alangoya

1811111907

cemalnalcı

      Kar yağışı hızını arttırırken İstanbul trafiği de durma noktasına geldi. Çok yavaş yol alıyordu, silecekler yağan karın hızına yetişemiyor, otobanın kenarları da beyaz örtüyü çoktan giyinmişti. Sürücünün de sanki acelesi olmadığı ya da evde bekleyeni yokmuş gibi arabasının içinde dinlediği sanat müziğinin ritmine eşlik ederek, sözleriyle geçmişe yolculuk yapıyordu. Şarkının –maziye bir bakıver neler neler bıraktık- mısrası, neyi hatırlattıysa adama, aynaları kontrol ederek sağ sinyalini verdi, en sağ şeride geçti.  Şimdi acelesi vardı sürücünün, ne olmuştu ki bir anda? İkinci sapağa gelmeden tekrar sinyal verdi ve otobandan ayrıldı.

      Küçük bir yerleşim yerine geldiğinde bir marketin önünde durdu. Alış verişini yaptığı ürünleri bagajına, sığmayanları da aracın arka koltuğuna koydu. Bir kişinin, özelliklede bir günde bitirebileceği bir alış veriş değildi. Aracına bindi ve yoluna devam etti. Hava kararmak üzereydi, kar yağışı çoktan tipiye dönmüştü. Bir saate yakın yol aldıktan sonra ağaçlık bir bölgeye saptı, bir müddet ilerledi ve sergeni kayaların üzerinde olan sundurmanın altına arabasını park etti. Kayaların üzerinde blok taşlardan inşa edilmiş giriş katı ve üzerinde tomruklardan yapılmış iki katlı dağ eviydi, burası. Etrafı kestane, ıhlamur, gürgen, çam yer yerde ceviz ve akasya ağaçlarından oluşan ormanın içindeydi, bu dağ evi. Ön tarafı da aynı ağaçlardan oluşan, Karadeniz girişini ve İstanbul Boğazını cepheden görüyordu.

      Adam birkaç poşeti alarak eve girdi. Sundurmanın camlarını açtı, üstünü değiştirip diğer malzemeleri taşıdı. Kısa süre sonrada şömine bacasından dumanlar yükseldi. Yemeğini hazırlayıp masasına oturdu. Masa, salonun cumbalı olan kapı çerçevesinin karşısındaydı, sol karşısında da şömine vardı. Hem şömine ateşini hem de önündeki ormanı ve boğazın girişini seyrediyordu. Bu seyirden memnundu ki hem ruhunu hem de bedenini dinlendiriyordu.

      Yemek bitmiş, sıra çay keyfindeydi. Dolabından resim albümünü çıkarttı ve kapağındaki resim hiç unutamayacağı babasının resmiydi. Uzunca bakıştıktan sonra aile resimlerini biraz hızlı geçti. Futbol oynadıkları resimlere göz gezdirdi. Gazeteden kestiği kupürlere tebessüm ederek baktı. Yıllar önceydi, Fenerbahçe Stadındaki maç esnasında çekilmiş resme takıldı gözü, duraladı. Gencecikti, sakalları bile yok gibiydi. Hemen yanındaki kupürde ise İstanbul İnönü Stadyumunda –Bahar Kupası- final maçının resmiydi. O anki kareler gözünün önündeydi, bir köşe vuruşu topunda rakip hücum oyuncusunun başı üstünden uçarak almıştı, topu. Nice karşı karşıya topları kurtarmıştı, o maçta. Anılarını tebessüm ederek seyrediyordu, usunda. Biraz içi burkuldu, hüzünlendi. Sonraki resimlere geçti. Bu resimlerde kapalı spor salonunun tribünlerinde çekilmişti. Resmi çevirdi, tarih –Mayıs 1977- yazıyordu, alt satırında da isimler; sol baştan; Kadir, Ayaz, Reha, Deniz, Erten ve Şahan. Sahada, voleybol maçında İrem ve Melike vardı. Sekiz kişiden oluşan bu gurubun adını da isimlerinin baş harfleriyle adlandırmışlardı. “Kardeşim”, gurubun adı gibi birbirlerini seçtikleri kardeşlerdi. Bir iş yapılacaksa, bir yere gidilecekse, beraber ağlanıp beraber gülerlerdi. Her birinin kardeşleri vardı ama buradakiler kendilerinin seçtiği kardeşlerdi. Birkaç yaş fark vardı aralarında ama isimleriyle çağırırlardı birbirlerini. Gurubun iki kızından İrem çok güzel bir kızdı bu yüzden de başlarından sorun eksik olmazdı. Melike ise erkek gibiydi, sözünün eri mert bir kişilikti. Ona, Melike’nin kelime anlamı olan; dürüst ve fedakâr karakterinden dolayı Alangoya derdi.

Yüzündeki tebessüm bir anda kayboldu, acı oturmuştu yüreğine, Melike’ye hep ilgi duymuştu. Söyleyememişti bir türlü, çekingende değildi ama gurubun kardeş olması hislerin açığa çıkmasına engeldi. Bunun içinde doğru olmazdı, olamadı da.

Melike’nin nikâhı ile kendini dış dünyaya kapatıp, kısa süre sonra da yurt dışına gitti. Kardeşleri yuva kurarken, o bu tutkunun yerine koyabileceği bir Alangoya arayışında da olmadı. Tesadüf edenlerde de o’nu bulamadığından kardeşler içinde tek bekâr kendisiydi.

Kadir biraz hüzünlendi, dolaptan şişeyi aldı, bir bardak viski doldurup yeniden masaya oturdu. Kadınlardan uzak mı tutuyordu kendini? Acı bir gülümseme oturdu, yüzüne. İlişkilerine bir yolculuk yaptı usunda.

Bu tesadüflerde işinden dolayı gittiği yerlerin bir ikisinde güzel birliktelikleri olmuştu. Dağılan Sovyetler Cumhuriyeti’nin yeni yapılanmakta olan devletlere arada şantiye kuruluşlarına gidiyordu. Sandalyesinin sırtını şömineye döndürüp kendi yönünü de kuzeye, Karadeniz’e çevirdi. Oturduğu yerde biraz da kaykılarak ilk Arman ile olan arkadaşlığını düşündü. “İlk Armandı kız arkadaşım, sırf Melike’ye benziyor diye tanışma hamlesini de kendim yapmıştım. Başka da hiç eylemim olmadı. Kazakistan’ın başkenti Astana da bir akşam yemeğinde tanışmıştık, üniversiteyi bitirmiş, iş hayatına yeni başlamıştı. Akşam yemeğini yemek için gittiğim yer nezih bir gazinoydu, masalarımız uzaktı, onu ilk fark ettiğimde de kısa bir şaşkınlık yaşamıştım. Alangoya’ya çok benziyordu, minyonuydu. Arada bakışıyorduk, gözümü de alamıyordum” dediğinde güldü. “İmdadıma orkestra yetişmişti, dans müziğine dönünce yerimden kalkıp Arman’ın masasına gittim, önce tanışıp sonrada dansa davet etmiştim. Böyle başlamıştı arkadaşlığımız, beş ay sonra da Rusya’ya beraber döndük. Birlikte yaşıyorduk. O yılın yazında Ayaz’ın davetiyle Bodrum’daki evlerinde iki hafta tatil de yapmıştık. Bir keresinde de Reha ziyaretine gelmişti, onunla da tanışmıştı Arman. Arkadaşlığımız iyi devam ediyordu, o yılın sonuna kadar da sürmüştü. Yeni yılın başında Arman ailesinin sorunlarından dolayı Kazakistan’a dönmek zorunda kalınca da karara saygı duymaktan başka yapacakta bir şeyim yoktu. İkimiz de üzülmüştük ama “Sorunları çözdüğümde geri gelmeye çalışacağım, demesine rağmen dönememişti” Kadir’in üzüntüsü ayrılmalarından ziyade sorunların içinde kalmasınaydı, Arman’ın.

Serde Alangoya varken de arayıştan çok tesadüfler devredeydi. O tesadüfte yüreğinde hep saklı tuttuğu sevdasına benzemeliydi. Ne var ki, Arman’la tanışma hamlesinde kendi bulunmuştu, bu medeni bir olgunluktu ama Alangoya’ya karşı cesaretini toplayıp duygularını hiç açamamıştı. Kardeşim gurubunun sessiz bir yasası mıydı? Yoksa yaşamının çok özel yerine koyduğu bu insanı üzerim korkusu muydu? Ömrünün zaman diliminde yol arkadaşlığı fotoğrafına bir tek Melike’yi yakıştırmıştı. Bundan dolayı kadınlardan uzak mı duruyordu? Birçok kadınla tesadüf etmişti ama yüzleri önemli olsa da, o daha çok ruhunu arıyordu.

Guruptakilerle zaman aralıkları uzak olsa da görüşüyordu. Ancak Melike ile hiç görüşmemişti, bayan olduğu için olamazdı, çünkü en çokta İrem’le görüşüyordu. İkinci nikâhını yapmasına rağmen, yine de o aklına düştüğünde içi ilk günkü gibi daralıyor ruhu da bir volkanın kraterlerinde gezinirdi.

“Gürcistan’ın Kutaisi ilinde yeni parlamento binasının yapımının başına geçtiğimde, bir öğlen yemeği sırasında servis yapılırken elim garsonun bana uzatmakta olduğu tabağa çarpınca yemek suyu gömleğime dökülmüştü. Bayan garson çok mahcup olup yıkayabileceğini söylediğinde tanışmıştık, Özbek Gülbahar’la. Ben, –sorun değil, elinize ben çarptım, zaten- dememe rağmen hatanın kendinde olduğunu ısrar etmişti. Özrü bir yalvarış değildi ama hatanın kendinde oluşundan dolayı sorunu da kendi çözmeliydi. Dik duruşu, sorumluluğa bakışı, adalet terazisinde bile taviz vermeden kendini kefeye koyması ilgimi çekmişti, bu yönleriyle de biraz Alangoya’yı anımsatmıştı, bana.  Israrla da gömleğimi istedi. Vermiştim fanilayla beraber, iki gün sonra utangaç bir yüzle gömlek ve fanilayı getirdi, Gülbahar. Lekeler çıkmamıştı. Özür dileyerek maaşı aldığında tedarik edeceğini söyledi. Ben, önemli değil dememe karşın kadın, “Lütfen, beni kendimle karşı karşıya bırakmayın” ricasında bulunduğunda Alangoya’yı daha da görür gibi oldum. Bu nedenle de sonraki günlerde ilgimi ve istemsiz takiplerimi arttırdı. Zor durumda kalmaması için tamam demek zorunda kalmıştım. Bu tesadüfler içten içe Melike’yi hatırlatsa da onunla karşı karşıya gelmeye ve konuşmaya ne kadar zorlanıyordum.” 

Kadir anılarını yâd ederken bile yaşıyordu. Kadehini kuzeye doğru kaldırıp bir yudumda bitirdi. Kadehini tekrar doldurup kaldığı yerden yaşadığı o ana döndü.

“Merakımı giderme adına, akşam çayında yemekhane sorumlusunu çağırdım. Gülbahar’ın kim olduğunu sorduğumda şef; “Eşi öldükten sonra çocuklarını okutabilmek için Özbekistan’dan burada çalışmaya gelen iki çocuk annesi bir kadın. En önemlisi de ne biliyor musun, müdürüm; ben dâhil buranın en dürüst insanıdır, o” dediğinde ilgim daha da yoğunlaşmıştı. Şef anlatmaya devam ediyordu, “Buradakiler ve çevre ülkelerden gelen kadınlar genelde kolay para kazanmayı seçmelerine karşın Gülbahar az para almasına rağmen tertemiz bir kişi, işine de saygılı ve severek yapıyor. Katkı olsun diye ben de sürekli mesai yazıyorum” dedi. Gıpta etmiştim, gün geçtikçe de ilgim daha da artıyordu. Bir hafta sonra da ofise çayımı getirdiğinde elindeki poşeti uzattı. Kırmamak için kabul ettim. Ama bu yüce duygulu kadına karşı hem eziklik hem de ilgi duymuştum. Maddi yardım etmek istiyordum, en azından çocukları için ama kırılır korkusuna kapılıp teklif edememiştim. Zaten bir insanı kıracak yapı da değildim. Aklıma evi toplayıp, çamaşırlarımı yıkatıp ütületmek geldi. Böylece maddi yardım da bulunabilirdim. Teklif ettiğimde de kabul etmişti Gülbahar. Takip eden günlerin birinde iki gün üst üste onu şantiye de görmeyince yemekhane şefine sordum. O da hasta olduğundan gelemediğini söyledi. Personel bilgilerinden adresini alarak evine gittim. Evin kapısı kilitli bile değildi, içeri girdiğimde gördüğüm manzara şok etmişti, beni. Işığın bile içeri girsem mi acaba dediği loş küçük bir oda, duvar kâğıtları rutubetten kendini öylesine bırakmış, havasız, eşyasız tek göz mekân da konaklıyordu. Yere serilmiş bir şiltenin üzerinde yarı baygın yatıyordu. Hiç düşünmeden kucakladığım gibi arabama koydum ve hastaneye götürmüştüm. Acil müdahaleler yapıldı, saat gecenin on’u olduğunda gözlerini açabildi. Ödemeyi yapıp ilaçlarını alarak evime götürdüm, sabah uyandığında şaşırmıştı, Gülbahar. Evi değildi burası, daha doğrusu bir evdi, burası. Başını çevirdiğinde de beni görmüş. Onu beklerken uyuya kalmıştım, kanepede. Utandı, kendini toplayıp kalkmak istedi, “Nereye?” diye sorduğumda, “Eve gitmeliyim” dedi. “Orası ev değil ki, bundan dolayı hasta oldunuz. Lütfen yatın, dinlenin” demiştim. İnatla kalkmaya çalışırken, “Ama…”, sözünü keserek devam ettim. “Bundan sonra burada kalmalısınız, orada yaşanmaz” dediğimde, o da, “Çocuklarıma bakmalıyım, anneme para göndermeliyim” demişti. Bende, “Tamam işte! Sağlıklı olursan yardım edebilirsin, orada kaldığın sürece de çalışamaz duruma gelirsiniz. Böyle olmaz ve artık burada kalacaksınız, rahatsız olmana da gerek yok” demiştim. Şaşkın gözlerle bana bakarak, “Ama nasıl olur ki?” diyebildi, çekinerek. “Yine işine gideceksiniz, bana temizliğe ve çamaşıra geliyordunuz, burada olacağınız içinde bu işleri gelmeden yapmış olacaksınız” Bakışları, söylediklerimi anlamış ancak anlam veremediğini ifade ediyordu. “Olmaz, doğru olmaz, bu” dedi. “Kimsenin bilmesi gerekmiyor” dedim. Cevabı şaşırtmıştı, beni. “Ama siz bir müdürsünüz bense bir amele” dediğinde, gülmüştüm. Yine güldü Kadir ama bu sefer biraz hüzünlüydü gülüşü. “Her şeyden önce ben bir insanım, siz de öyle. Yaptığımız işler sadece mesleğimizi ifade eder, o kadar.” Gülbahar’ın hoşuna gitmişti bu sözler, tebessüm ederek teşekkür etti. “Kira ödemeliyim, bense bu kirayı ödeyemem, gönderecek param kalmaz” dediğinde, o adil karakterine bende tebessüm etmiştim. Yok demiş olsam emeksiz kazancı kabul etmeyen bu insan zaten –hayır- diyecekti. –Tamam- demiştim. O da çekinerek, “Buranın kirası ne kadar ki” diye sormuştu. “Yemekleri sen yaparsan ödeşiriz” dediğimde, beklemediği bu yanıta yine şaşırmıştı. “Sanki bu da doğru değil, gibi” diye, tartısının denksizliğini sunmuştu, bana. Bende, “Ütü ve temizlik yaptığın da nasıl paranı alıyorsan, bana yapacağın yemeğin parasını bende kira parası olarak sizden almış olacağım” dedim. İçi bir nebze rahatlamıştı, Gülbahar’ın. Sonra da bir anda yattığı yerden kalkmak istediğinde, “Neden kalkıyorsunuz ki?” diye sorduğumda, “Ama yemek yapmalıyım.” Yine tebessüm ederek, “Bir kerelik yemek yapmanızı istemedim. Önce iyileşin ki görevinizi iyi yapabilesiniz. Siz şimdi dinlenin bu gün ben yapayım yemekleri” demiştim.

Kadir, bir kadına yemek yapmasına bu sefer sesli güldü. “Kalkıp çorba yapmıştım, içirdikten sonra ilaçlarını da verip işe gittim. Rahat dinlensin diye de eve biraz geç dönmüştüm. Ertesi günün akşamı eve geldiğimde ev temizlenmiş, yemekler yapılmış, çamaşırlar da yıkanıp ütülenmiş olduğunu görünce biraz sitemde bulundum. “Kendini zorlamamalısın, dinlenmelisiniz demiştim, size. O da, “Teşekkür ederim, inanın iyiyim. Boş oturup yatmakta hoşuma gitmiyor” dedi, nazik ve beni kendine çeken bir ses tonuyla. “Peki, yarında dinlenin sonraki gün işe gelirsiniz.” Mutlu olmuştu, “Tamam, sözünüzü dinleyip üzmeyeceğim, sizi.” İşe başlamıştı Gülbahar, daha dinç ve huzurluydu. Çay ve yemek saatlerinde güleç bir yüzle yapıyordu servisini, ofiste çalıştığım zamanlarda da kahve yapıp getiriyordu, bana. İş çıkışı da benden önce eve gidiyor, etrafı toparlayıp, yemekleri de yaptıktan sonra gelmemi bekliyordu. Beraberce yemeklerimizi yiyip ardından da çay keyifleri yapıyorduk. Bende arada dışarı çıkarken onu da yanıma alıp geziyorduk. Bir süre sonrada aynı çatı altında, aynı havayı teneffüs etmek alışkanlık yapmaya başlamıştı.  Biraz geç karşılaşsak gözler arıyordu, biri diğerimizi. Alışkanlıklar duyguya dönüştüğünde hislerde sahne almıştı. Hisler gözlere, gözler de bedenlere değmeye başladı. İki sağlıklı insanın arzularıydı, yaşadıklarımız. Artık elele yaşıyorduk. Gülbahar daha çok para biriktiriyordu. Çocukların okul ve kıyafet giderlerini de ben karşılıyordum. Zor ikna etmiştim ama izah ettiğimde de müteşekkir olmuştu.”

Aklına Reha’nın ziyareti gelince –Âlem çocuk- dedi. İki kere ziyarete gelmişti gelmesine de gece hayatından ancak iki akşam ayırabilmişti, bize, diye mırıldandı. Yine acı bir gülümseme oturdu yüzüne.

“Aile gibi bir yılı aşkın beraber yaşadık. Bir kere de Gülbahar ile Taşkent’te yaşadığı yer olan Nazarbek’e gitmiştik. Güzel yerlerdi. Annesi Almina Hatun ve çocuklarıyla tanışmıştım, getirdiğim hediyelere de çok memnun olmuşlardı. Gülbahar’ın ailesi de çok iyi karşılamıştı, bizi.”

