallı olanı iki eliyle çarpı işareti yaptı. Bu ifade tıpta ‘eks (x)’ti; yani yaşamının sonlandığı anlamına geliyordu. Ambulans hastanenin acil kapısına yanaştı, kapılar açıldı ve sedye hızlıca içeri alındı. Oğlu sedyenin ardından koşmasına rağmen ameliyathaneye yetişemedi, kapılar kapandığında da içeri almadılar. Yalvardı, ağlıyordu ama imkânsızdı, alamazlardı. Kapının dibine çöktü.

İçeride yoğun bir çaba vardı, doktorlar giriyor hemşireler çıkıyordu ama kimsecikler çocuğa bilgi vermiyordu. Her kapı açıldığında yerinden kalkıyor durumu soracakken her biri durumun ciddiyetinden yüzüne bakmıyordu.

 

Beyaz huzmenin içinde bir siluet daha vardı. Hiç unutmadığı, unutamadığı; geniş omuzlu, heybetli dik duruşu, pos bıyıklı, yüzündeki ‘babacan’ tavrı ve daima gülen buğulu yeşil gözleri ile… Yokluğuna alışamadığı babasıydı, bu. Gözleri doldu, gözyaşı kirpilerinin arasından şakaklarına doğru süzüldü. Acı hissetmeyen bu hastanın gözlerinden yaşlar akıyordu, doktorlarda şaşırdı. Çok yıllar olmuştu ayrılıkları, uzun yıllar önce kollarında vermişti son nefesini. Hâlâ o kutsal kelime dudaklarından çıkmakta zorlanıyordu. Çok zamanda hiç söyleyemedi ‘baba’ hitabını. Şimdi beyazlar içinde karşısındaydı, ona doğru ilk adımını atmak üzereydi ki, eliyle durmasını işaret etti. Şaşırdı, üzüldü de… Eşi, çocuğu, abileri ‘gel’ derken, babası; belki de dünyada en çok sevdiği kişi ona ‘dur’ demişti. Hüzünlendi, başını öne eğerken babası; “başını sakın eğme!” dedi. Aslında yaşamı boyunca da hiç eğmemişti başını, onun, babasının öğretisiydi, bu. Şimdi ne olmuştu ki? Anlam veremiyordu ‘dur’ deyişine.

 

Ameliyathanede durum hiç iyi değildi. Bir yandan neşterler ve pensler havada uçuşurken, diğer taraftan serumlar ve oksijen bağlanıyor, asıl mücadele de şok cihazında veriliyordu. Voltajın her yükselişinde, ekranın çizgisi değişmezken, sadece ceset olmuş bir beden duruyordu, masada. Artık doktorlarında hareketleri yavaşlamıştı. Görünen o ki umut yoktu hasta da.

 

Oğlu ameliyathanenin kapısının dibine çökmüş, başı, kollarını kenetlediği dizlerine düşmüş ağlıyordu, dualar eşliğinde. Yakınları da gelmişlerdi, çocuğu teselli ediyorlardı. Duymuyordu çocuk, artık kapı açıldığında da sormuyordu içerideki durumu. Gözleri şişmiş anlamsızca bakıyordu, çöktüğü yere.

 

Doktorlarda eks (X) kararına mutabık kalıp, kesiklerin dikilip kapanmasını söylediler. Ameliyat masasını terk edip dışarı çıktıklarında kapıdaki kalabalık gözlerini doktorlara dikip açıklama bekliyorlardı. Yüzlerinden belliydi ama yine de bir umut işte.

“Hasta geldiğinde kalbi durmuştu, yapılan tüm müdahalelere yanıt vermedi, başınız sağ olsun” dedi. Gözler adamın oğluna çevrildi. Hiç tepki vermiyordu, başını dahi kaldırıp doktorlara bakmadı. Kalabalıktan biri,

“Çocuğa bir şey mi oldu?” dediğinde,  

yerinden kalktı ve bir ‘çıta’ kıvraklığıyla koştu, herkes şaşkın, doktorlar ne olduğunu anlamaya çalışırken o ameliyathanenin kapısından içeri daldı. Hemşire masada yatan adamın üstüne örtüyü sermiş tam bırakırken çocuk örtüyü havada tuttu, çekip fırlattı. “Hayırrr” nidaları ameliyathaneden taşıp koridorlarda yankılanıyordu. Bu sesi duyan herkes şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Hemşireler de afallamıştı, ne yapacaklarını onlarda bilemediler, öylece kala kalmışlardı.

“Babaaa! Gitme baba! Beni bırakma, annemden sonra sen de beni bırakma.” Çocuk, masadaki babasının naaşının üzerine kapanmış, feryat ederken gözyaşları damlıyordu masanın üstüne.