Tarihe sahne olmuş Taşkent’te dolaştığı yerler gözünün önüne gelince yine gülümsedi. Sonra da hüzün çöktü.

“Yeni yılın bahar aylarının başlangıcında da merkeze, Moskova’ya geri çağrıldım.  Ayrılık zor olmuştu, işlerimden dolayı ne ben Kutaisi’ye dönebildim ne de Gülbahar zorunlu sorumluluğunu bırakabildi. Yapabildiğim, evin bir yıllık kirasını ödeyip Gülbahar’ın orada kalmasını sağlamak oldu. Son aylarında da vatandaşı olan biriyle evlenerek memleketine döndüğünü haber almıştım.”

Neden anılara girmişti ki, arada da tebessüm etse de hüzünleniyordu. Bardağının boşaldığını fark edince kalktı, önce şömineye odun takviyesi yaptı, bardağını doldurup yerine oturdu.

Son birlikteliği Elenora’ydı, bardağı masaya bırakıp iki elini ensesinde kilitledi, daha da kuzey yönüne dönerek ayaklarını uzatıp uzaklara doğru baktı. Buğulu gözlerini belli ki hüzünler sarmıştı. Evet, bu güzel ilişkiden haz almıştı, ikinci üzüntüsüydü Elenora, belki de Alangoya’nın yerine koyabileceği tek kadındı. Aklına geldikçe de acı çekiyordu, Kadir.

        Daralmıştı sinesi, kalktı ve sundurmaya çıktı. Bu dağ evini de koca yürekli Maksimin Odessa Oblastı’daki Vilkovo dağ evinden esinlenerek yaptırmıştı. Derin nefesler alarak zihnini dağıttı. Kuzey batıya dönük olan sundurmasının daha da kuzey yönüne dönerek tebessüm edip el salladı. Yılar geçmişti aradan, Elenora ile olan ilişkilerinden, bu el sallayış ona’aydı. Sevmişti, Elenora’yı. Melike ise bu duyguyu ilk hissettiği, tanıdığı, tanımlayamadığı ve kendini ele veremediği bir tutkusuydu, yüreğinde hep çakılı kalan bir tutku. Elenora ise bir nebze yaşanmışlığıydı.

Aslında kendi gibi biri daha vardı. Hep konuşurlardı, üniversite bitiminde o da liseyi bitirecekti. Askerlik kararını aldırmadan da ailesinden isteyeceğini defalarca yinelemişti. Nerdeyse her gün ya da akşamı buluşuyorlar, gurup dağıldıktan sonra ikili kaldıklarında konu hep onda takılıp kalıyordu. Çok beğeniyordu, seviyordu yani, derinden sevdalıydı Ayaz İrem’e. Sarı saçlarını, mavi gözlerini her anlattığında farklı betimlemeler yapardı, vurgundu İrem’e Ayaz.

Hele o kışın, o yarıyılda ramak kalmıştı söylemeye, yapamadı. Yazın söylerim dediğinde de bir ay sonra kendisinden yirmi yaş büyük zengin birisine ilk istemede vermişti, babası. Okulu bitirmeden de yarım kalmıştı öğrenimi, İrem’in.

Duyduğunda Ayaz çok kötü olmuştu, o hafta o kadar ağır geçmişti ki, kendisine kötülük yapar diye korkmuştu Kadir. Hatta final sınavlarına girmediği derslerinden dolayı bir dönemde uzatmıştı okulunu, Ayaz. Ne kadar kötü günlerdi dediğinde yüzünü yine korku sarmıştı, Kadir’in. Ayaz, okulu bitirmeden de ilk tanıştığı kadınla da evlendi, doktordu bu bayan. Derdi unutmak mıydı yoksa bebekken kaybettiği babasından sonra zor yaşantılarının bir beslemesi miydi, bilinmez. En doğru cevapta kendisindeydi.

Dışarıdaki kar yağışını kuru soğuk örterken içerideki havaya da mazinin geç kalmış doğruları çöküyordu. Kadir masasından kalkıp kendine bir viski daha doldurdu. Sek içiyordu, farkında değildi ya da ancak bastırabiliyordu mazinin enkazlarının verdiği acıları.

Fotoğrafın bir sonraki karesinde gurubun en kısası Reha vardı. Siyah saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü, yapılı içine kapanık delikanlısı, lise yıllarında konuştuğu kızla askerlik dönüşünde evlendi.

Çocukluğu da delikanlılığı da zor geçmişti, Reha’nın. Sekiz yaşlarında babasız kalıp ardından da annesi evlenince ablalarına çocuk oldu. Çocukluğu vuruk geçti, onun içinde fazlaca içine kapanıktı. Öğretmen olan eşiyle başlangıçta mutlu bir evlilikleri vardı, bir de oğulları oldu. Sonraki yıllarda nereden estiğini bilemediği rüzgârlar yuvaya, ilişkilerine önce serin sonrasında soğuk havaları doldurdu. Yuvalarının içinde ıraklardı. Sözde, gözde ve bedende; çok uzak kaldılar birbirlerine. Ulusal ve uluslararası firmalardaki yöneticiliği evine fazla zaman bırakmadı, aksatmasına neden oldu. Eşinin de ruh ve bedenen soğumasını daha da kamçıladı ya da bu soğukluk Reha’yı kapının dışında bıraktı, kim bilir? Belki de bu iletişimsizlik Reha’nın geç gelme nedenleriydi. İki kardeş olmuşlardı, artık. İçeride duyulmayan sese dışarıdan kulak verildi. Yuva enkaz halinde son lodosu bekliyordu. Reha dışarıdaki sesi samimi sandı, bu duyarlılığını da hep kullandılar. Duygu olarak, para olarak ve mal olarak sömürdüler. Bu işleri bilmeyen Reha dışarıda da bulamadı huzuru. Lodos hem yuvasını hem de servetini yok etti. Eline yüzüne bulaştırdığı çapkınlıklarda bir hayli yordu, ruhunu.

Hele bir esmeri vardı ki, kaçıp sığındığı limandı. Gel diyor, gidiyordu; kapıda gülen bir yüz, masada her çeşit yemek ve sınırsız yatak vardı, her gidişinde. Hem soyuluyor cüzdanı hem de sömürülüyordu vicdanı. Esmeriyle, danasıyla, babasıyla sağılıyordu, bilemedi. Ta ki kartlarından onlarca bin liranın defalarca gidişine kadar anlayamamıştı insanların sahtekârlığını. Ne oluyor dediğinde de tehditler almıştı, onu sözde sevecen karşılayan gülen yüzlerden. Silahlar bile doğrultulmuştu bir nebze huzur arayan temiz yüreğine.

Bu olayla yuvanın çatısı düşmüştü, mahkeme yolu kaçınılmazdı, artık. Bu duruma Reha’nın da bir itirazı yoktu, -biraz olsa da işine geliyordu- demek çokta yanlış değildi. Evler ayrıldı, yaşanmışlıkların muhasebesi yapıldı. Reha gününü daha çok Kadir ile geçiriyor, o da kendisine iyi düşünmesini, çevresini, çocuğunu ve özellikle de kendisinin öz eleştirisini yapması gerektiğini söylemişti.  Hatayı başka bir hatanın örtemeyeceği telkininde bulunuyordu. Mahkeme günü gelmeden de bu karanlık yoldan dönüldü. Yeni yolları belki çok aydınlık değildi ama karanlık da değildi.

Reha’nın hemen yanında birde Deniz’imiz vardı, söğüt misali. Nokta ile virgül gibiydiler hep yanyana, o selvi boylumuzdu şehit olan kardeşimiz. Bağımsız bir ülke istiyordu, duymadılar. Yürüdüğünde yollar kıskanırdı, ama kem gözler gördü. Tek suçu Ata’sının bıraktığı emaneti yarınlara sunmaktı. Ülkesine göz dikmiş sümük mendilleri kollarında olan itler, gençliğin armalarına bakarak yok ettiler. Bahaneydi formalar, onlar için esas olandı armalar. 

Nefes alışı zorlandı, gözleri doldu yiğit arkadaşına, masadan kalktı, biten kadehi tekrar doldurup salon penceresine yaslandı. Kar yağışı durunca boğaz ve Karadeniz’i seyre daldı. Uzun uzadıya bakıştılar; gerçekten dokunuyorlar mıydı birbirlerine, ya da maziyi mi çek ediyordu. Hoşnutsuzca başını salladı ve geri dönüp masasına oturdu. Kadehinde kalan son yudumu da bitirip sandalyesinde gerindi. Bir süre sonrada içerisinin serinlediğini fark etti. Yerinden kalkıp kadehini tezgâha bıraktı ve sundurmaya çıktı. Burada birkaç açma germe yaparak uyuşmuş bedenini hareketlendirdi. Şömineye bir hayli odun taşıdıktan sonra ateşi alevlendirdi. Anlaşılan o ki anılara yolculuk henüz başlamıştı ve sabahlayacaktı. Kadehini doldurup masaya geçti.

Gözü Erten’e takıldı, babasının işinden dolayı sonradan gelmişlerdi mahalleye. Devlet memuruydu babası, il ilçe dolaşmışlardı güzel vatanın nadide yerlerini, abisi de kendi de farklı illerde dünyaya gelmişlerdi, Anadolu da. Onunla da iyi dostlukları oldu. İki kardeşin küçüğüydü, Erten. Halil amca iki çocuğunu da okutmuş, büyüğü Doktor, Erten de Fizik Bölümünü bitirip öğretmen oldu. Askerlikten iki yıl sonrada bir bankacı kızla evlendi. Önce çocukları olmadı, tedavi ve tüp uygulamasıyla ikiz oğulları dünyaya geldi. Yarım günlük öğretmenliğin kalan vakitlerinde hem annelik hem de babalık yapmıştı, çocuklarına. Eşinin gün içinde fazla mesaisi, hafta sonunda da eğitim programları yuvayı zorluyordu. Tek başına da duvarı tutmak zordu, çatlamaya başladı. Ta ki bankacı eşinin -ekonomik özgürlük- denen saçmalığın girdaplarına düştüğün de ki farkında bile değildi ya da farkında olmak istemiyordu, artık yuva yıkılmıştı. Erten için fark etmedi, zaten tek başınaydı ve yine tek başına götürmeye devam etti mücadeleyi, hâlâ ediyor da. O da huzuru başka limanlarda aradı. Meslekten, meslek dışından bayan arkadaşları oldu. Ancak kendisini ait hissedeceği bir liman bulamadı.

İçlerinde belki en az hasarsız Şahan’dı. Ortaokuldan sonra liseyi okumasına zor ikna olmuştu, babası. İnşaat işleriyle uğraşan babası, yanından ayırmıyordu, Şahan’ı. Evin tek oğluydu, babasının da göz bebeği, rivayete göre sekiz çocuğun en küçüğü ve tek erkeği idi, bir de babasının dördüncü evliliğinden son numara vardı, kız olan dokuz numara. Geldiği yörenin töresiydi erkek çocuk babası olmak. Önemliydi, kadının adı yoktu. Guruba katılması da çok zor olmuştu. Babası -Kardeşim- gurubunu aylarca takip ettikten sonra izin vermişti. Askere gitmeden de evlendirmişti, Şahan’ı. Gelin, Şahan’ın babasının emmi torunuydu. Birinci çocuğu özürlü ve üst üste üç kız çocuğu oldu. Hata kadında bulundu, köyden bu sefer akraba olmayan bir gelin daha alındı, bundan da iki kız olunca üçüncü gelin bakıldı. Hazırlıklar başlayacakken üçüncü bebeğin erkek oluşu kurtardı. Şahan’ın babası da dört evliydi, köyden İstanbul’a gelirken yeni karısı ve Şahan’ı getirmiş, bir de yeni eşinden doğan kızı.

Babası yaşlandığından inşaatların başında kendisi duruyor, akşam eve dönüşlerinde büyük hanımı ceketini alırken diğeri ayaklarını yıkadığını söylerdi. Bu ailede ve Anadolu’muzun birçok yöresinde kadın, büyüklerinin sözüne kocasının gözüne bakardı. Kültürel bir şifreydi genlerine işlenen, kanaviçe gibi nakşedilmişti beyinlere. “Belki de aramızdaki en şanslı sensin, Şahan” dedi içinden. Kadir albümden başını kaldırıp gülmeye başladı. Masadan kalkıp salonda turladı. Birkaç tur atmıştı ki aniden dönerek masadaki telefonu aldı, bir anda aklına ne geldiyse hızlı hareket etti. Otobanda da aynı şeyler olmuştu. Telefonundan rehber bölümünü açıp numarayı buldu ve aradı.

“İyi geceler Ayaz, nasılsın?”

“Ooo, dostum özlemişim, uzun zaman oldu. Teşekkür ederim, Kadir. Sen nasılsın?”

“İyiyim sanırım. Dediğin gibi, uzun zamandır bir araya gelmedik, arkadaşları da haber vereceğim, bu yılbaşını burada kutlayalım. Eş yok, çocuklar yok, misafir yok. Sadece biz, eski günler gibi, ne dersin?”

“Tamam. Harika olur, ben de konuşurum arkadaşlarla.”

“Büyük ihtimalle sen kızları getirirsin, Şahan da erkekleri alır gelirsiniz. İki araba yeterli sanırım.”

“Haklısın yeterli. Çok iyi düşünmüşsün, ihtiyacımız vardı. Sağolasın, görüşmek üzere, iyi geceler.”

Sırada Reha vardı, rehberden çabuk bulmuştu numarasını, sürekli telefonda görüşüyordu. Sıkıntısının durumuna göre haftada birkaç kerede bir araya geliyorlardı. Bu buluşmalar genelde Kadir’in evinde arada da dış ortamlarda buluşup sorunlardan söz ederlerdi. Son zamanlarda ise Reha’nın ortak olduğu İstanbul dışındaki işyerine de gitmişlerdi. Sıkıntılar içinde büyüyen kardeşini yalnız bırakmak taraftarı değildi.

Numarayı çevirdi ve bekledi. Çevir sesi vardı ama açan yoktu. Aklına görüşmek istemediği bir telefon gelince meşgule almaz çağrı sesini kısardı. Bir anda kaşları çatıldı –bana da yapmaz, herhalde- dedi. Bir sonraki aramaya geçmeden Reha’yı düşündü.

İlk defa ortağı ile tanıştırdığında ona ilk söylediği –bu adamı hemen çevrenden uzaklaştır- demek oldu. Şaşırmıştı Reha, dinliyordu Kadir’i ama uygulamıyordu. İstanbul’daki inşaata parasının dışında dükkânlarını da satarak ortak olmuştu, gayrimenkulleri alan ortağıydı. Duyduğunda Kadir sitem dolu sert uyarılar yaptı. Öyle ki, konuşmalarını uç noktalara taşıyıp –bu zatın gözü senin baba evinde- dediğinde bir anlık şoktan sonra gülerek –yapma Kadir- dedi. Beş ay sonra da Eskişehir de beraber yapacakları inşaatın maliyetine pay bedeli olarak bile yetmemişti, dört katlı baba evi.

Reha’nın numarasını tekrar çevirdi. Yine telefonu açan olmadı. Son zamanlarda telefonda dahi görüşmemişlerdi ama yine de ihtimal vermek istemiyordu. Belki de yine bir hatunla beraber olabilir, diye düşündü. Akıllanmamıştı, saf ve temiz olmasını hep kullanmışlardı, Reha’nın. Edinimlerinde cinlik olmayınca da gelen asalakları da tahmin edemediği gibi düşünemiyordu da.

Sırada Şahan vardı ama Reha ile olan anılarına daldı, Kadir.

İstanbul’dan sonra Eskişehir de orta ölçekli bir site inşaatına girmişti. Duyduğunda defalarca da –bu işi seviyorsan neden Şahan’la yapmıyorsun. İşinde babasından geçmişi olan bir kardeş, temizde bir insan hatta kendisinden önce seni korur, onunla yap bu işi- demesine rağmen dinletememişti.

Oraya da götürmüştü Kadir’i, yılın başıydı gittiklerinde ve –önümüzdeki yılın yaz sonunda bitecek- dediğinde, Kadir –bir sonraki yılın sonbaharın da bile bitmez, üzgünüm sonraki yılın sonbaharını bile göremiyorum- dediğinde, Reha sorduğuna biraz da pişman olmuş -yapma Kadir çok şüpheci yaklaşıyorsun- demişti. O da –ortağın kural tanımaz adi bir hırsız, bana bu kadar bilgi yeter, bu adamdan her şey beklenir, dikkat et- dese de pek dinlemedi. Bir sonrakinde kendi işi için Eskişehir’e gittiğinde uğramıştı, Reha’ya. Yemekten sonra yine iş konuşulurken hesapları ve yapılan işin mizanını çıkarttı. Dairelerin karşılığı maliyeti karşılamadığını hesaplarla önüne koydu. Adam mal alımlarında, işlerin ihalelerinde aleni çalıyordu. Kardeşini kurtarmak için, Reha’yı zorlayıp ablasına dört daire satışı yaptırdı. Bu bile ortağı ile aralarında sorun olmuştu, –benim tahminim elinde sadece bu daireler kalacak, bu işte zaten bina ve dükkânları kaybettin, borç çıkmasa kendini kâr da sayabilirsin- dediğinde, yüzüne çok garip bakmıştı. Sonraki günlerde görüşme aralıkları uzadı.

Aynı durum yurt dışında yanına ziyarete geldiğinde de olmuştu. Rus bir bayana takıldığında neredeyse ay da bir ziyarete gidiyor, zamanını Kadir’den çok Rus Aksana ile geçiriyordu. O zaman da uyarmıştı ama yine dinlememişti. Bir hayli para da Aksana’ya kaptırmıştı.

İşinin hırsız ortağı tarafından oluşan sorunları ve özellikle esmerinden sonra ayrılma aşamasına geldi, eşiyle. Mahkemeden gün alınmıştı, iknalarla boşanma arifesinden dönüldü.

Şimdilerde bir araya gelmeleri senede bir ikiye indi. Son aylarda da hiç görüşmemişlerdi. Reha’ya telefonda ulaşamayınca Şahan’ı ararken telefon çevrime girdi. Arayan Reha idi,

“Merhaba Kadir, nasılsın?”

“Merhaba birader, iyiyim. Umarım sende iyisindir.”

“Bildiğin gibi.” Anlaşılan sıkıntılar devam ediyordu. Sıkmamak ve meşgul etmemek için direkt konuya girdi.

“Bu yılbaşı bende toplanıyoruz, gurup olarak. Eşler, çocuklar ve misafirler yok, sadece baş başa bizler bir arada olacağız. Tüm kardeşler geliyor. Ne dersin?”

“Çok iyi olur, inan benimde ihtiyacım var. Anlatmama gerek yok, sen biliyorsun zaten. Sana da yüzüm yok, her dediğin çıktı.”

“İnan yanılmak isterdim ama sıkma canını, biz kardeşiz, kapımın açık olduğunu biliyorsun, telefon etmeden de gelebilirsin dememe de gerek yok sanırım.”

“Tabii ki de, senden de özür dilerim.”

“Saçmalama Reha, aramızda özürlük bir şey olamaz.”

“Teşekkür ederim, geleceğim.”

“Sizleri yani erkekleri Şahan getirecek, konuşursunuz. Şimdilik iyi geceler, selamlar.”

“İyi geceler!”

Telefonu kapatırken –anlamış mı, acaba- diye mırıldandı, Kadir. Sonra da Şahan’ın numarasını çevirdi.

“Ooo, hayırsız nerelerdesin, diyemiyorum tabii. Arayan hep sen oluyorsun.”

“İyi geceler, bu bir iş değil ki sırası ve çetelesi de olsun. Nasılsın? Şaban amca, Sebahat teyze ve çocuklar nasıllar?”

“Sağolasın, iyiyim. Babamlarda iyiler, çocuklarda ellerinden öperler.”

“Yahu, Şahan! Sende beni ihtiyar yaptın.”

“Sen amcaları değil misin?”

“Tabii ki amcalarıyım, onurda duyarım. Neyse bu yılbaşı gurup olarak bende toplanıyoruz. Eş ve çocuklar yok, eski günlerdeki gibi baş başa. Ne diyorsun?”

“Böyle teklifler yoruma kapalıdır. Gelmez olur muyum, bil ki oradayım.”

“Kızları Ayaz getirecek, erkekler de sende, tamam mı?”

“Anlaştık, görüşmek üzere, iyi geceler.”

“Görüşmek üzere, selam ve iyi geceler.”

Sırada Erten vardı ve hemen numarasını çevirdi.

“Merhaba hocam, nasılsın? Ne yapıyorsun demeyeceğim, sanırım sınav kâğıtlarını okuyorsundur.”

“Merhaba, evet sınav kâğıtlarını okuyorum. İyiyim, sen nasılsın?”

“Bende iyiyim, seni meşgul etmeden konuya gireyim. Yılbaşında çocuklar sen de mi, annelerinde mi?”

“Annelerinde.”

“Harika! Yılbaşında gurup olarak bende toplanıyoruz. Eş, çocuk ve misafir yok. Sende geliyorsun, seni Şahan alacak, tamam mı?”

“Çok iyi oldu, ya. Bende miskin miskin oturacaktım. Hele bir de sizlerle bir arada olacağız ki muhteşem. Geliyorum.”

“Güzel, görüşmek üzere, iyi geceler.”

“İyi geceler.”

Şimdi sırada kızlar vardı. Melike’nin numarasını yazdı, ezberindeydi numara. Ekrana da ismi Alangoya olarak çıktı. Bir süre öylece kaldı, bakışıyordu ekrandaki yazıyla ama çevir tuşuna bir türlü basamadı. Hiç aramamışlardı birbirlerini. Şimdi iyi bir mazereti vardı ama yine de dokunamadı, tuşa. Tekrar telefonun rehberini açarak İrem’in numarasını buldu ve çevirdi.

“İyi geceler İrem, nasılsın?”

“İyi geceler Kadir, sen nasılsın? Hayırdır yoksa evleniyor musun? En son Ukraynalı hatun vardı, adı neydi? Unuttum.” Elenora’dan bahsediyordu, derin bir nefes aldı ama açıklama yapmadı.

“Yok be İrem, o işler benim için hep zordu, bundan sonra da geçmiş olsun diyelim.”

“Ne olduğunu bilmiyorum ama sen hep faal bir insandın, muhakkak bir nedeni vardır ama ben hiç anlam verememiştim, veremiyorum da.”

“Boş ver, bak ne diyeceğim. Bugün öğleden sonra karda yağınca dağ evine geldim. Bu yılbaşını burada kutlayalım. Melike hariç herkesi aradım, geliyorlar. Ne dersin?”

“Muhteşem ya, nereden aklına gelmişse iyi düşünmüşsün. Ben varım. Şimdi Melike’yi ararım ve sana dönerim, iyi geceler.”

“Teşekkür ederim, iyi geceler.” İrem’in sayesinde Melike’ye telefon etmekten kurtuldu. Elenora’yı nereden bile bilirdi ki, sırası değildi hatırlatmanın, derin bir yara olarak kalmıştı yüreğinde. Telefonu masaya bırakıp şömineye odun attı. Mutfakta kendine orta şekerli bir kahve yaptı ve masasındaki aynı yere oturup gecenin sessizliğini dinlemeye başladı. Üçüncü yudumunu almak için fincana elini uzattığında telefonu çaldı, arayan İrem’di. “Efendim İrem.”

“Kötü haber be Kadir, bir eksik olacağız sanırım. Melike şu an havalimanında uçağa binmek üzere, yılbaşı için yurt dışına gidiyormuş.”

“E, ne yapalım. Kötü oldu ama yapacak bir şey de yok.”

“Evet, hiç iyi olmadı. Şey… Kadir.”

“Efendim İrem, seni dinliyorum.”

“Vaktin var mı? Biraz konuşabilir miyiz?”

“Ne demek, tabii ki de, zaten tek başıma oturuyorum, her zamanki gibi, yani.”

“Çok sağolasın dostum, inan çok ihtiyacım var. Biraz zamanını çalacağım.”

“Sorun yok, uyuyana kadar vaktim var.”

“Ne zaman uyuyacaksın ki?”

“Sen ne zaman bitti dersen.”

“Hay Allah, âlem adamsın, ya. Ama önce senden bahsedelim. En son Ukraynalı hatun vardı, adı neydi? Unuttum, ne demiştim.”

“Elenora.”

“Hah, o işte. Bayağı uzun bir arkadaşlık döneminiz oldu. Hoş bir bayan ve iyi de anlaştığınızı söylemiştin.” Yutkundu, Kadir.

“Öyle de…”

“Ama sende hep böyle yapıyorsun.”

“Ne gibi, böyle?”

“Sonuç bir türlü gerçekleşmiyor, bir evlilik olmadı, yani.”

“Evet, maalesef olamadı, olmadı.”

“Neden ki?”

“Bilmiyorum…” dediğinde sustu. İnsan bilmez mi ki yaşadıklarını, yine yüreğinin derinliklerinde gizlediği gerçekleri söyleyemedi, kendine bile seslendiremezken nasıl söyleyebilirdi ki.

“Gerçi bende bilemedim, güzeldim ve bu özellik beni şımartıyordu, gerçekleri göremediğim içinde yirmi yaş büyük biriyle evlendim. Daha doğrusu ben on yedi yaşındayken vefat eden eşim kırk yaşındaydı. Kararı ben vermemiştim ama itiraf etmeliyim ki zengin olması da işime gelmedi değil. Rahat bir hayat sürdüm, ama…” devamını getiremedi, İrem.

“Yaranı kanatıp üzdüm seni, kusura bakma”

“Yok, asıl ben seni üzdüm, dertli olunca insan, hele ki değer verdiği kardeş gördüğü birini de yakalayınca içini boşaltıyor. Affet be Kadir, istersen telefonu kapatabilirim.”

“Sakın ha, kapatma. Haklısın, dediğin gibi insan kardeş seçtiği dostuna anlatmalı yoksa ne anlamı olur ki.”

“Teşekkür ederim, Kadir.”

“Seni dinliyorum, devam et, lütfen.”

“Biliyor musun? Çocuk sayılacağımız o günlerde bile sen hep olgundun, şefkatli, sabırla dinleyen bir abi gibiydin.”

“Yahu İrem, cümleye çok liyakat ekledin, utandırıyorsun beni.”

“Hiçte değil, sen hak ediyorsun.” Kadir susmuştu, fincanını diğer eline aldı ve masadan kalktı. Salon penceresine yaslandı, fincanından bir yudum aldığında, “Sen yine utandın değil mi, Kadir? Oysa hak ediyorsun, üstelik bu sensin zaten.” İltifatlardan sıkılıyordu Kadir. Konuyu değiştirmek için, “Çocuklar ne yapıyor?”

“İşte bütün mesele de bu ya. Şımarıklığım kendimi yetiştirmeme engel oldu, parada gerçekleri göstermedi, şimdiki gerçek ise karşında yarım bir insan var.”

“Lütfen öyle söyleme.”

“Gerçek bu Kadir, hatta bunu senin yıllar öncesinden gördüğüne de adım gibi biliyorum.” Dediğinde de ne itiraz edebildi ne de başka bir yorum yaptı. “Sükût ikrardan gelir. Biliyorsun ki aramızda da mütevazılığa gerek yok.”

“Yorum yapamıyorum.”

“Gerekte yok, gerçeği geç olsa da anladım parçalar daha fazla zarar görmeden nasıl birleştireceğim, bilemiyorum.”

“Paylaşmak istersen dinlerim.”

“En iyi adres olduğun için paylaşıyorum… Kulaç atamıyorum, Kadir. Kulaç atamadığımdan da karaya ulaşamıyorum.”

“Nedir seni girdaplarda bırakan?”

“Çocukları sormuştun ya, çocuklar Kadir. Para beni şımartmıştı ama çocukların gözünü öyle kör etmişti ki ne önlerini gördüler ne de çevrelerini. Her isteklerine çabuk ulaştıkları için yaşamdan tat almıyorlar, alışkanlıkları alışılanın dışında…” Yine sustu, İrem. Yutkundu ve anlatmaya devam etti, yüklerini sermeliydi, dökmeliydi içini… “Kızım lezbiyen…” diye konuya direkt giriş yaptı.

“Oğlumun da gey olduğu söyleniyor…” tekrar sustu, İrem. Kadir de müdahale etmedi.

“Çalışmadıkları için hayatı hiç mi hiç tanımadılar. Ben bu yaşta, bu servetle hayata karşı zorlanırken onlar mukavemet duygusundan çok uzak hatta bilmiyorlar da, gerçek hayatla ilgili duyguları hiç tanımadılar. Parayı kartta gördüklerinden hiçbir şeyin fiyatını da değerini de bilmiyorlar. Böyle olunca da çevrelerindeki asalakları dost sanıyorlar. Tat alamayınca da istekleri sınır tanımıyor, tanım olmayınca da sapkınlıklar başlıyor. Şimdi, kızım lezbiyen oğlumda gey olmuş. Sustu, telefonun diğer ucundan sadece iç çekme sesleri kesik ve derinden geliyordu, ağlıyordu İrem. Üzgünüm dostum, lavaboya kadar gideceğim, döndüğümde ararım.

“Tamam” diyebildi, telefonu ve fincanı masaya bırakıp sundurmaya çıktı. Önce derin nefesler alıp bıraktı, gecenin mavi karanlığına. Kendi de üzülmüştü, İrem’in bu durumuna. Bir kendini düşündü bir de kardeşi İrem’i. Evlenmemekle kendi mi doğru yapmıştı? Yanlışlıklar İrem de miydi? Tek kelimelik ya da tek cümlede yanıtı yoktu bu sorunun. Bir soruyu da gerçekliğe kavuşturacak etmenler ise yer, zaman ve şartlardı, belirleyici olan.

Gerinerek birkaç derin nefes aldı. Sonra da üç beş kucak odun taşıdı şöminenin yanına, anlaşılan sabah zor olacaktı. Son kucak odunu götürürken telefonun zilini duysa da yetişemedi. Odunları şöminenin yanına istifledikten sonra telefona baktı, arayan İrem’di, tuşa bastı.

“Uyuduğunu sanıp numarayı tekrar çevirmedim. Uyandırdım mı?”

“Yok, uyumuyordum. Dışarı çıkıp şömineye odun taşıdım, telefona da yetişemeyince hemen geri çevrim yaptım.”

“Çok sevindim. Başlamışken içimdekilerini yarım bırakmak istemiyordum. Yetemiyorum artık dostum, ne yapacağımı da bilemiyorum. İnan kendimden vaz geçtim.”

“Çözemezsin de, kendinden vaz geçtiğin sürece de çözülmeyecek. Şimdi iyi dinle…”

“Hem de pür dikkat.”

“Çocuklara karşı duyduğun kaygı var ya…”

“Evet, hem de canımı bile veririm.”

“Bu kaygıyı önce kendin için duyacaksın, önceliğin hatta olmazsa olmazın önce kendine bakacaksın.”

“Bunu nasıl yapacağım. Benim tek düşündüğüm çocuklarım.”

“Bende bu kaygından, sorunundan bahsediyorum. Bu ne demek biliyor musun?”

“Dinliyorum“

“Hem yüzme bilmiyorsun hem denize atlayıp boğulanı kurtarmak istiyorsun. Anladın sanırım”

“Gayet iyi anladım.”

“Şimdiki çevrenden memnun musun?”

“Hayır!”

“Güzel! Buradan başla, yeni çevre edin. Üretebileceğin, el becerileriyle ilgili kurslar var, bunlara katıl. Önceleri zorlanabilirsin ama ilerleyen zamanda o günlerin hatta saatlerin bir an önce gelmesini arzu edeceksin. Zevk alacağın için araştırmalar yapacaksın, kitaplar satın alacaksın. Seni güldüreyim mi?”

“Bu haldeyken mi? Olur!”

“Zaman bile kalmayacak sana ve bir atölye açıp bunlardan para bile kazanacaksın.”

“Yok canım!”

“Maalesef canım ama böyle.”

“Çocuklar?”

“Önce sen örnek olacaksın, sendeki bu canlılıkla hayatın başka enstrümanlarını fark edecekler, aynı teli tıngırdatmasalar da muhakkak bir tele dokunacaklar. Ama olmazsa olmaz önce sen bu değişime başlamalısın. Tabii biraz da kartları kısacaksın.”

“Yeni yıl itibariyle hemen başlayacağım.”

“Lütfen heves olmasın, sevip ve azim edersen kaygılarının olumlu yönde değişeceğini göreceksin. Unutma önce kendin inanmalısın.”

“Şu an bile rahatladığımı söyleyebilirim. Çocuklar?”

“Onlarda seni takip edecekler, ne de olsa senin çocukların. İlk yapacağında onların hissedemeyeceği miktarlarda kartlarının limitlerini kısman, devamını seyredip göreceğiz. Gelişmelerden de haberim olursa sevinirim.”

“Ne demek her daim, sürekli arayabilir miyim, seni.”

“Bunu duymamış olayım, gelebilirsin de.”

“Çok… Çok, çok teşekkür ederim, Kadir.”

“Ha, bir de çocukların değişimleri başladığında onların tat alabilecekleri iş ya da benzeri alanları oluştururuz, gurupla da paylaşmamda bir sakınca var mı?”

“Yok! Tabii bilmiyorum ama şimdilik aramızda kalsa iyi mi olur?”

“Dediğin gibi olsun, sorun olmaz. Gelişimin seyrine göre kardeşlerden de yardım alırız.”

“En doğrusu bu sanırım, çok teşekkür ederim, büyük bir yük aldın omuzlarımdan.”

“İrem, büyütmeye gerek yok. O çocuklar bizim de evlatlarımız sayılır.”

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

“Teessüf ederim, beni tanımamış gibi konuşuyorsun.”

“Kusura bakma,  tabii ki de öyle demek istemedim. Gerçekten rahatladım, sanırım sevincimden dolayı da saçmaladım. Ne olur, kırılma bana.”

“Biliyorum, takma kafana.”

“Çok sağolasın, Kadir.”

İşe yaramış gibi görünüyordu, İrem duyduklarında anlıkta olsa ruh ve beden değişimini yaşıyordu. Bir tek bıkmadan, küsmeden tanımladığı yolda ilerlemek kalıyordu, sorununun çözümüne.

“Kadir, benim meselem çözüldü gibi, sıra sende. Hayatında birileri var mı?”

“Arkadaşlarım çok, duygu olarak yok.”

“Bir tane Kazak vardı, Arman’dı adı… Hım, o önceydi, bir de hatırladığım kadarıyla Özbek Gülbahar vardı.”

“Bravo İrem, müthiş hafızan varmış.”

“Rica ederim, Kadir. Kardeşimizin hayatı bu kadar da ilgilendirsin beni. İnsan kardeşine kayıtsız mı kalmalı.”

“Haklısın ama şu an hiç kimse yok.”

“Baksana bana! Sen kasıtlı olarak mı bu kızlarla devam etmedin, çok iyi insanlardı, diyordun.” Bir an sustu Kadir, açık mı vermişti. Yakalanmış mıydı, yoksa?

“Hey! Orada mısın?”

“Buradayım dostum, buradayım.”

“Neden sustun ki?”

“Sen sorunca ben de nerede hata yapmış olabilirim diye düşünüyordum, bulamadım.”

“Üzüldüm.” İrem’in bu konu hakkında devam etmemesi için konuşmayı sonlandırmak istedi.

“Bir daha ki konuşmamızda da beni konuşuruz, hayli geç oldu, ne dersin?”

“Tamam, unutmak yok ama. Melike de gelseydi iyi olurdu, iyi geceler!”

 “Evet, iyi olurdu. Teşekkür ederim. Sana da iyi geceler.”

Olmadı, olmamıştı. Bir eksik olmalarına mı? Yoksa gelmeyenin Alangoya olmasına mı? Üzülmüştü, kahvesinin son yudumunu da bitirip fincanı tezgâha koydu, uyumak için merdivenlerden çıkıp odasına yöneldi. Üstünü değiştirdi, yatmak üzereyken durdu. Yatağa baktı, “Hep aynı, birbirinin benzeri geceler” dedi ve kapıyı açıp odadan çıktı, merdivenlerden salona indi. Birkaç büyük odun takviyesi yaptı, kanepeyi şömineye çevirip uzandı.

Önce ince endamı geldi gözlerinin önüne, amazon tarzı saçlarının uçları gamzelerine doğru uzanırdı. Sanki gamzelerini gösteren yön tabelaları gibiydi. Takıldı Melike’nin gözlerine Kadir, yeşil gözlerine. Uzun kirpiklerinin ortasında iri yeşil gözler, hep takılı kalırdı, doyamazdı bakmaya. Kaçamak ve çocuksu bakışlardı, ürkerdi anlayacak diye. “Sen gelmeliydin be, Alangoya” diye hayıflandı. Gelseydi ne güzel olurdu. Birazda alkolün etkisiyle yüzü gevşedi, gözleri kapandı. Onun hayalleriyle de uyudu.

Birkaç saat geçmişti ki kapı tıklandı. Önce rüya sandı, dinlediğinde tekrar tıklandı, kanepesinde doğruldu, perdeleri açık olan salon penceresine doğru baktığında dışarısı beyaza bürünmüş gökyüzü gece mavisiydi, gün henüz doğmamıştı.  Bekledi, bu sefer kapı tıklaması yerine sundurma basamaklarında ayak sesleri duydu. Bir an irkildi, kanepeden fırlayıp salon penceresinin kapı kulpunu tuttuğunda, dışarıda ki ayak sesiyle karşılıklı göz göze geldi. Aralarında sadece pencere camı vardı. Bir an duraksadıktan sonra anahtarı çevirdi ve kapıyı açar açmaz kolundan tuttuğu gibi içeri çekti, ayak sesinin sahibini. Belinden yakaladığı gibi kaldırdı, bir iki tur kendi çevresinde döndükten sonra usulca bıraktığında yine göz gözeydiler, sımsıkı sarıldılar, bu gelen Alangoya idi. Tüylü kapüşonunun içinde yüzü net görünmese de gözler aynı gözlerdi, uzun kirpikli iri yeşil gözler, nasıl unuturdu ki. Yüreğinin perdeleri iri yeşil gözler, masum, çocuksu ve sıcak; senden önce ben varım diyen fedakâr yeşil gözler.