“Bırakamazsın, gidemezsin, hakkın yok beni bırakmaya, gitmeee…”

Kafasını kaldırıp avazı çıktığınca bağırıyordu, “Allah’ım annemi aldın babamı bana geri ver” diye,  yakarıyordu. Bir yandan da ameliyat masasını rastgele yumrukluyordu. Artık çocuğunda sesi çıkmıyordu, çıkamıyordu. Yarı baygın kapaklanmıştı babasının üstüne.

 

Adamın eşi, çocuğu ve abileri ‘gel’ derken ve kollarını açıp beklerken, şaşkın gözlerini ve anlamsız bakışlarını babasına çevirdi, ‘dur’ demesini anlamaya çalışıyordu. Haşmetiyle babası karşısında ona bakıyor, ona kavuşmuşken kendisini de alıp götürmesini istiyordu, ama babası -gel- demeyince o da hafiften boynunu büküp gözlerini kaçırmak istedi.

“Sırası değil, oğul” dedi, gür ve sevgi dolu sesiyle, irkilip toparladı kendini, devam etti babası;

“Gelinim ve torunum burada, oğullarımda yanımda, sen oğlunun yanına git. Bak! Hemen yanı başında…”

“Ama baba! Seni çok özledim, ne olur, geleyim?”

“Bende seni çok özledim ama dönmelisin, daha yaşayacakların var.”

“Lütfen kalayım, yanından hiç ayrılmam.”

“Dön! Oğlunla, torunlarınla kal, hayatla hesabın, yarım kalan işlerin var. Tabii ki de sorumlulukların da, sırası değil oğul, dön!”

“Gitmek istemiyorum, baba.”

“Gelemezsin, gelmemelisin. Dönmelisin artık oğul” deyip arkasını döner ve o ışıkların içinde; oğulları, gelini ve torununu da alıp hep beraber ışığın merkezine doğru yürürdüler, kısa bir süre sonra da kayboldular.

Donup kalmıştı adam, çok üzülmüştü. Babası onu kabul etmemişti, nefesi zor alıyordu, göğüs kafesi inip çıkarken solumaları hırıltılıydı.

 Derinden, hırıltılı nefes alma sesi duyuldu, gözlerini açtı, oğlu yanı başındaydı, mutlu oldu. Babasının –sırası değil, oğul- sözünü, neden dön dediğini anladı. Kalkıp sarılmak istediğinde oğluna, o anda hissetti vücudundaki ağrıları. Yine de hamle yapmak istedi, elini zorda olsa kaldırıp usulca başına değdirdi, babasının saçları gibiydi, yavaşça tarar gibi seviyordu, oğlunu. Adam gözlerini açmıştı. Önce anlayamadı çocuk sonra başındaki eli tutunca babasının eli olduğunu anladı ve bağırmaya başladı.

“Baba döndün, yaşıyorsun. Allah’ım teşekkürler, sonsuz teşekkürler” deyip, babasına sarıldı. Ameliyathanenin ekibi şok içindeydi. İçlerinden biri,

“Hocam hasta yaşıyor, hasta gözlerini açtı” diyerek kapıdan çıktı. Doktorlarda inanamıyorlardı. Bekleyen kalabalığın sesi ise bir tribün edasındaydı. Doktorlar kalabalığı uyararak ameliyathaneye geri döndüler. Çocuğu sakinleştirip dışarıda beklemesini istediler. Zorluk çıkartmıyordu, çocuk. Kapının yanına geldiğinde sevgi çemberine aldı, bekleyen yakınları.

 

İçeride yoğun telaş başladı, yarım kalan kesikleri yeniden açıp gerekli operasyonları yaptılar. İki saat sonra ameliyathanenin kapısı açıldığında doktorların yorgun yüzleri gülüyordu. “Yaşıyor” dediklerinde, gol atan takım taraftarı gibi kontrolsüz sevinçlerini dile getirdiler, bekleyen kalabalık.

Bir saat sonrada yoğun bakım odasına aldılar. Cihazlar bağlandı, kontroller yapıldı ve hayata geri dönmüştü.

 

Artık yoğun bakımdan çıkmış odaya almışlardı. Kapı açıldı, kontrol için doktorlar ve hemşireler odaya girdi, yanlarında ambülânsın uzun boylu sakallı olan doktor da vardı. Adam da gözlerini açtı, esenlemelerden sonra muayene ederlerken o ambülâns doktorunun gözlerine bakıyordu, uzunca baktıktan sonra; “Sizi tanıdım” dedi. Evet, tanımıştı. Yanıklarına ilk müdahale eden kişiydi.

“Nasılsınız?” dediğinde, doğrulmak istedi ama sancısı vardı, sol yanında. Bu sefer; “Neyiniz var?” diye sordu, doktor. O kalbini göstererek ağrısının olduğunu söyledi. Doktorlar hemşirelere dönerek, “Raporları getirin, hastanın kalbinde bir sorun mu var?”

“Kalple ilgili herhangi bir sorun yok.” Doktor raporları incelendiğinde de böyle bir kayıt yoktu.

“Ağrını nasıl hissediyorsun?”