Uzun yıllar önceydi, nikâhına gittiğinde görmüştü, gurubun en son evleneniydi, Melike. Ucu ucuna yetişmişti, törene. İmzalar atılmış, nikâh memurunun tebrikine icabet etmek için sandalyesinden kalkarken göz göze gelmişlerdi, hüzünlenmişti, arkadaşlarında da hüzünlenmişti ama Alangoya da bir başka hüzünlenmişti.

Birde ilk nikâhı vardı ki kahrolmuştu, hele göz göze geldiklerinde cesaret edememişti bakmaya, başını öne eğmiş sırtını dönüp salonun kapısından çıkarken Melike de kalemi masaya bırakıp sandalyesinden kalkarak arka kapıdan salondan çıkmıştı. O mevsimin sonunda da yurt dışında bir Türk İnşaat Firmasının sorumlu müdürü olarak gitti, Kadir. Melike’nin yıllar sonra ikinci nikâhından geç haberi olduğu için son anda yetişmişti. Hem de tarifeli uçak bulamayınca kargo uçağı ile gelmişti İstanbul’a. Akşamında da geldiği gibi geri dönmüştü anılar dolu olan İstanbul’dan.

“Üşüdüm” dedi, Melike. Üşüyen ellerini ovuştururken parmaklarına takıldı, gözü. Yüzük yoktu, parmağında. İçinden –acaba- dedi.

“Pardon! Şöminenin yanına geç, bende odun alıp geleyim. Bir dış kapıya bir mutfağa gidip geldi. Ne yapacağını şaşırdı, Kadir. Melike de onu seyrediyordu, şöminenin başında. Kapıdan çıkarken de, “Sen aç olmalısın, ne hazırlayayım sana” dediğinde, tebessüm ediyordu Melike.

“Açım, önce ısınayım, beraber hazırlarız” dedi. Kadir odunları şömineye yerleştirdi, alevi de harladı, kilitlenmişti aklındaki komuta, -Alangoya üşümemeliydi-. Kanepeden battaniyeyi alarak omuzlarından beline doğru sardı, mutfağa geçti, çorba ve makarna hazırladı, masayı donatıp Melike’nin yanına kanepeye oturdu.

“Isındın mı?” diye sordu, yavaş bir ses tonuyla.

“Bilmem, senin koşturmandan başım döndü.”

“Üzgünüm Alangoya, kusura bakma!” diyebildi. Şaşırmıştı, mutluluk şaşkınlığıydı.

“Alangoya ha! Bunu ilk sen söylemiştin bana, unutmamışsın.”

“Nasıl unuturum ki, tarihe damgasını vuran bir kadın, benim içinde anlamı çok büyük, biliyorsun. Bu ifadeye tek sen yakışıyorsun” dediğinde, Melike de tatlı bir mahcubiyet yaşıyordu.

“Teşekkür ederim, biliyorum. Kadir bakıyorum da sen hiç değişmemişsin.”

“Teveccühün, bekâr kaldığımdandır. Sende aynısın” dedi, kısık bir ses tonuyla.

“Kaç yıl oldu görüşmeyeli?”

“On bir yıl” diye net bir cevap verdi.

“Gerçekten mi? Çok uzun bir zaman olmuş.”

“Evet, çoook uzun zaman oldu, seni görmeyeli… Haydi kalk! Çorban soğumasın, zaten üşüttüm de seni. Hiç olmazsa çorbayı sıcak ikram edeyim.” Kadir görmüyordu ama Melike bu söze gülüyordu. Sanki tatlı bir hinlik vardı, tebessümünde.

Battaniyeyi sırtından aldı, masaya kadar eşlik etti. Kadın otururken sandalyesini sürdü. Kadir, Melike’nin gelişine olan sevinçleri, duygularının dalga dalga seyirleri kalbinin duvarlarına her çarptığında eli ayağına dolanıyor, sakarlıkları birbirini kovalarken bazen de saçmalıyordu.

“Kadir biliyor musun, toy bir delikanlı gibisin” dediğinde yüzü kızardı. Masadan kalkıp çay demlemek için mutfağa gitti. Melike yine tatlı bir gülümseme ile bakıyordu, ardından.

“Sen yemeyecek misin?”

“Geliyorum, sana eşlik edeceğim.” Bir kâsede kendine alıp geldi. Servisini yaptı. Sessizce yemeklerini yerken, ara kaçamaklarla süzüyordu Melike’yi, Kadir.

Yemek bitmiş çay içimlerini salon camına dönük yaparken kar yeniden yağmaya başladı. Konuşamıyorlardı, onca yıldan sonra ne konuşacaklardı ki… Kar lapa lapa yağıyordu, dans ederek düşen kar taneleri yiten takvim yapraklarını andırıyordu. Kadir ansızın sol omuzunda ağırlık hissetti, başını o yöne çevirdiğinde Melike başını omzuna yaslamıştı. Mutluydu kadın, gözleri aheste inen kar tanelerindeydi.

“Bu senin fikrin çok belli de, nereden geldi aklına?”

“Eve gidiyordum, kar birden bastırınca İstanbul trafiği malum, bir de müzik açıktı…”

“Yine Sanat Müziği mi dinliyorsun?”

“Evet! Biliyorsun adı üstünde, sanat.”

“Haklısın! Devam et.”

“Şarkı da –Maziye bir bakıver neler neler bıraktık- dedi ve ben bir anda otobandan çıkıp buraya geldim. Sonrada kardeşleri aradım. Önce Ayaz’ı, gelirken kızları sen al dedim. Reha, Erten’i de aradım, Şahan’a da erkekleri de sen getirirsin dedim. Hiç düşünmeden kabul de ettiler, onlarda çok mutlu oldular, demek ki hepimizin ihtiyacı vardı, özlem doluyduk. Tabii sırada İrem vardı, o da bana Melike’yi ben ararım, dedi. Bana geri dönüş yaptığında senin yılbaşı tatilini yurt dışında geçirmek için havaalanında olduğunu söyledi. Şu an buradasın, ne oldu ki?” diye sorduğunda hemen cevap vermedi, bir müddet bekledikten sonra, “Senin dediğin gibi konu kardeşler olunca önceliğim değişti, bir arada olmayı bende çok istiyordum, hem çok özlemiştim de. Sanırım benim yerimde her kardeş aynısını yapardı.”

Kar yağışı durmuş, günün ışıkları da doğayı aydınlatmaya başladı.

“Yorgunsun, yatalım mı?”  dedi, Kadir.

“Olur, sen nasıl istersen.”

“Sen bu kanepede yat, odalar soğuktur.”

“Sende burada kalmalısın.”

“Sorun değil, ben oda da kalırım.”

“Olmaz! Madem soğuk sende burada kalmalısın.” Bir an duraladı adam, -peki- dedi ve ikinci kanepeye de yatak açmak için üst kata çıktı. Merdivenleri hızlıca çıktı, sevinçliydi. İlk defa aynı çatı altında kalacaklardı. Hem de bir başlarına. Kendinle konuştuğunun farkında bile değildi. Döndüğünde Alangoya uyuyordu. Üstünü örtü, kendi yatağını yaptı ve yattı.

Adam bir süre uyuyamadı. Nasıl uyusun ki, hasretleri vardı, özlemleri vardı, uzun yılların kayboluşları vardı. Üstelikte ilk defa baş başalardı. Düşüncelerinde Alangoya’yı seyretti. Bir süre sonra da gözleri kapandı, o da uyudu.

Öğlen vakti yerini ikindi zamanına bıraktığında uyandı, Kadir. Melike elinde çay, salon penceresine yaslanmış dışarıyı seyrediyordu. Kim bilir o da nerelerdeydi, neyi düşünüyordu? Kadir’de yatağında yüzüstü dönüp, yastığın üstündeki ellerine çenesini koymuş yüreğindeki kadını seyrediyordu. Sağ omuzunu pencereye payanda yapmış, sol ayağını da destek olan sağ ayağının üstüne çapraz dolayıp uzaklara bakıyordu, Melike. Siyah botlarının üzerine giydiği siyah kaşe pantolonu, üstünde de yakaları kalkık gece mavisi kazağı bütünlüyordu, kıyafetini. Hep sade ve gösterişsiz giyinirdi, makyajda yapmazdı. Sağ kolu sol göğsünün üzerinden sol omuzunu tutarken eli, sol elinde de yudumladığı çayın bardağını tutuyordu. Ses etmeden uzunca seyretti. Ta ki, Melike camdan kendisinin yansımasını seyrettiğini anladığında yatağında sırtüstü döndü. Fark edildiğini anladığında utanmıştı. Kabahat işleyen çocuklar gibi kendini sakladı. Melike izlendiğini biliyordu, anı bozmak istemedi, kendi de rahatsız değildi. Yataktan kalkıp doğrulduğunda masada hazır olan kahvaltıyı gördü. Demek ki erken kalkmış etrafı da toplamıştı.

“Günaydın! Nasıl, rahat uyuyabildin mi?”

“Günaydın! Hem de hiç uyanmadan, sıcak ve bir de senin güveninle uzun zamandır ilk defa böyle uyudum.”

“Sağolasın, kahvaltıyı da hazırlamışsın. Biliyor musun Alangoya, annemden sonra bana kahvaltı hazırlayan ilk kadın sensin.”

“Altı üstü kahvaltı işte.”

“Hiç dediğin gibi görünmüyor buradan, yaşayan bilir.”

Melike masaya oturdu, elindeki bardağı bırakıp diğer bardağı doldururken Kadir çaydanlığı almak için hamle yaptı, kadının elini tuttu.

“Müsaade edersen kendi bardağımı ben doldurayım” dedi, Melike gülerek, “Müsaade etmem” dedi, birbirlerinin gözlerinin içindeydiler.

“Zeliha teyzeden sonra sana kahvaltı hazırlayan ilk kadınsam, bundan sonrada benimdir bu görev” dedi. Kadir duraladı ve Alangoya’nın gözlerine baktı. Cümlenin anlamı yol ayırımı tabelası gibiydi, soramıyordu da, soramazdı.

“Şimdi sen soğutacaksın çayını, aç kalmanı istemem, ihtiyacım var sana” dedi. Bu sözler gaipten mi geliyordu, serap mı görüyordu, yoksa? Silkelendi, -Pardon- dediyse de aklı manalarda kalmıştı. Melike’nin kızartıp üstüne de tereyağı ve bal sürdüğü ekmeği kendisine uzattığını fark edemedi.

“Görevi ben üstlendim de elim havada kaldı. Nerelere gittin?”

“Hım, özür dilerim. Annemden sonra ilk olunca nasıl davranacağımı bilemedim.” Kendini topladı ve devam etti.

“Şımartıyorsun beni.”

“Sorun yok! Şımarabilirsin.”

“Pişman olursun, söylemedi deme.”

“Pişman olmam, neden ki?”

“Alışırım…” yutkundu, devam edemedi. Melike anlamış mıydı, kasıtlı mı yapıyordu?

“Ne var ki bunda?” dediğinde, acaba cesaretlendiriyor muydu yoksa cesaret mi bulmuştu kendinde?

“Bırakmam o zaman, seni” dedi ve ekmek alma hamlesine sığınarak gözlerini kaçırdı.

“Güzel, bende gitmem o zaman.” Kadir kulaklarına inanamadı. -Şaka olmalı- diye düşünürken, “Neredeysen dön artık, aç kalacaksın. Sonra Zeliha teyze kızmasın bana.”

“Bu Zeliha da ne teyzeymiş, be. Hani biraz daha nazlansam –Zeliha teyze kızmasın bari ben yedireyim- diyeceksin, neredeyse” dedi, gülerek.

“Neden gülüyorsun ki, tabii ki de yediririm, bundan da zevk duyarım” sözü ile Kadir’in çok hoşuna gitmişti ama yapmış olduğu şakanın da altında kaldı. Ne de olsa Alangoya idi karşısındaki.

“Sen otur, ben masayı toplayıp bize bir kahve yapayım.” Kaçamağında bulundu.

“Kahveleri yapmasına yap da ben de alil değilim, masayı toplayayım, bari.” Bu söz üzerine kendini tuhaf hissetti, “Bu kadar üst üste ters cümleler kurmazdı ama vardır bir hayrı” diye geçirdi içinden. Bu takılmalar Melike’nin hoşuna gidiyordu.

“Ne o takıldın mı, Kadir?”

“Sen böyle yüklenmezdin ama takılmadım da değil, hani.”

“Şaka ya! Hoşuma gitti, yanında da kendimi rahat hissedince birden ağzımdan çıkıverdi.”

“Anladım, buldun beni tek başıma…”

“Yok! Tek başına değilsin, ben varım yanında, baş başayız. Hem işi de paylaşmalıyız. Sen kahveleri yap bende masayı toplayayım. Güzel bir iş birlikteliği, öyle değil mi?”

“Anlaşıldı, kahveleri içelim sonra…” Heyecanla sözünü kesti.

“Sonra ne yapacağız?”

“Ormana gidip şömineye ağaç keseceğiz.”

“İşte bu be, kartopu da oynayacak mıyız?”

“Yaban domuzlarına yem olmayalım da.”

“Tüfek alırız yanımıza.”

“Tabii canım, hatta sen kullanırsın.”

“Neden olmasın ki, canım!”

“Tamam, teslim oluyorum. Kahveleri getiriyorum.”

“İyi de ben yanındayım, zaten.” Fincanlar elinde döndüğünde göz göze geldiler. Melike yol vererek dolaba yöneldi.

“Kahvenin yanında hâlâ maden suyu içiyorsun, değil mi?”

“On bir yıldır görüşmüyoruz, okul yıllarını da ekledin mi hayli fazla ama sen unutmamışsın.”

“Neden unutayım ki, yaşayan benim yaşatan da sendin.” Kadir bu cümleyi duymadı ya da anlamadığı için karşılık vermedi.

Kahveler masaya konmuş, Melike de bir şişe maden suyunun yanına iki de bardak getirdi.

“Sende mi maden suyu ile içiyorsun?”

“Hatırlıyor musun, böyle güzel olduğunu söylemiştin. Sen de denemelisin, demiştin.”

“Hatırlıyorum, o gün denemiştin, çaktırmamıştım ama sen hiç hoşlanmamıştın.”

“Evet. Hoşuma gitmemişti ama sen öyle içtiğin için o gündür hep böyle içiyorum.”

Dudakların da ve gözlerinde tatlı bir gevşeme oldu, Kadir’in.

Yine yan yana omuz omuza oturmuş İstanbul Boğazını ve Karadeniz’in ötelerini seyrettiler. Kahve içimleri bitti, sıkıca giyinip dışarı çıktılar.

Kapının üç basamaklı merdiveninden henüz inmişti ki Kadir, Melike ilk basamaktan sırtına atladı. Dengesini kaybedince de düştü, düştüler. Karların üstüne kapaklandılar. Kar’a bulanmışlardı, karları top yapmadan elleriyle küreyerek atıyorlardı, birbirlerine. Onca yıl aradan sonra çocuklar gibi gülüyor, eğleniyorlardı. Karların içinde yuvarlanırken gözler değdi yüreklere, bembeyaz örtünün içinde sadece yeşil gözlerini görüyordu, Kadir. Uzunca bir süre bakıştılar, bu durumdan ikisi de memnundu. Adamın yıllarca yüreğinde taşıdığı sevdası, bir göz, bir dudak mesafesindeydi. Duygu girdaplarında kalmıştı ki Alangoya gözlerini yumdu. Kadir, artık yüreğinin derinliklerinde sakladığı kafesinin kapısını açmasının tam anıydı, derin bir nefes aldı… İki eliyle avuçlarına aldığı karları Melike’nin yüzüne boca etti. Yine yapamadı, cesaret edemedi.

Kadın bağırarak kalkarken dudakları değdi dudaklarına sonrada Kadir’i yatırdı karların üzerine ve tekrar yuvarlanmaya başladılar. Bir süre sonra da sırtüstü karların üzerinde yattılar. Nefes alışları sık ve kesikti, her ikisi de gökyüzünün berraklığını seyre daldılar. Yoruldular, başlarını çevirdiklerinde yine gözler değdi yüreklere, zaman tanımak istemiyordu duygularına, Kadir birden kalktı, elini uzattı, Melike tuttuğu ele yardımcı olmadı. Davet mi ediyordu, yoksa çok mu yorulmuştu. Diğer elini de uzatıp kaldırdığında göğüs göğselerdi, “Gidelim, daha odunları taşıyacağız” dedi.

Birçok kucak odun taşıdılar, rüzgârın hızı artınca soğuk etkisini fazlaca hissettirdi. Melike’nin de dudaklarında morartılar oluştu, üşümüştü. Kadir parkasını çıkarıp sevdiği kadının sırtına sardı. Kanadının altına alarak eve girdiler.

Alışık olmadığından hayli üşümüştü, Melike. Şöminenin yanına oturtup montunu çıkarttı. Bir koşu sıcak su getirdi, pantolonunun paçalarını sıyırıp ayaklarını içine koydu. Üst kata çıkıp içlik, kazak ve eşofman getirdi.

“Yukarı çıkıp bende kıyafetlerimi değiştireceğim, sen de üstünü değiştirirsin.”

“Böyle iyiydi.”

“Nasıl, böyle?”

“Biraz önceki gibi ilgileniyordun, giydirir misin?”

İçinden “anlayamıyor, ne yapmaya çalışıyor” dediyse de sevdiği kadını da kırmak istemiyordu. Kazağını çıkarttı, havlu ile saçlarını iyice kurutup yeni kazağı giydirdi. Sıcak suyun içindeki ayaklarını ovarak masaj yaptı, kuruladı ve çoraplarını giydirdi. Eşofmanlarını uzatarak giyinmesini söyledi, kendisi de üst kata çıktı. Kurulanıp giyinip yanına geldi.

“Isınsaydın, neden kalktın ki, ben etrafı toparlayacaktım.”

“Sayende kendime geldim, üşümüyorum. Çay suyunu da koydum, birazdan içimizde ısınır. Şimdi sen ateşin yanına geç.”

“Teşekkürler Alangoya. Kanepeyi çekip beraber oturalım.”

Ateşin karşısına oturup pek konuşmadan çaylarını yudumluyorlardı. Melike bacaklarını dizlerine çekip ayaklarını da altına alarak hafif sol dönüp Kadir’in omuzuna koydu başını. Alevin kızıl rengi suratlarında dalga dalga gezinmesi, ne Melike’nin yüzündeki huzuru ne de Kadir’in suratına yansıyan yüreğindeki duyguya ışık oluyordu. Alevlerin kırılan huzmeleri firar eden duyguların yansımasını örtüyordu.

Ne kadar böyle kalmışlardı, bir kıpırtı olmayınca başını çevirdi. Uyumuştu Melike, elinden bardağını aldı, sağ eliyle onun sağ omuzunu tutup düşmemesini, rahat uyumasını sağladı. Seyrederken bir müddet sonra da gözleri kapandı ve kanepeye devrildi, Melike de üzerine.