“Sanki dayak yemiş gibiyim” dediğinde, ameliyatta bulunan hemşire,

“Oğlu üstüne kapanıp ağlarken ameliyat masasını ve babasının vücudunu yumrukluyordu.”

“Anlaşıldı” dedi, doktor. O esnada yumrukların çoğu adamın göğsüne isabet etmişti.

  “Pekâlâ! Biliyorsunuz ki geri dönüş yaptınız, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu, ambülânsın doktoru.

     “Kendimi mi? Kendimi hissedemiyorum” dediğinde hâlâ doktorun gözlerine bakıyordu… Devam etti, “Sanki tuhaf ama uzun zaman önce geldiğim boyuta dönüşümü gerçekleştiriyor gibiydim. Yola çıktığım boyut ile varlığımı yaşadığım boyut arasında gezinmek hatta tercih noktasında kala kalmışt...” dediğinde, doktorun gözlerindeki anlamsızlığı gördüğünde cümlesine; “Sanırım rüya âleminde gibiydim” diyerek bitirdi. Yarım kalan sözünde anlatacaklarını da içine, kendine seslendirdi.

 

Bir ay’ı geçkin hastanede kaldı, son muayene yapıldığında kendi başına yardım almadan yürüyebiliyordu.

“Yarın sabah taburcusun” dedi, ameliyatı gerçekleştiren doktor.

Ertesi sabah oğlu ve öğretmen arkadaşı ile eve, olmayan evine döndü. Araba alt caddeden evinin sokağına döndüğünde yanan evinle karşı karşıya idi. Hüzünlendi, evinin dışını kaplayan ahşapta neredeyse yanmış, beton duvarlarda kızıl gecenin karasına boyanmıştı.

Evin avlusuna girdi, ağır adımlarla tavaf ediyordu, binasını. Giriş kapısının önüne geldiğinde durdu. Önce içeriye bakmak istemedi, kafasını kaldırıp baktığında, yarı yanmış birkaç parça eşya görebildi. “Belki!” dedi kendine ve eşiğe doğru yürüdü. Daha ilk adımını atmıştı ki ayakları bileklerine kadar karalara bulandı. Her taraf, eşyalar ve ahşaplar kömür yığını gibiydi. Duraladı, kendini toplayıp kafasını kapısı yanmış girişten içeriye uzattı. Bir şeyler arar gibi geziniyordu gözleri duvarlarda. Bulamadı, duvarlarda yerler gibi kömür karası olmuştu. Üst kata doğru baktığında merdiven ve ahşap olan asma kat yoktu. Başını biraz daha kaldırdığında gökyüzü görünüyordu, çatı tamamen yanmıştı. Sendeledi, oğlunun yardımıyla doğruldu. Birkaç adım geriye gelerek mahalden çıktı, tekrar baktı, üst kata doğru. Pencereler ve evin çatısı tam anlamıyla yanmıştı.

Oturabileceği bir set buldu, bir sigara çıkarıp yaktı, sigaranın dumanını yanan eve doğru üfledi, gözleri kilitlendi akşamında kızıl olan kara duvarlara. Ne düşünüyordu? Neler geçiyordu, aklından? Bilinmez. İkinci sigarayı bitirdiğinde hâlâ bakışıyordu, anılarının yok olduğu eve. Sonra kendisini hastanede yalnız bırakmayan arkadaşının sözleri geldi, aklına. Acı bir gülümseme kondu dudaklarına, arkadaşının sözleri de acıydı. Oysa çok net ve gerçeği söylemişti; “Biliyor musun, üstat?” diye başlamıştı söze. “Tanrı tüm geçmişini siliverdi. Artık uzaklara git diyor, sana.” Şaşırmıştı, cümleyi bir kez daha yinelediğinde anlamları koşturuyordu, beyninde. Bir sigara daha yaktı, “Doğru söylüyor” dedi. Sigarasının kotiğini söndürdüğünde, “O kadar kolay mı?” diye düşündü, yokladığında kendini hâlâ kopmayan bağlar vardı, usunda. Koparamayacağı bağlardı, bunlar, hiç o kadar kolay değildi, yani. Evet, doğru söylüyordu ama kaldırabileceği bir yük müydü? Cesarette edemiyordu.

Uzunca bir süre oturduğu yerden kalkmadı. Sorular yenileriyle saldırıyordu, her cevap yeni soruları doğuruyordu. Yine bir sigara yakmak istedi, paketinde tek dal kalmıştı, çıkarttı ve yaktı. Paketi buruşturdu, çevresine baktığında çöpü atacak yer bulamadı, avucunda tuttu. Bu kez ağır ve derinden tellendiriyordu, sigarasını. Gözleri hâlâ kara duvarlardaydı, son nefesini çektiğinde oturduğu yerden doğruldu, artık soruları sadeleştirmişti; “Gitmek mi? Mabedi onarmak mı?” diye sordu, kendine.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.