Hava kararmış içeride sadece alevin ışıkları hâkimdi, o da zayıf yansıyordu. İçerisi soğumaya başladı. Melike gözlerini açtığında uyku sersemliğiyle bulunduğu yeri tanıyamadı. Üzerinde yattığı adama bakınca rahatladı. Bir süre seyretti, eliyle alnına düşen saçlarını düzeltti, tebessüm ederek, “hak etmedin, hiç hak etmedik kardeşim” dedi. Usulca kalktı, ateşe odun takviyesi yaptı. Askıdan aldığı montla Kadir’in üstünü örttü, mutfağa geçip yemekleri yaptı. Masayı hazırladıktan sonra da kalkmasını bekledi, yaslandığı salon penceresinde. Kaldırmadı adamı, hatta ışıkları bile açmadı, uyusun istiyordu, o da bir çocuk gibi uyuyordu.

Bir saatten fazla bir zaman geçmişti, Kadir gözlerini açtığında her yer karanlık, bir tek şöminenin alevi aydınlatıyordu, salonu. Yüzü de şömineye dönük olduğundan Melike’yi göremedi. “Acaba?” dedi, “Yoksa hepsi rüya mıydı?” diye sorarken kendine, “Günaydın!” sesiyle arkasına dönüp salon penceresine doğru baktı. Rüya değildi, çok sevinmişti, kanepeden öyle bir kalktı ki üzerindeki mont nerdeyse ateşin içine düşüyordu. Koştu ve Melike’ye sarıldı. Bu davranışa anlam veremedi, kadın.

“Hayırdır! Ne oldu, rüya mı gördün?”

“Evet!”

“Nasıl bir rüya ki?”

“Boş ver. Buradasın, ya.” Melike de sorularına devam etmedi. Beraberce ateşin yanına düşen montu aldılar.

“Üstümü örtmüşsün.”

“Bende rahatı bulunca uyumuşum, uyandırmamışsın da.”

“Rahatsız olmanı istemedim ama sonra ben de uyumuşum.”

“Masaya geçelim, açıktım.”

“Geçelim, bende çok acıktım.”

Masaya geçtiler, Melike servisi yaparken,

“Müsaade edersen ben de bir tarafından tutayım” dediğinde, “Olmaz. Bu iş artık benim demiştim, kaldı ki seni doyurmak hoşuma gidiyor. Neden beni engelliyorsun ki?”

“Tamam! Bir şey demedim, sözümü geri alıyorum, yardım edeyim demiştim.”

“Sen otur ve karnını doyur ki Zeliha anneyle karşı karşıya gelmememi sağlamış olurken bana da zaten yardım etmiş olursun.”

“Hım, ne anneymiş be!” dedi.

Yemeği neredeyse konuşmadan bitirdiler. Masa toplanırken, “Şimdi yardım etmezsem Zeliha anne bana kızar, iyisi mi şimdi sen bana izin ver ki masayı beraber kaldıralım.”

“Tamam! Ama hemen yerine oturacaksın” dediğinde, yüzünde o tatlı tebessümü vardı.

“Yahu, emrivakilerinde çok tatlı, mecbur yapacağız anlaşılan, üstelikte benim gibi özgürlüğüne düşkün bir adam. Şaşılacak gibi.”

Kadir taşıma işlerini bitirip pencereye yaslandı, yeniden yağan kar’ı seyretmeye başladı. İşlerini bitiren Melike de bir süre ona baktı, “Ne kadar uzaktasın Kadir, onca yıl oldu gelemedin buralara” dedi, içinden. Arkasından yaklaştı, “Nedir seni onca yıl buralara getirmeyen, nedir be Kadir?”

“Yok, bir şey” dedi. Melike elini tutup masaya getirirken, “Ne içersin?” diye, sordu.

“Çay veya kahve, nasıl istersen o olsun.”

“Başka? Bu akşam ben rakı içmek istiyorum, ya sen?”

“Sen ne içersen kabulümdür.”

“Tamam, da şu uzakları anlatmanı istiyorum, bu akşam soracaklarıma cevap vermeni istiyorum.”

“Yapma!”

“Beni kıracak mısın?”

“Bu konuda kıracağım son kişi bile değilsin, bildiğini sanıyordum.”

“Güzel işte! Biliyorum, bu akşam beni kırmayacağını da biliyorum.” Kadehini kaldırıp,

“İyi ki varsın, şerefe” dedi, kadehini yudumladıktan sonra, “Şimdi anlatmaya başla bakalım şu uzakta olanı, seni bunca yıl yaralı bırakan o meçhul kadın kim? Adını, sanını sormuyorum. Sadece anlat, dostum.”

Sıkıntı yaşıyordu, adam. Nasıl anlatsın ki? Aslında tek bir kelime yeterliydi, “Sen” dese, diyemiyordu, işte. Diyebilseydi yıllar önce derdi. Alangoya’nın gözlerinin içine bakarak adeta yalvarıyordu, “Bunu benden isteme, ne olur?” Melike kararlıydı, “Seni dinliyorum.” Yutkundu, “Başka yolu yok mu?”

“Bu akşam yok, bana anlatmamakta diretirsen eğer, bil ki hemen masadan kalkıp çıkıp gideceğim. Ama bu sefer on bir yıl olmaz, sakın ola ki bunu bir tehdit olarak anlama.”

“Ne olur böyle konuşma, kaybetmek istediğim kişi hiç değilsin, sen.”

“Bak Kadir! Gurupta elini tutmadığın kişi yok, hepsine bir çare olmuşsun. Ama yazıklar olsun ki bize sana bir derdin mi var kardeş dememişiz.”

“Bilmiyorlardı ki.”

“Sen bilmişsin ama biz de bilmeliydik.”

“Bırak yüklenme kardeşlere.”

“Bu akşam bu konu aydınlığa kavuşmazsa eğer, bana çok büyük kötülük yapmış olacaksın.”

“Böyle konuşma, sana kötülük yapamam, alt tarafı bir çocukluk aşkı.”

“Aşkın senin olsun, dertlerinde senin. Ben çeker giderim, olur biter.”

“Hayır! Seni kaybedemem.”

“Asıl kötü ne biliyor musun? Bana yapmış olacağın en büyük kötülük… Ben seni kaybetmiş olacağım. İşte bana yapmış olacağın kötülük bu. Hem de en büyüğü…”

Melike’nin yüzü çelik gibiydi, gözlerini Kadir’den çekerek kadehine sığındı, kalktı ve salon penceresine yaslanarak, yiten günleri gibi gökyüzünden inen karları seyretti. Kadir ne söyleyeceğini bile düşünemiyordu. Donup kalmıştı, ilk defa bu kadar yakın, ilk defa sevdasını haykıracak an bulmasına rağmen beceremiyordu. Kırmaktan ürküyor, kaybetmekse dayanılmaz acıydı, hayalinde ki bir sevda olarak kalmasına da taraftı.

Melike yanına gelip ellerini masaya dayadı, “Gitmemi istiyor musun?” gözlerinin içine bakıyor ama nutku tutulmuş bir şey söyleyemiyordu. Döndü ve kapıya doğru yürüdü. Alangoya gidiyordu. O da iyi biliyordu ki kapıdan çıktığında bir daha geri dönmezdi. Üzüntülü ve şaşkın gözlerle ardından baktı. Ne yapabilirdi. Duyguları karma karışıktı.

“Otur! Lütfen otur” Kadın başını çevirip,

“Oturayım mı, emin misin?”

“Evet! Her şeyi anlatacağım.”

Melike masaya döndü, sandalyesini de Kadir’e hafif çapraz çevirerek karşılıklı göz göze, diz dize oturuyorlardı. Kadehinden bir yudum aldıktan sonra, “Beni kırmayacağından emindim” dedi. Kadir de anlatmaya başlamadan kadehini bir yudumda bitirdi.

“Beğeniyor muydum? Hoşuma mı gitmişti? Bilmediğimiz bir kelimeydi, aşk. Çocukluk işte!” diye, zor da başladı.

“İşte o adını bilmediğimiz, adı her neyse koyamadığımız o şey unutulmuyor, hele ki çocukluk ya da gençlik aşkı fark etmez, o yüreğimize değen ilk damla hep orada kalıyor, hiç gitmiyor, Kadir. Bazı zamanlar, böbrekte ki taş misali kendini hissettirdiğinde sancıları çok ağır oluyor. Oysa her şey avucumuzun içinde olmasına rağmen kayıp giderken, sen elini yumup kaymasını önleyemiyorsun.” dedi.

“Ne güzel tarif ettin, Alangoya. Ama yitip gitti.”

“Bu gün ise üzülüyoruz, ama bu acı günleri o günlerde inşa ettik, ancak bu gün anlayabildik.”

Melike, Kadir’den önce yüreğinin derinliklerine girmişti. Demek ki onun da kayıpları vardı, o günlerden. Bir hayli hüzünlenmişti Kadir, onu dinlerken, gözleri çelikleşmiş yüzünün her noktasından okuyordu, kalp yarasını. “Hayırdır!” dedi içinden ve devam etti.

“O şirin mahallemiz Yalıköy’de başladı. Duruşu, konuşması, kendinden önce sevdiğini sahiplenmesi, iri yeşi… Beni kendine hayran bırakmıştı.”

Dilinin ucundan çevirdi, az kalsın açık veriyordu. Tepki vermemişti ama acaba duymuş muydu, Melike?

“Çocukluk aşkından mı bahsediyorsun?”

“Evet. Dediğim gibi çocuktuk işte.”

“Hım… Sonra?”

“Okulda, mahallede hep onu izler, onun olabileceği yerlerde bulunurdum…”

“Aynı okulda mıydınız?”

“Yok. A… Şey, o ortaokulun son sınıfındayken ben liseye gidiyordum.”

“Yani kendi okulunu kırıp A’nın okuluna mı gidiyordun. Bu arada o meçhul kadının adı A olsun. Biraz önce öyle demiştin.” Az kalsın bu kez ismini söylüyordu, dili sürçtüğünde, yüzü kızardı.

“Evet. Sınıfının penceresi alt caddeye bakıyordu. Caddedeki sıralı çınarların uygun olanına gizlenir pencereye doğru bakardım. Ne işe yarayacaksa, çocukluk işte.”

Gülüyordu Melike, hem de katıla katıla gülüyordu. Kadir zaten sıkıntıyla anlatıyordu, açık vereceğim diye ödü patlıyordu, üstüne de Melike’nin kahkahaları eklenince çok utanmıştı, yüzü kızarmış, alnı da terlemeye başladı. Kadir masadan kalktı, her ikisinin de liman gibi sığındığı pencerenin yanına gitti. Hüzünle seyretti kar yağışını ya da çok ıraklara bakıyordu. Melike da mahcup olmuştu, yanına geldi ve arkasından beline sarıldı.

“Abarttım, kusura bakma kardeşim” dedi. Bu dokunuş bu sıcak temas adamı uzaklardan beriye getirdi. “Zaman şu anda dursa” diyordu, içinden.

“Hadi gel!” dedi, Melike. Döndü, o unutamadığı iri yeşil gözleriyle, şimdi mahcup ve utangaç bakıyordu, ona. Yine elinden tutup masaya getirdi, Kadir’i.

“Özür dilerim, sen anlat. Gülmeyeceğim.”

“Gülmen çok normaldi, komikti yaptıklarım ama o an içimdeki dalgaları kontrol edemiyor, akışıyla hareket ediyordum, mecburen.”

“Anlıyorum seni inan, hem de çok iyi anlıyorum.”

“Adını bilmediğim, her yanımı saran bu hisler bir sarmaşık gibi gün geçtikçe büyüyor, aklımı ve bedenimi sıkıyor, bulunduğum yere sığamıyordum. Bazı geceler uyuyamıyor, yatakta kaç kere döndüğümü bile hatırlamıyordum. Tavana baktığımda üstüme üstüme geliyor sanıyordum. Kimi geceler de saatin bilmem kaçında evden çıkıyor, evlerinin önünde turalıyordum. Ne göreceksem, sokak köpekleri bile uykudayken.”

“Ciddi mi söylüyorsun?”

“Biliyorum komik geliyor ama yaşadıklarım bu. Gördüğüm bildik bir ev, karanlık pencereler ama benim ruhum ancak sakinleşmiş, bedenim de durulmuş olarak eve geri dönüp uyuyordum.”

“Yıllar sonra anlatırken hâlâ o anı yaşıyorsun, çok ilginç. O kızı bir elime geçirsem senden önce ben hesabını sorarım.”

Güleç bir yüzle baktı, -aynaya bakman yeterli aslında- diyebilse, nasıl diyebilirdi ki. “O yıl birkaç dersten de ikmale kaldım. Bende evdekiler de şaşırmıştık.”

“Hatırlıyorum, gurupça mana verememiştik. Oysa iyi bir öğrenciydin. İşte başında bunu kastediyordum. O gün akşama kadar beraberdik ama hiç birimiz anlamadı, yazıklar olsun bize.”

“Öyle deme!”

“Biz, dertlerimizi daha sese bile dönüştürmeden beden dilimizden anlıyordun. Ama biz… Bugün senin dostluğunu hak ettik mi, bence tartışılır. Ne acılar içinde kıvranmışsın.” Boş olan iki kadehi de doldurup –şerefe- demeden yine bir yudumda bitirdi.

“Arkadaşlarımızla bir arada olduğumuzda kaçamak bakardım. Bazen gözlerimiz tesadüf ettiğinde içim ürperirdi, anlayacak diye.” Şimdi gülme sırası kendindeydi.

“Neden güldün ki?”

“Bugün o ürktüğüm karelere bakıyorum da, ne kadar çocuksuymuş.”

“Neden böyle dedin ki?”

“Ürkmemiş olsam anlayacaktı. Ya dostluğumuz bitecekti ya da bu ağır yükü bugünlere kadar taşımız olmayacaktım.”

“Evet, mantıklı görünüyor.”

“Öyle değil ama ya dostluğumuz bitseydi, kahrolurdum herhalde. Ayaz’dan kötü olurdum.”

“Ayaz’a ne oldu ki? Neyse boş ver şimdi Ayaz’ı. Bence senin gibi adama karşılık verirdi. Ben olsam seve seve karşılık verirdim.” Bu söz üzerine kopmuştu, Kadir. Duyduğuna inanamıyordu, onca yıl heba mı olmuştu? Sadece us’un da mı sevişmişti sevdasıyla, ne demek oluyordu ki, bu? Hem kendine hem karşısındakine ihanet mi etmişti?

“Hey! Buradayım, yine nerelere gittin?”

“Asıl sen burada mısın?” dedi, buğulu gözlerinden sözlerine yansıyan yumuşak bir ses tonuyla. “Tabii ki buradayım, yanındayım.” Mutlu olmuştu bu söze, “hep yanımda olsan!” diye geçirdi içinden de dışa nasıl aktaracaktı, bu düşüncesini.

“Seni dinliyorum!”

      “Gözlerimizle, sözlerimizle çok değmiştik birbirimize ama sese dönüştürecek cesareti hiç bulamadım, kendimde.” Çok üzülmüştü, Melike,

      “Evlendi mi?” Kendisinin de anlam veremediği bu soruyu sorma gereği duydu.

      “Evet. Nikâhına gittim, defteri imzalarken göz göze geldik. Ben kendimi iyi hissetmediğim için hemen dönüp salonu terk ettim. Sonrada yurt dışından gelen teklifi kabul edip Rusya’ya gittim.” Elini kadehine uzattığında, Melike ağlıyordu.

      “Özür dilerim! Üzdüm seni, ne olur ağlama, senin ağlamana dayanamam.”

      “Kusura bakma Kadir, yatmak istiyorum.”

      “Tamam, hemen yatağını açayım. Seni yalnız bırakayım, ben yukarıda oda da yatarım.”

      “Lütfen sende burada kal!” Kadir kanepeye yatağı açtı, ateşi iyice alevlendirdi, odunlarla besledi sonrada kendi yatağını açıp yattı.

      İkisi de uyumuyordu. Melike sessizce ağlıyordu. Kadir ise onun bu vermiş olduğu tepkiyi normal buluyordu. Çünkü o dostlarına kendini feda edecek kadar yüce bir duyguya sahipti. Bu özelliklerinden dolayı vurgundu, ona. Sessizliği dinlediğinde ağlaması devam ediyordu. Gece yarısını bitirdiğinde onlar yeni uyumuşlardı.

Tanyeri başlarken adam uyandı. Odunların alevleri de yerini küle bırakmak üzereydi. Dışarısı hayli soğuk olduğundan serinlik salonun havasına hâkimdi. Kalktı, önce sevdiği kıza baktı, bacaklarını karnına çekmiş büzülmüş şekilde uyuyordu. Şömineye de odun takviyeleri yapıp yatağına geçti. Uyuyamıyordu, defalarca sağa sola dönse de uyuyamadı. Kalktı, geceden kalan masayı topladı. Kahvaltılıkları masaya çıkarttı. Sıkıca giyinip bahçeye çıktı.

Rampanın dibindeki birkaç kütüğü çekerek evin önüne getirdi. Bir hayli yoruldu, soluklanmak için de sundurmanın merdiven basamağına oturdu. Melike’nin onu hayran gözlerle izlediğinin farkında değildi. Kalktı, bir iki kütük parçası daha getirmek üzere rampaya doğru yürüdü. Dönüş yolunu yarılamışken Melike mutfağa geçti. Hazırladığı büyükçe bir bardak portakal suyunu ona ikram etti. Gözleri parlıyordu, Kadir’in.

“Sen içtin mi?”

“Yok, sadece sana yaptım.”

“Sen hep böyle yapıyorsun.”

“Ne yapıyorum ki?”

“Kendinden önce başkasını düşünüyorsun.”

“Sen başkası değilsin ki… Ama üzülmeni hiç istemem” der demez, yarısı dolu olan bardağı Kadir’in elinden aldığı gibi bir dikişte içti. Sevgiyle bakıyordu ona, dudaklarının kenarından akan portakal suyunu eliyle sildi, Kadir. “Dostlarını düşünmesine hep düşünürdü de iğrenmeden bardağımdakini içti” diye mırıldandı.

“Hadi içeri girelim, terlisin.”

“Kütükleri kesmem gerek, bu akşam yılbaşı biliyorsun. Kardeşlerimiz üşümemeliler.”

“Kahvaltımızı yapalım, beraberce keseriz.” Yine Kadir’in elinden tuttu, eve götürdü.

“Şimdi sen ateşin yanında dur, kollarını kaldır. Hah şöyle, aferin!” Kadir olanları anlamlandırmaya çalışırken Melike kazağının eteklerinden tuttuğu gibi çıkarttı. Havlu ile bedenini kuruladıktan sonra da yenilerini giydirdi. Bir annenin evladına gösterdiği özen içinde.

“Şimdi oldu” dedi.

“Bir annenin çocuğunu giydirdiği gibi ha! Ama çok hoşuma gitti.”

“Benim çocuğum yok ama sayende anne oldum. Ne mutlu ki senin gibi bir evladım var.”

“Bana da ne mutlu ki senin gibi bir annem var.”

“Zeliha anne duymasın, aman ha!” gülmeye başladılar. Melike, “Hadi evladım, şimdi kahvaltı zamanı” dediğinde ise gülmeleri kahkahaya dönüştü. Geceden hiçbir eser kalmamıştı, artık anlat da demiyordu. Demek ki anlattıkları yeterli gelmişti. Bu düşünce ve Melike’nin bu halde olmasına o da çok sevindi. Yüzleri gülüyordu, kahvaltılarını yaptıktan sonra kahve içimlerini de bitirip bahçeye çıktılar. Kütükleri kesip odunluğa dizdiler. Bir kısmını da şöminenin yanına taşıdılar.

Vakit öğlen olmak üzereydi, erzak dolabında eksikleri not edip alış verişe gittiler. Eksikleri tedarik ettiler, eve döndüklerinde beraberce yemekleri hazırladılar. Salon süslerini de takıp sıra yorgunluk kahvesindeydi.

      Kahve içimlerinin yarısına gelmişlerdi ki araba sesi duyuldu.

      “Sanırım bu gelen Ayaz, sen otur ben karşılarım” dedi, Kadir.

      Gelenler Ayaz ile İrem’di. Hasretle sarıldılar. Ne de olsa birbirlerini seçen kardeşlerdi, iyi dostlardı, yani. Ayaz, “Sanki yanında biri varmış gibi gördük.”

“İçeride biri mi var?” diye sordu, İrem. “Bizden önce gelen olmadığına göre misafirin var, herhalde” dedi, Ayaz.

      “Yoksa yılbaşı bahanesiyle sürpriz mi yapacaksın, inan çok sevinirim. İşte bu tam yılbaşı sürprizi olur.”

      “O kadar soru sordunuz ki hepsine cevap versem burada donacağız. Önce içeri girelim konuşuruz.”

      Henüz kapıyı açmışlardı ki gördüğüne inanamayan İrem bağırdı.

      “İşte bu tam sürpriz oldu. Sen ne zaman geldin, Melike? Uçağa binmek üzereydin, ne ara geldin?”

“Sen telefon ettikten sonra, kardeşler toplanırken tatil umurumda olur mu ki?”

“Kış günü havaalanından buraya geldin, ha! Bravo sana, herkes yapmaz.”

“Sen nasılsın, Ayaz?”

“İyiyim kardeş, bildiğin gibi diyelim.”

Çaylarını içerken hasret giderdiler. Maziden konuşuyorlardı ki, Ayaz bir arabanın yaklaştığını görerek, “Bu gelende Şahan olmalı” dedi ve Kadir ile kapıya çıkıp ekibin kalanlarını karşıladılar. İçeri girdiklerinde yüzler gülüyor, özlem dolu duygularla birbirlerine sarılıp hatır sordular.

      Sohbet, uzun aradan sonra bir araya gelmenin sevinç turlarındaydı. Kimi işinden kimi de çevrelerinden bahsediyordu ama ana konu geçmişleriydi, daha çok konuştukları. Çocukluk, ergenlik ve hayatın yol ayrımlarında ayrı düşmelerini konuşuyorlardı.   Guruptan ilk İrem ayrıldı, evlenmişti. Okul yaşamı da pek zaman bırakmamıştı, bir araya gelmelerine, bir kaçı da il dışında okuyordu. İş, askerlik ve evlilik süreçleriyle tesadüflere kalmıştı iki kişinin rast gelmeleri, daha çok telefondu bağları, o da özel günlere aitti.

      Saat 24.00’e birkaç dakika kala salonun ortasında toplandılar. Yeni yıla girişlerini coşkularla karşıladılar. Hep birlikte pencereden boğazın her iki yanından havai fişeklerin patlamalarını ve güzelliklerini seyrettiler. Danslar edildi, şarkılar söylendi. Artık sıra masadaki yemeğe gelmişti.

      Kadir, arkadaşlarını masadaki yerlerine bilinçli oturttu. Uzun köşenin sağ başına Erten’i sol başına da Şahan’ı oturttu, pencereye yüzü dönük sağ baş tarafta Ayaz ve karşısına da İrem’i kasıtlı oturttu, Ayaz’ın yanında Reha ve karşısında da Melike vardı. Kadir ayakta arkadaşlarına hizmet ediyordu, servisleri yaparken, “Burada iki bayan var, biz hallederiz, sen otur, Kadir” dedi İrem. İkili konuşmalar kesilip hepsi sese, masaya odaklandı.

      “Ben gayet iyiyim, keyfinize bakın. Sizleri, yani kardeşlerimi ağırlamak, sizin rahat ve mutlu olmanız bana huzur veriyor, kaldı ki kardeşiz. Lakin bir gerçek var ki hepimizin sorunu olan öğretiler. Ailemizin, ikili ilişkilerimizin, toplumumuzun öğretileri; zaman değiştikçe, algılar farklılaştıkça değişimler olması gereken gelişimi öksüz bıraktı.”

      “Freud başladı” dedi, Ayaz.

      “Bir bekle bakalım Ayaz, kardeşimiz ne diyecek” diye müdahale etti, Erten.

      “Teşekkürler Erten. Edinimlerle cinsiyeti öyle işlemişlerdi ki beyinlerimize, İrem bayan olduğu için hizmetin sadece kadınlara ait olduğu ezberiyle biraz önceki teklifi yaptı. Haklı, kendince… Burada, benim yerimde kendisi de, Şahan da veya Ayaz da olabilirdi, olmalı da. Ama yalnız ve yalnızca yürekten gelirse olmalı, şifrelenmiş edinimlerle değil. Biz daha bunu beceremezken yaşadığımız evlilikleri sorguluyoruz, nerede yanlış yaptık diye birbirimizin tecrübelerinden mum ışığı bekliyoruz. Bizler birey olamadıktan sonra cinsiyette kalırız kardeşlerim, karşımızdakinin rengi de, dili de, dini de düşüncemizi ayrıştırır at gözlüğü ile bakmamıza da devam ederiz. Bizlere bunu öğretmişler, ancak aklımız olmasına rağmen doğru mu diye de hiç sorgulamamışsak, hatayı kendimizde aramalıyız, oysaki çözümü de bizde. Bu hatayı göremezsek yığınların peşi sıra gelmesi de kaçınılmaz.”

Masadan ses çıkmadı, herkes çatalı bıçağı bırakmış boş gözlerle Kadir’e baktılar. Kendilerini sorguluyorlardı, ama nafile idi.  Alışkanlıklar ve ezberletilenler bu değildi ki, devam etti, “Hayatın getirdiği yenilikleri hazımsız bir şekilde yaşamımıza katınca değişimlerin oluşturduğu yıkımları da göremedik. Feminizm budalalığı, ekonomik özgürlük saçmalığı bu yıkımları hızlandırdı.”

      “Nasıl yani, akşama kadar çalışıp eve geldiğimde evdeki kadın önüme bir tas çorba koymamalı mı? Diye sordu, Şahan.

      “Bir tencere yemeği de hak ediyorsun etmesine de, unutmamalı ki o da senin gibi çalışıyor. Evin tüm işi ve özellikle de çocukların yetiştirilmesi; ülkemizde ve dünyada geleceği yani çocukları anneler yetiştirir. Ancak ne acıdır ki annelerimizi cahil bırakıyoruz. Evet, Şahan sen eşini hiç dışarıda bir yemeğe götürdün mü?”

      “Beceremez ki, böyle bir görgüsü de yok.”

      “Bizlerin var mıydı? Hangimiz nedimelerle büyüdük ki, bizlerinde böyle kültürü yoktu ama öğrendik. Birbirimize yaslandık öğrendik, doğruyu öğrenen kardeşim diğerlerine öğretti. Ama öğrendik. Öyle değil mi?”

“Evet ama…”

      “Mesele becerememek de değil, biz bunları görebildik mi, gördüğümüzde işimize gelip ardına mı sığındık? Yoksa kör müydük ya da yüreksiz mi?” Ha, yürekli olanlarda kullanıldı mı? Çok fazla kullanılanlar da oldu.”

      “E, o zaman görmezden gelmek daha iyi” dedi, Ayaz.

      “Emeksiz kazanç, bireysel menfaatler ve kapının dışında başka limanlara sığınma arayışları…” Reha sözünü keserek,

      “Sende aradın? Hem de yurt dışında” diye çıkış yaptı.

      “Bir de Ukraynalı Elenora var, bana gelmiştiniz” diyerek yüklendi, Ayaz.

“Doğru söylüyorsunuz, ancak, bekârdım demeyeceğim ama gönül eğlendirmiyordum. Bu konuştuklarımın doğrultusundaydı ilişkilerim.”

Ayaz devam etti, “Reha’nın dediğine göre Özbek’i, Kazak’ı da varmış.”

“Hepsi için düsturum aynıydı.”

“Onlarda bir insan, beklentileri ve hayalleri vardı ama kâğıt mendil gibi bir kenara atıldılar.” Ayaz’ın aykırı çıkışları devam ediyordu.

“Söylemeye çalıştığım tam da bu. Yabancıların edinimlerinin bizden daha farklı olmaları, sorguluyorlar ve de isteklerini tanımladıkları için sorun asgariye düşüyor.”

“İyi de onlarda da boşanma hayli yüksek.”

“Evet, erkeklerin öncelikle alkol bağımlılığından kaynaklanıyor. Bizimde aynı nedenlerimiz var, birey olamayan yabancılar da tabii ki var.” Ayaz yüklendikçe biraz da sıkıştırıyordu Kadir’i.

“Hadi, bizim derdimiz evlendikten sonra oldu. Senin evlenmemendeki derdin neydi? Onca bayandan sonra neden evlenmedin ki?” dediğinde yine gözler Kadir’e çevrilmişti. Bu sefer Melike’nin gözleri de ondaydı ve göz göze geldiler. Söylediklerinden dönmek gibi bir huyu yoktu ama cevaplaması zor bir soruydu. Yutkundu,  kadehini yudumladı, boşalınca da doldurdu. Zaman mı kazanıyordu? Yoksa yüreğindekini gün ışığına mı çıkartacaktı? Cevaplamadan önce kadehini bir yudumda sonlandırdı. Birden, “O arkadaşlar… O bayan arkadaşların şansızlığı…” sustu ve Alangoya’ya baktı. “O arkadaşların şanssızlığı, yüreğimde birinin olmasıydı.” İrem çok şaşırdı, çünkü en sık görüşen kardeşlerdi ama bilmiyordu, “O ne demek, şimdi?” diyerek, tepkisini dile getirdi.

“Beğendiğim bir kız vardı, yabancı arkadaşlarda da sanırım yüreğimdekini aradım, bulamayınca da olmadı” diyebildi, gurubun hiç bilmediği bir bilgiydi, şaşkın gözlerle birbirlerine baktılar ve Kadir devam etti.

“Sevdiğim kız, sevdamdı” diyebildi, gözlerini kapatarak.

“Öldü mü?” diye sordu, İrem.

“Hayır.”

“Hiç haberimiz olmadı, uzakta mı?”

“Yakın, hem de çok yakında.” Herkes yine afallamış gözlerle birbirlerine baktılar.

“Nerede, kim ki, o?” diye sorularına devam ediyorlardı, kardeşler. Kadir de eliyle kalbini göstererek, “Yüreğimde” dedi. Kadir biraz rahatlamış ama çok zorlanmıştı. Gurup ise şaşkındı. Melike ise anlamaya, çözmeye çalışıyordu. Birkaç dakika sessizlik oldu.

      “Bu kadar yeter, kişiselleştirmenin bir anlamı yok, hatalarımızı bulmaya çalışıyoruz” dedi, Erten. Bu çıkışı Kadir’in zor anlarından kurtulmasını sağladı.

“Aramızda ilk evlenen olmama rağmen şu anlattıklarınız bana ne kadar uzak” dedi, İrem.

Melike hiç yorum yapmıyor arada Kadir’e bakıyordu, daha çok o konuştuğu için mi yoksa bir sevdasından dolayı evlenmediğini söylediği için miydi?

      “Serde öğretmenlik olunca günün anlam ve önemini başlatmak bana mı düşüyor?”

      “Haklısın Erten, eğer müsaade edersen en basiti ve problemsizi benim ki sanırım, anlatıp aradan çıkayım, ne dersin?”

      “Olur! Söz senin, Şahan.”

      “Biliyorsunuz Erten gibi mahalleye sonradan geldik, biz köyde doğduk, edinimlerimiz de belli, babamın çocukları kız olunca dört evlilik yaptı, benim de ilk evlilikten üç kızım, ikinci evlilikte iki kızım var ki babam benim için üçüncü eş bakarken son çocuk erkek oldu. Bizim geleneklerde kadına söz düşmez. Ancak kocayınca ki o da genelde kadınların meclisinde konuşabilir. Kadının söz hakkı olmayınca da erkeğin hataları görünmez, böylece mesele de kalmıyor.”

      “Senin bakışında bu yönde mi?” diye sordu, Ayaz.

      “İlk çocuğumun yaşına yakın küçük bir kız kardeşim var. O ve kızlarımın okumasını, en kötü şartlarda kendi ayaklarının üzerinde durmasından yanayım. Biliyorsunuz ekonomik sıkıntımız yok ama düşüncem bu yönde, hayatta her şeyin olması çok mümkün.”

      “Rahat olduğun için mi, bu güzel sözler” diye sordu, Erten.

“Kesinlikle değil, toydum, babama karşı gelemezdim. Bende sevmek isterdim, bir sevdamın yolumu gözlemesine neler vermezdim ki. Töre işte, ata ne derse o olur. İnanınız ki ileri de kızlarım sevdiği bir genci benimle tanıştırabilir. Bunu tüm kalbimle söylüyorum.”

Şahan’dan beklenmedik bir nutuktu, herkes şaşkın ve gıpta ile baktı. Anlaşılan o ki yıllardan sonra bir araya gelmiş bu eski dostlar bu gece birbirlerini hayli şaşırtacaklar, belki de terletecekler.

      “Benden bu kadar kardeşler, sorunuz varsa cevaplarım yoksa söz senin Erten.” Bravo sesi birbirini takip etti. Memnun olmuştu tüm kardeşler. Bir müddet suskunluktan sonra konuşmaya Erten başladı.

      “Nasıl başlayacağımı bilemem ama şöyle anlatayım; aslında ebeveynlerimizin edinimleri Şahan’ınkiyle yakın. Ancak, biliyorsunuz ki babam devlet memuruydu. Yurdumuzun birçok yerini dolaşmamız bize avantaj sağladı. Farklı kültürlerle yoğrulduk, ama bende bu gün boşanmış biriyim… Eşimle bayan bir öğretmen arkadaşım tarafından tanıştırıldım. Kısa bir sürede arkadaşlığımız oldu ve evlendik. O günlerde bana sorsaydınız, mutluydum. Saftım ve evlilik tanımına sorumlu olmamdan kaynaklanıyordu bu fikrim. Önceleri çocuğumuz olmadı, tedaviden sonra da ikizimiz oldu. Hastalığında, ağladığında başuçlarında tek ben vardım. Eşim iş kadını ve bankacıydı. Benimde bir işim vardı, öğretmendim ve insan yavrularını yetiştiriyordum. Zaman sonra günün akşamları ve hafta sonları da iş vardı hayatında. Çocuklar da, ev de, ben de hep aksatıldık. Okuldaki verimim düştü, ebeveynlerimi çağırdım. Bir nebze rahatlamıştım ama bu defa klasik gelin kaynana sahne aldı. Arada kalmıştım, nasıl olsa yetişkinler deyip çocuklarıma şemsiye olmaya çalıştım. Çocuklar anneyi aradıklarında, o yoktu ortada. İlgilenmelisin dediğimde, -çok para sunarsan çalışmam- dedi. Artık sandal fazlaca su alıyordu ki, öğrencimle ilişkimi iddia ettiğinde teknede batmıştı.

      “Hiç arayışın olmadı mı?” diye sordu, Şahan.  “Oldu, meslekten olsun dedik hem de üç defa denedim, yürümedi. Meslek dışından iki arkadaşlığım oldu, sonuç yine aynı. Özür dileyerek iki tanesi de ilkokul öğrenimliydi ama değişen bir şey olmadı. En son sorun herhalde bende diye düşünmeye başladım.

      “Sorguladın yani kendini” diye yorum yaptı, Ayaz.

“Dediğin gibi Ayaz, öz eleştiri yaptım. Biz o güzelim Yalıköy mahallesine Şahan’ın ailesi gibi sonradan geldik. Devlet memuru olan babamdan dolayı göçebeydik, yerleşik değildik yani. Anne ve babam bu yaşta bile kimin horoz olduğuna karar verememişler. Biz işte böyle ses ve hareketin kirliliğinde büyüdük. Kim bilir belki de dinginlik arıyordum, evliliğe karar vermem de bu doğrultuda olmuşta olabilir. Reha, “Evlenmeyi düşünüyor musun? Belki de karşı taraf çocuk isterse ne yaparım diye bir çekincen olabilir mi?”

“Evlenmeyi düşünüyorum. Çocuk istemesini çok düşündüm diyemem, tedavi gördüğümüz zamanlarda problemin bende olduğunu söylediler ama meslekten beraber olduğum bir bayan da hamile kalmıştı. Bana da tuhaf gelmişti ama sonradan da tıbbi bir test yaptırmadım.”

“Kadir duydun mu? Adam bir evlilik, iki çocuk ve yedi denemeden sonra evliliği düşünüyor.”

“Ya, Ayaz! Takılma kardeşime be” diye tatlı bir çıkış yaptı, İrem.

“Teşekkür ederim İrem, bırak takılsın. Erten’i de tebrik ederim, hem de iki kere, cesaretli kardeşim, yapacak bir şey yok.”

“Senin sorun var mı, Melike” dedi, Erten. Kafasını salladı –yok- anlamında.

“Tabii ki benim de hatalarım var ama sarsıntıya neden olabilecek şiddetinde hiç olmadı. Ama düşünüyorum da yapacağımız işin olgunluğuna varmadan yapılan iş verimsiz oluyor. Bende evliliği ve ev halini bilmiyordum, sanırım. Her ne kadar öncesinde tek başıma yaşamış olsam da ben o olgunluğa ermemiştim, eşim olan kişi içinde geçerli olduğuna inanıyorum. Şimdi bakıyorum da Kadir herhalde kendinin ham olduğunu düşündüğünden evliliği hiç denemedi. Ne dersin Kadir?” diye sorduğunda, sadece tebessüm edip başını salladı.

“Öyle düşünme Erten, Kadir’in tecrübeleri de az değil” dedi Reha. Bu yorumu Ayaz da tasdik etti.

“Yine hedef tahtası yaptınız, Kadir’i. Yahu rahat bırakın şu adamı kardeşim” Yine savunma İrem’den gelmişti,

“Ege, Akdeniz şahit” dedi, Ayaz.

“Karadeniz ve özellikle kuzeyi, Ukrayna da var” dedi, Reha. İki arkadaş söz birliği yapmış gibi yine Kadir’e takıldılar. Elenora’yla olan birlikteliğinin acılarını içinde taşıdığını bilmiyorlardı, Ayaz ve Reha’nın takılmalarında burukluk ve acı hissediyordu.

Melike başını yana eğerek Kadir’e bakıyordu, tüm kardeşlerin gözü de aynı yerdeydi.

“Doğru söylüyorlar, beraberdik” dedi.

“Bir kaçını benimle paylaşmıştı ama sizin gibi kaçamak değildi ilişkileri” dedi, İrem.

“Bizim kaçamaklarımızda ihanetten kaynaklanmadı. Ruhumuzu kapıdan geçirebilmiştik ama bedenimizi kabul etmediler. Tek taraflı konuşmak rahat belki, sizler biliyorsunuz ki gençlik aşkımdı. Çocuk doğduktan iki ya da üç yıl sonra ne olduysa yatakta kardeş evde kalabalık olduk. Çok acı ama gerçek buydu” dedi, Reha.

“Bende de sığındığım bir limandı evlilik, sevdiğim bir kız vardı…” derken İrem’in gözlerine bakıyordu, Ayaz.

“Üniversite son sınıfında istemeyi düşündüm, okulu bitirince de nişan, askerlik dönüşü de nikâh olur, diyordum.”

“Bunu bilmiyorduk” dedi, Şahan.

“Kadir biliyor” dediğinde, bilinçsizce ağzından çıkmıştı bu söz, hep birlikte Kadir’e baktılar.

“Kardeşlerden sakladın, yani” dedi, Reha.

“Sizlerden saklamadım, Kadir fark etmiş. Ona dik bakmayın, biliyoruz ki laf taşımaz.”

“Bize söylemesi laf taşımak mı oluyor. Üstelikte en çok onunla görüştüm” diye sitemkâr bir yorum yaptı, İrem.

“Öyle değil İrem, konunun muhatabı söylemeli, kaldı ki kafasında oturtamadığı meseleyi de söylemek çok doğru olmazdı.

“Peki, aradan fazla geçmeden evlendin. Sanırım bir dönem de kaybettin ve okul bitmeden de evlendin. Acını bastırmak için mi? Yoksa kendince misilleme miydi?” diye sordu, Erten.

“Çok acı çektiğim için final sınavlarına girmedim. Onun içinde bir dönem kaybettim, o günler benim için çok ağırdı. Okulu bile bırakabilirdim.”

“Neler söylüyorsun sen, çok acı, hiç haberimiz olmadı” dedi. Samimi ve içten olan bu sözleri babasının okutmaması hep bir acı kalmıştı içinde Şahan’ın.

“Belki de daha kötüsü de olabilirdi, eğer Kadir olmasaydı.” Yine bakışlar Kadir’e çevrildi. Ayaz devam etti,

“Yapmayın kardeşler, bu adam tek başına yüklenemeseydi, sizlerle de paylaşırdı, inanın… Eşimle tanıştığımda bir aşk yaşadığım söylenemez. Onun bana ilgisi vardı. Benim evlilik kararım ise; kaçış veya bir meşguliyette olabilir, itiraf etmek gerekirse maddi rahatlıkta olabilir. Şu dur diyemem, oturup mizanını yapmadım."

“Ama çapkınlıklar var, öyle değil mi?” diye sordu, Reha.

“Evet. Bir kısmını da Kadir ile yaşadık” dediğinde bakışlar yine ona döndü. Melike’nin bakışı yine aynıydı, İrem de şaşkın gözlerle bakıyordu. Kadir de, “Sende beni yalıçapkını yaptın be Ayaz.”

“E, doğruyu söylüyorum.”

“Doğru da eksikleri de tamamlaman lazım.”

“Ne ki o eksikler?” diye sordu, İrem.

“Beni davet ettiğinde yanımda beraber olduğum Ukraynalı Elenora vardı. Öncekinde de Kazak Arman. Diğerlerinde ise Ayaz’ın arkadaşları ve ben tektim.”

“Doğru. Kusura bakma, bir keresinde bayanlardan biri seninle arkadaş olmak için benden bile yardım istemişlerdi, sen kabul etmedin.”

“Vay be! Bir bayanın teklifini geri çevirdin, ha. Kırılmıştır kadın.”

“Abartma İrem, beni tanıyorsun kimseyi kıracak değilim.”

“E, kadına hayır demişsin.”

“Usturuplu bir şekilde olması gerekeni anlattım, kaldı ki anlık ilişkiler bana göre değil.” İrem yanındaki Melike’ye bakıp bir hamle göremeyince de, “Sanırım sıra benim. Bu anlatacaklarımı Kadir biliyor” dediğinde, Ayaz;

“Alınacağım ama adam bekâr diye her şeyi ona mı anlatıyorsunuz?”

“Ne oldu, Ayaz! Lütfedip telefonun tellerini soğutmasaydın. Çapkınlık yapacağına arasaydın.”

“Bana sert yapıp Kadir’i koruyorsun ama.”

“Yok! Sana da sert yapmıyorum.  Hepinizden özür dileyerek söylüyorum; kocamın Kadir’in karakterinde olmasını isterdim.” Önce sessizlik oldu ve hep bir ağızdan, “Oooo…” nidaları yükseldi. Bütün başlar tekrar ona döndü. Kadir bu bakışlardan mahcup olmuştu, Melike ise hayran bakıyordu.

“Bizim bu bakışlarımızdan sıkıldı, utandı kardeşim. Taşlarımızı döküyoruz ama öncelikle birlikte yaptığımız bir yanlış var. Daha çok benim ve Melike’nin payı daha büyük.”

“Nasıl bir yanlış yapmışız, anlayamadık” dediler. Gurup hep birlikte cevabı bekliyordu.

“Bu kadar adamız bize yuh olsun ki bir kardeşimizi evlendiremedik.”

“Çocuk mu ki bize ihtiyaç duysun?” diye yorum yaptı, Ayaz.

“Tabii ki de değil ama başta ben ve Melike olmak üzere çevremizden temiz bir bayan arkadaş bulamaz mıydık?”

Gurup hiç böyle düşünmediklerinin muhabbetini yaparken Kadir Alangoya’ya bakıyordu. Göz göze gelmişlerdi, -sen olmadıktan sonra- diye mırıldandı, Kadir.

“Müsameredeki çocuklar gibi hissettim kendimi, ne olur bu konuyu kapatalım, İrem.”

“Adam müsamere çocuğu gibi hissediyormuş, kendini. Kırdığı cevizleri ben biliyorum, iyi insanlardı. Neden biriyle evlenmedin ki?” Reha’ya destek veren Ayaz daha da sıkıştırıyordu, Kadir’i.

 “Yarından tezi yok köye haber yolluyorum” dedi, Şahan. Öyle gülüyorlardı ki kahkahalar sundurmadan ormanın derinliklerine doğru yol almıştı. Kadir de gülüyordu.

“Anladım, saçmaladım galiba. En iyisi mi kaldığın yerden devam et, İrem. Lütfen susun artık, ama.”

“Tamam, dinliyoruz, kardeşim sende öyle güzel bir şaka yaptın ki, gülmeyen yok. Özür dilerim, İrem” dedi, Ayaz ve devam etti, “Hepimizden haberi olan Kadirden bizim ne kadar haberimiz var ki? O da yaşadıklarını bir zahmet paylaşsın” diye, tekrardan sıkıştırdı. “Anladık evlenmedin, yaşadıklarını neden paylaşmıyorsun?” diye sordu, Reha. Kardeşlerin hepsi Kadir’e bakıyordu. Gözleriyle, -hadi, anlat- diyorlardı.

“Sende anlatmalısın, bunu bilmeğe her kardeşimin hakkı var.”

“Ayaz haklı, sıra sende, yaşadıklarını anlatmalısın bizlere” dedi, Reha.  

Kadir önce İrem’e baktı. O da gözleriyle onay verip –sıra senin anlat- ifadesinde başıyla onayladı. Sonra da Alangoya ile göz göze geldi, o da merak ediyordu, gözlerini hiç ayırmadan ona bakıyordu.

“Evet! Bilerek ve isteyerek evlenmedim. Çünkü…” yutkundu, bardağından bir yudum içti ve devam etti. “Onun yerine koyabileceğim birini bulamadım.” Tekrar sustu Kadir. Derin birkaç nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı.

“Reha beni ziyaret ettiğinde üç bayan arkadaşımla da tanışmıştı. İkisi ile Türkiye’ye tatile geldiğimde de bizi Ayaz yazlığında misafir ettiği için Kazak Arman ve Ukraynalı Elenora’yı biliyor.” Arada göz ucuyla Melike’ye bakıyordu. Bunca konuşmalara kayıtsız gibi duran o iri yeşil gözler, neredeyse o uzun kirpiklerini kırpıştırmadan Kadir’in gözlerinin içine bakarak dinliyordu. O da anlatırken daralıyordu, hem yaşadıklarına ki Elenora’ya hem de karşısında duran sevdasına.

“Öncelikle şunu bilmelisiniz ki hiç arayışım olmadı. Hepsi tesadüfler sonucu yaşandı. Ama en önemlisi, hepsinin ortak özellikleri aynıydı” dediğinde, merak sınır ötelerini zorluyordu.

“Nedir o ortak özellikler?” diye sordu, Melike. Onca konuşmaya yorum yapmayan şimdi soru sormuştu. Kadir yutkundu, biraz sustuktan sonra, “Hepsinin ortak özelliği yüreğimde saklı olan sevdama benzemeleriydi.”

“Bu kadar vurgun muydun, bu kıza?” diye sordu, İrem. “Çok belli olmuyor mu, İrem” diye yanıtladı, Melike.

“Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir akşam yemeğinde gördüm, Arman’ı. Çok benziyordu, sadece minyonuydu. Bir yıl gibi bir süre beraberdik. Aile içi sorunlar olunca Kazakistan’a döndü. Sorunları çözebilirsem gelirim, dedi ama sanırım çözemedi.”

“İrem bize söylüyorsun ama Kadir de az değilmiş gördüğün gibi.”

“Neden öyle diyorsun ki? Adam sizin gibi evli değil.

“Diğeri Özbek Gülbahar; Gürcistan’daki Kutaisi şantiyesinde yemekhanede çalışıyordu, tipi hiç benzemiyordu ama karakter ve ruhu fazlaca andırıyordu. Kocası ölmüş iki çocuğunu annesi memleketinde bakıyordu, onun da çalışıp para göndermesi gerekiyordu. Bir yıldan fazlada onunla beraberliğimiz oldu. Şantiyenin alt yapısını hazırladıktan sonra beni merkeze aldılar. Ne ben Kutaisi’ye gidebildim ne de o Rusya’ya gelebildi. Bir yıl sonrada vatandaşıyla evlenerek Özbekistan’a dönmüş.”

Kadir hayli daralmıştı, kadehini bitirip yeniden doldurdu. Kardeşler hâlâ ona bakıyordu, farkındaydı. Sırada Elenora vardı ama nasıl başlayacağını, bu yaşanmış güzelliği anlatırken sonuna kadar dayanabilecek miydi? Bir dikişte kadehini bitirdi ve yeniden doldurdu. Kardeşlerde şaşkın gözlerle, -bize çare olan adam ne yaşamıştı ki- diye, anlamsız gözlerle onu seyrediyorlardı. 

Kadehini alarak pencerenin soluna doğru yürüdü, pencerenin kasasına yaslanıp kuzeye çok ötelere doğru bakıp, kadehini kaldırarak, “Ura Nazdorovya!” dedi ve kadehindeki içkisini bitirip masaya geldi.

Masadakiler, kötü bir şey olduğunun farkındalardı. Kadir’in bu davranışlarını ilk defa görüyorlardı. Kadehini masaya bıraktığında Melike şişeyi alıp bardağını doldurdu. İri yeşil gözleriyle bakarak tebessüm etti.

Yutkunmak istedi, yutkunamadı. Gözleri, yutağı, yüreği dolmuştu, Kadir’in. Alangoya onun bardağını uzattı, kendi bardağıyla tokuşturdu ve “Ura, Nazdorovya!” dedi. O da “Ura, Nazdorovya!” dediğinde rahatlamıştı. İşte buydu Alangoya, bu karakterinden dolayı vurgundu, ona.

      “İki yıl sonraydı, Ukrayna da Odessa’daki şantiyenin kurulması için görevlendirilmiştim, tecrübem, iş ahlakım ve çalışma disiplinimle beklenen tarihten önce şantiyenin alt yapısını bitirmiştik. Hafta sonunda verdiğim moral pikniğinde tanışmıştım Elenora’yla.  Şantiye şefi koca yürekli Maksim’in (velikodushyy maksim) tek çocuğuydu. O, güzel yürekli adama böyle hitap ederdim, kalbi temiz bu adama. Maksim de bana buğulu yeşil göz derdi (tumannyye zelenyye glaza), Elenora da aynı hitabı kullanırdı. Piknikte koca yürekli Maksimle aynı masada eşi, kızı ve ben oturuyorduk. Elenora’yı ilk gördüğümde şaşkına dönmüştüm, beyaz teni ve sarışınlığı dışında sesi ve mimikleri bile neredeyse aynıydı, sevdamla. Çok şaşırmıştım, ama bazı akşamlar eğlenmeye bu koca yürekli Maksim’le gittiğimden arkadaştık, Elenora da bu adamın kızıydı. Bu tanım pek doğru durmuyordu, hayat görüşüme. Maksim tanıştırdığında –tek çocuğum, kızım Elenora- dediğinde, gözümü alamamış, kızında eli bir süreliğine havada kalmıştı. Kendime geldiğimde –pardon, ben Ka… Kadir- dediğimde hâlâ gözlerimi alamıyor ve kekeliyordum.”
        O anı hayalinde seyrederken kahkahalar attı, ne de mahcup olmuştu. Kardeşler de şaşırdı. O da; “Ne kadar çocukça, her aklıma geldikçe de gülerim…  Yemekler bitmek üzereydi ama tabağım aynı şekilde duruyordu. Koca yürekli Maksim, -buğulu göz yemeğini yesene- dediğinde, ben, sadece –hı!- diyebildim. Aslında o an uzaklara gitmiştim, hem zaman, hem mekân hem de kilometrelerce uzağa, yüreğimdekine gitmiştim, Elenora’yı gördüğümde. Yine –pardon- dedim ve tabağımdan ancak bir iki çatal alabildim. Yemek sonrası eğlence daha da hareketlenmişti. Koca yürekli Maksim, “Buğulu göz, dansa kaldırsana” dedi. Ben önce anlayamamıştım, annesini dansa kaldırmak için yanına gittiğimde Maksim, “Veronika benim, sen kızım Elenora’yı dansa kaldır” dedi. “Üzgünüm Bayan Veronika dedikten sonra Elenora’ya döndüm. Dans edelim mi Elenora” dedim. O da, “Memnuniyetle” dedi. Piste geldiğimizde müzik bir anda Kafkas Folk müziğine döndü, dans pisti boşaldı. Bir anlık duralamadan sonra piste tek başına bir kuğuyu kıskandıracak şekilde geziniyordu, Elenora. Birkaç dakika sürmüştü yalnız başına olan dansı, beni bekliyordu. Mesai arkadaşlarım ve misafirlerin bakışları, alanın ortasında tek başına durmuş olan bana odaklanmıştı. Elenora farkında olup yanıma geldi ve elimden tutarak bir tur döndük. Tutukluluğumu atlatıp artık göğüs göğse dans ediyorduk, sıra erkek oyuncunun hareketlerine gelince yapmış olduğum kıvrak hareketlerle folklor oyuncularını aratmayacak durumdaydım. Çünkü bu dansı biliyordum. Herkes şaşkın gözlerle izliyordu. Dansın sonunda da zıplayıp dizlerimin üzerine atladım ve ellerimi yana açarak başımı da geriye doğru kaldırdım. İzleyiciler önce şaşırdılar, alkışlar çılgınca yükselince bende Elenora’yı gösterdim. Dans bitiminde elele beraberce selam verdik, Elenora da sarılarak tebrik etti ve yerlerimize geçip oturduk. “Harika!” dedi, Veronika. “Buğulu göz, sen nereden biliyorsun bu dansı” dedi, Maksim. “Babam Kafkas kökenlidir” diye yanıtladım. Pikniktekiler ve masadakiler çok mutluydular. Maksim de kadehini kaldırıp, “Ura, Nazdarovya! (Şerefe!)” dedi. Bardaklar havada buluştuğunda en son Elenora dokundurdu bardağını, bardağını benim bardağıma dokundurması anlam yüklüydü. Bu dokunuş, seni beğendim, demekti. Ben zaten ötelerden gelememiştim, Elenora’yı gördüğümden beri. Şimdi o da bu arkadaşlıktan memnun olduğunu masadakilere ifade etmiş oldu, öyleymiş. Hafta ortası yemeğe davet etti, Maksim. Bende –Russian Standart- votkası alıp gittim. Zile basınca kapıyı gülen yüzüyle Elenora açtı, üzerindeki bahar desenli elbiseyle sanki İzmir’in dağlarında açan çiçekler gibiydi. Yemekler yenmiş birkaç kadehte votka içilmişti ki Maksim, “Buğulu göz, hadi bizi yalnız bırak” dedi. Garipsedim, pek bir şey anlamamıştım ama kalktım. “Tabii ki, her şey için teşekkür ederim” dedim, Veronika’nın elini öptüm, Maksim’le de tokalaşıp giderken yine koca yürekli gür sesiyle, “Moi Okhranniki (gardiyanım) Beni gardiyanımla baş başa bırak demek istedim. Siz Elenora’yla eğlenmeye gidin” dedi. Böyle bir edinimim olmadığından şaşırmıştım, Kız da beni kapı da bekliyordu, beraberce çıktık. Koca yürekli Maksim eşini çok sevdiğinden gardiyanım (okhrana - Moi Okhranniki) diye hitap ederdi. Bir kafeye gidip oturduk, hem olanları düşünüyor hem de az konuşup Elenora’yı dinliyordum, süzüp tanımaya çalışıyordum.  O akşam fazla bir şey konuşmadık. Gece olmadan da evine kadar kızı götürüp koca yürekliye teslim ettim. Eve dönerken aklımda hep Elenora vardı. Edası, bakışları, konuşmaları sanki A…, pardon, tek sevdamın iç dünyasının dışa yansımış şekliydi. Yatana kadar da onu düşündüm.”
        “Hayırdır, A Kim?” diye sordu, İrem.
        “Yüreğinde saklı tuttuğu sevdasının kod adı” diye yanıtladı, Melike.
        “Sonraki günlerde haftanın bir iki günü evlerinde yemekte, her günde akşamları şantiyeden biraz erken çıkıp Elenora’yı iş yerinden alır, beraber gezerdik. İtiraf etmeliyim ki ben de Elenora’yı çok beğeniyordum. Bazı hafta sonlarını beraber geçiriyorduk, Maksimin Odessa Oblastı Vilkovo’daki, girişi taş bloklardan yapılmış üst katı da tomruklarla örülmüş dağ evine Cuma akşamından gidip Pazartesi sabahı işe dönerdik. İkimiz de çok mutluyduk.” 
        Çok duygu yüklenmişti, bir an Reha düştü aklına, yine gülümsediğinde, “Anlattığın kadarıyla o dağ evi bu dağ evine benziyor” diye yorumladı, Ayaz.
        “Haklısın Ayaz, bu ev oradaki dağ evinin kopyası… Reha üç kez ziyaretimize geldi, ilk ziyaretini üç günlüğüne, bir sonraki iki son gelişi de altı günlük bir ziyaretti, tabii ki her zaman olduğu gibi ben bahaneydim. Zeki olan bu kardeşimin aklı kemer altında olduğu için…”
        Kadir güldü, hep beraber gülüştüler ve anlatmaya devam etti. “Yıllık tatillerimizi de beraber geçiriyorduk. Elenora Türkiye’yi çok sevdiği için Ege ve Akdeniz sahillerine geliyorduk, dönüşlerinde de İstanbul’u geziyor, konaklama için de benim evde kalıyorduk. Bir keresinde de Ayaz bizi Bodrum’daki yazlığında misafir etmişti… Birlikteliğimiz üç yıldan fazla olmuştu, artık adını koyma zamanı gelmişti diye düşünmüştüm. Ancak Elenora, -bu teferruatlar sadece zaman kaybı- diyordu. Haklıydı, zaman; insanoğluna verilen en büyük lütuftu, bir meta değildi ve para ile de alınamazdı. Doya doya yaşıyorduk, zamanı. Ben, Elenora’nın sözünü bu kadar anlayabilmiştim, kim bilebilirdi ki gelecekten haber verdiğini” dediğinde gözleri doldu ve yine kadehinden medet umarak bir dikişte bitirdi, acılarını mı bastırıyordu yoksa çok mu özlüyordu? “Yine bir Cuma akşamından gitmiştik, Odessa Oblastı Vilkovo dağ evine, ben şömineyi yakarken Elenora da akşam yemeğini hazırladı. Kadehler havada buluştuğunda, bir eliyle elimi tutarak gözlerimin içine bakıp, bir isteğinin olduğunu söyledi, Elenora. Ben de gözlerimi ondan ayırmadan kadınımı dinliyordum. “Buğulu yeşil göz, yüce tanrı şahidim ki aramızda nikâh olması gerekmiyor, olmasında. Ben kendimi senin karın olarak görüyorum, annem ve babam da aynı düşünce içindeler” dediğinde, “Ben de seni ömrümün yol arkadaşı olarak gördüm, Elenora, bunu da sen biliyorsun” dedim. “Evet, şimdi isteğimi söyleyeceğim. Sana bir çocuk vermek istiyorum”  dediğinde biraz da utanmıştı, beyaz teni pembeleşti.    “Eğer sen de istersen” dediğinde, bana öyle bakıyordu ki, -bunu sana vermeyi çok istiyorum- der, gibiydi. “İyi düşündün mü? Sen istiyor musun?” diye sordum, o da; “Evet, ben çok istiyorum.” Bende gözlerinin içine bakarak önce tebessümü kondurdum dudaklarıma sonra da –tamam- dediğimde Elenora elindeki kadehi atıp masadan öyle bir kalkmıştı ki sandalye bir tarafta masa ise devrilmeye ramak kalmıştı. Sarıldığında da ikimizde yere düştük. O hafta sonu Elenora öyle mutlu olmuştu ki nerdeyse hiç uyumadan Pazartesi sabahı işe geldik.”
        Kadir bir anda sustu. Başını sola çevirip salon penceresinden Karadeniz’e, kuzeyine doğru bakışlarını bıraktı. Uzunca bakıştıktan sonra tekrar kadehini doldurdu. Kuzeye doğru bardağı tutan elini kaldırdıktan sonra bir yudumda bitirdi. Başını masaya çevirip devam etti. 
        “Saat 12.00’ye doğru telefon geldi, Elenora’ya. Telefon hastaneden edilmişti, annesinin acil olarak hastaneye kaldırıldığının haberini alır almaz işten izin alıp hastaneye gitmek için cadde de taksi beklerken gelmekte olan bir kamyonun dingilinden kopan tekerlek üzerinden geçince onu da ambulansla hastaneye kaldırmışlardı.”
        Masadakiler –ah, olamaz- diye tepki verdiler. Herkes hüzünlü gözlerle Kadir’i dinliyorlardı. Alangoya ise ağlıyordu. Kadir, Melike’nin bu halini görünce hafif tebessüm etti. “Haberi alır almaz ben ve Maksim hastaneye koştuk. Yapılan tüm müdahaleler onu, Elenora’yı geri getirmedi. Kırılan kaburgalar iç organlarını parçaladığından yapılacak başka bir şeyde kalmamıştı.”
        Herkes kadehine sarılmıştı, şaka mıydı, bu? Ne güzel birliktelikleri vardı, diye düşünürlerken Kadir devam etti.
        “Cenaze töreninde beni Elenora’nın kabri başından almak mümkün olmadı. Maksim ve Veronika tek çocukları olan Elenora’yı kaybetmişlerdi ama bana daha fazla üzülüyorlardı. Bir hafta işe gitmedim, bir akşamüstü koca yürekli Maksim ve gardiyanı Okhrana (Veronika) evime geldiler. Beni gördüklerinde çok şaşırmışlardı, sakallarım birbirine karışmış, darmadağın bir durumdaydım. Bu görüntü onları çok üzmüştü. Maksim, -Buğulu göz, toplamalısın kendini, dedi. Cevap vermiyordum, sadece içiyordum. “Bak oğlum!” dedi Veronika, anlaşılan uzun bir konuşma yapacaktı ve devam etti. “Ben bir anneyim. Annelerin acıları iki kere olur. Bir çocuğumuz vardı, onu melekler aldı. Yüce tanrı Elenora’mızı aldı, seni de bize verdi. Yüce tanrı şahidim olsun ki sen artık benim evladımsın” dediğinde ağlıyordu Veronika, Benim önümde diz çökmüş ellerimi öperken, Maksim’de eşinin yanına diz çöktü. -Evet, buğulu göz, seni ilk gördüğüm günden itibaren bir oğul gibi sevdim, eşimde çok sevdi. Kızımızı özellikle seninle tanıştırdık, o hepimizden daha fazla sevdi seni. Ama gerçek şu ki; hepimiz ölümlüyüz, bizlerde öleceğiz. Zamanın önemini bizlere kızımız öğretti, bu kadar yas yeterli, Elenora da senin bu halini görse çok üzülürdü. Onu, kendini ve bizleri daha fazla üzme ve yarın işe gelerek hayata devam et. Yarın sabah seni bekliyorum.  Gardiyanımın dediği gibi, Yüce tanrı şahidim ki sen artık benim de oğlumsun.” Ağlıyordu koca yürekli Maksim, ağlıyorlardı. Ancak şunu da söylemeliyim, bu sözü oradaki yani Ukrayna da ki ailem, annem ve babam söylediler. Duyduğumda çok şaşırmıştım bu söze; -Ölen bizim kızımız olduğu için çok daha acı veriyor. Ancak belki de senin daha mutlu olacağın bir hayat arkadaşına basamak olmuştur. Bilmelisin ki buğulu yeşil göz, dualarımızda bu yöndedir. Umarız o insanı çabuk bulursun. Yine bilmelisin ki o da bizim kızımdır, Elenora’yla aynıdır, dediler. Ertesi sabah tıraş olup işe gittiğimde günü bitiremeden ofisten ayrıldım. Maksimle göz göze gelmek istemiyordum. O ayın sonunda da merkeze alınmamı istedim. Yeni ayın başında da Odessa’dan ayrıldım. Merkezdeki günlerim de kaçışıma cevap vermemişti. Rusya dar geliyordu bana. Yaz bitiminde istifamı verip ülkeme dönme kararı aldım. Ayrıldığımda Ukrayna’ya, Odessa’ya Elenora’nın mezarına gittiğimde günlerden Pazar’dı. Çiçekleri bırakıp dua ediyordum ki arkamdaki iki kişinin farkında değildim, onlar da beni seyrediyordu. Koca yürekli Maksim ve gardiyanı Veronika’ydı, ziyarete gelenler. Sarıldık, ağlaştık. Ben ikisinin de elini öpünce anlam veremediler. “Bizde anne ve babanın eli öpülür” dediğimde, koca yürekli Maksim ve gardiyanı Veronika, şimdi mutluluktan ağlıyorlardı. Beraberce eve döndük, aylardan sonra ilk defa Elenora olmadan o eve girdim. Akşamında da onun odasında kaldım. Onlar da üzülmüşlerdi benim kesin dönüşüme, arada gelirsin dediler. Ben de onlara, “İstanbul’a bir davetli gibi değil eviniz gibi zamansız gelin” dedim. Maksim’le şantiye ye gittim, arkadaşlarla vedalaşıp Rusya’dan ayrıldım.”  

      Masadakilerden ses çıkmıyordu. Evet, Kadir yaşadıklarını anlatan biri değildi ama bu çok ağır olmuştu. Nasıl ayakta durabilmişti bu kardeşimiz diye düşünüyorlardı. Herkes çok üzüldük derken, Melike ağlıyordu. Kalktı, Kadir’e sarıldı. Elleriyle yüzünü okşuyor, iri yeşil gözleriyle gözlerinin içine bakıyor, tekrar sarılıyordu. “Hayatta…” dedi. Melike de uygun kelimeleri bulmakta zorlanıyordu. Cümleyi de aralıklarla güç bitirebildi. “Hayatta yaşanması gereken her şey er ya da geç kesinlikle bir gün yaşanacaktır” dedi.

        Bir hayli zaman masadan ses çıkmadı, herkesin başı yerde ve sadece kadehleriyle konuşuyorlardı. Sessizliği Kadir bozdu, “Bu böyle olmuyor, kaldığımız yerden devam etmeliyiz. Sanırım söz sendeydi, İrem.”
        “Bunun üzerine ne anlatılır ki Kadir?” Ayaz ve Reha da özür dilediler.
        “Biz şaka yapalım derken, sen neler yaşamışsın be kardeşim.” 
        “Lütfen! Elenora’nın dediği gibi; -zaman bir lütuftur, boşa harcamayalım.”
        “Haklı! Nurlar içinde yatsın. Maksim ve Veronika’nın dileklerine katılıp, -umarım mutlu olacağın hayat arkadaşına basamak olmuştur.”
        İrem gözyaşlarını sildikten sonra kaldığı yerden devam etti. 

“On yedi yaşındayken babam yaşımı büyütüp kırk yaşındaki adamla evlendirdi. Hayır diyemezdim ama itiraf edeyim ki hayır da demezdim. Zengin olması işime geldi. İlk çocuktan sonra arasan da evde yoktu, adam. Hafta sonları, bazen hafta içleri zamanla hafta boyu hatta haftalarca gelmediği oluyordu. Herkesin bildiği klasik neden, mazeret iş’ti. Sizler gibi yetiştirilemediğim içinde cahilliğimden öyle olduğunu sandım, ikinci çocuğa kadar.”

“Ne oldu ki, ikinci çocukta?” diye merakla sordu, Ayaz.

“Doğumda bile yoktu, büyüklerim bilmesine biliyorlardı, ya pişmanlıklarından ya da paradan dolayı seslerini çıkartmadılar. Ben de sormadım. Zaman iç dünyamı kötü harmanladı, hatta acımasızca hırpaladı, boğuluyordum. Ne doktorlar ne de ilaçlar fayda etti. Kadir hariç bilmiyordunuz, kliniğe yatırılmak üzereydim. Ayaz bir çıkmazını anlattı, Kadir’in sayesinde atlatabilmiş. İşte benim de o günlerde yanımda Kadir vardı. Sözleriyle tutundum hayata, geri döndüm dersem inanın abartmıyorum.”

“Çok üzüldük, haber verseydin”

“Haber verseydim geleceğinizden kuşkum yok. Ayaz’ın dediği gibi Kadir’e yüklenmeyin, sizleri rahatsız etmemek için haber vermedi. Halledemeseydi muhakkak arardı.”

“Sen neymişsin be birader, iyi ki de varsın” dedi, Ayaz. Bütün kardeşlerin gözü Kadir’deydi ama Melike hayranlıkla bakıyordu, şaşırmamış, sanki Kadir’i çok iyi tanıyordu, bakışlarından yansıyan görüntü buydu. Arayı değerlendiren Kadir, “Tabaklarına servis isteyenler lütfen söylesin.” Yemeğin yeterli olduğunu söylediler. Melike ve Şahan masadaki tabakları kaldırırken Erten ve Ayaz da çerezleri getirdi.

“Ben ne yapayım” dedi, İrem. Şömineye odun almak için dışarı çıkmakta olan Kadir de,

“En kıdemli sensin dinlen. Reha, sende benimle gel” dedi. Kardeşler el birliği ile bir çırpıda işleri halledip masadaki yerlerine oturdu. Kadir de şömineye odunları koydu, kalanları da yan tarafına istifledi.

“Anladığım kadarıyla Kadir’in hepimizden haberi var. Sıkıştığımızda çalınan kapı onun kapısı. Ben ve Ayaz onunla yaşadıklarımızı ortaya sermemize rağmen, o, bizimle yaşadıklarını hiç anlatmamış. Kendime sitem etsem de onun dostum olmasından onur duyuyorum.”

“Benden haberi yoktu, benimde ondan haberim olmadı.” Net ve kararlı söylenen bu söz bir anda masaya buzdağı gibi oturdu. Konuşulanları dinliyor ama pek söz almıyordu. İçlerinde en yaralı olanıydı, Melike. Kulağı masadaki konuşmalarda olsa da gözü pencerenin dışındaydı. Hele ki yüreği Karadeniz’in de ötelerindeydi. Başlar ona döndü,

“Sahi ya! Sen iki evlilik yaptın, bizlerden tecrübelisin, anlatsana” dedi, İrem.

Masaya döndü… Herkesi süzdü, tek tek her birine anlık misafir oldu, gergin yüz ifadesi ile geçmişe, çok gerilere gitti. Sandalyesine iyice kurulduktan sonra, “Bugünkü mutsuzluğumuzda hepimizin payı var” dedi. Biraz alkolün çoğu da yaşanmışlığın dürtmesiydi, bu sözler. Melike’nin bu sert çıkışına kimse tepki vermedi. Onlarda biliyordu bu çıkışın alkolden olmadığını, herkes mutsuzdu, çünkü. Yine de ağzından çıkacak sözleri merakla bekliyorlardı. Yaşam içinde hatalardan çok yol ayrımlarında yapılan tercihler yanlıştı. Eğri dikilen ağaç doğru büyüyemezdi, uğraşları da hep yordu. Hayattan, yaşamaktan uzaklaştırıp günü kurtarırken gelecek günlerin içinde saklı olan yığınları da göremeyip altında kalmalarına neden oluyordu.

“Sen” dedi, Ayaz’a bakarak ve devam etti.

“Sen, belki de babasızlığın, nurlar içinde yatan annen ki kendi hayatını bir kenara atarak insanüstü çabalarına şahit oldun, bu da senin gelecek korkularına kapılmana neden olduğundan doktorla evlenmeye razı oldun. Yaşı senden büyük olması çokta önemli değil. Ama korktun.”

Sivri bir çıkış yaptı Melike. Kadehine yeni doldurduğu şarabı yine bir yudum da bitirdi. Görünen o ki hepsi için sadak’ın da fazlaca okları vardı. İlk atışını yaptıktan sonra Ayaz’ın yanındaki kendisinin de karşısında oturan Reha’ya dönerek, “Saf temiz kardeşim. Üstelikte yanındaki Kadir’in uyarılarına rağmen hançerlenmişsin, hem de defalarca. Madem eşin kardeş olmuş, aklı başında bir hayat arkadaşı bulsaydın. Ama yok, illaki de arı gibi her çiçekten bal alacaksın. Sonuç; kardeşin olan eşine kaldın. Neden? İlgi kemerin altında, kemerin üstüne bakan yok. Orası çok uzaklarda değil, sol yanında kemerin bir karış üstünde.”

Masadan ses çıkmıyordu, nefesler tutulmamıştı ama duyulmuyordu da. Herkesin kulakları Melike de gözler ise kadehlerinin derinliklerindeydi. Bir tek Kadir’in gözleri ondaydı. Yüzünde de tebessüm hâkimdi.

“Ya sen Erten? En kutsal görevi yapıyorsun, dediğin gibi insan yavruları yetiştiriyorsun. Ama kendini tanıyamamış ve de tanımlayamamışsın. Ya karanlığa hapsedecektin ya da dışarlara atacaktın kendini. Olmadı. Boşluklar dolmadı, doyamadığın için de hâlâ açsın.”

Melike tüm kardeşlerinin bilançolarını çıkartmış, hiç sakınmadan her birini masaya yatırıyordu. Eleştirileri ağırdı ama olanları söylüyordu. Kimi korkmuş, kimi cesaretsiz, kiminin de işine geldiği için doğruları bilmelerine rağmen kabulü ikrar da bulmuşlar. Ama bu kaçışlar hakikatlerden, doğrulardan uzaklaştıramamış ruhlarını, bedenlerini de. Melike ara sıra duruyor, derin bir nefes aldıktan sonra devam ediyordu. Yine soluklandı ve sağına, Şahan’a döndü, “Dediğin gibi, görünürde en az hasarlı sensin. Şunu bil ki, belki de en ağır yükü taşıyanlardan biri de sensin, biliyorsun. Kızların ve kız kardeşin için düşündüklerinin doğruluğuna tüm kalbimle inanıyorum. Törelerine gösterdiğin saygıya da eyvallah, da ikinci evliğine teslimiyetin bana –iki kaşık aşım, ağrısız başım- yüreksizliği gibi geldi. Ne bir sevdan oldu ne de bir sevenin, seni heyecanlandıran. Senin ki ne biliyor musun Şahan, -içinde daim olan kesiksiz bir yara- bunun nasıl bir şey olduğunu da bilemezsin. Anlatayım; bir yerin kesilir ve kanadığında bu bir yaradır, artık. Müdahale edersin; pansuman, merhem ya da bir dikiş. Kabuk bağlar sonra da atar kabuğunu, iyileşir yani. Seninkisi yarada değil, kesiği görünmediği için, bir tek sen bilirsin her iç çekişlerinde. Böyle berbat bir şeydir, o.” Şahan’ın yüzü dalga dalga şekillere bürünüyor, mimikleri ise tepkiden çok kabul edişini yansıtıyordu.

“Sende de var ki bu kadar güzel tarif ettin” dedi, Şahan.

“Zaten, bir tek senin anlaman gerekirdi, tabii ki de var ama seninkinden biraz farklı.”

 “Güzel yüzlü kardeşim, İrem” dediğinde, Melike’nin çıkışlarından gerilmiş olan yüzü biraz gevşedi.

“En zayıf halkamızdın, ayakların yere hiç basmadığı için hep dalgaların uçlarında kaldın, korkular besledi seni, ta ki çocuklarınla büyümeye başladığın ana kadar,  hâlâ daha çocukların büyütüyor, seni.”

“Haklısın kardeşim, doğru söylüyorsun.”

Kadehini doldurdu, masadan kalkıp pencerenin yanına gitti. Kar yine lapa lapa yağıyordu. Kardeşleri de ardından sessizce seyrediyordu bu yürekli kadını. Uzaklarda neler gördüyse, döndü ve yerine oturdu, gözlerini Kadir’in gözlerine dikti.

“Ve sen” dedi Kadir’e,

“En büyük suçluda sensin.”

Arkadaşlarının çıkmazlarında hep el olan Kadir en ağır ithamla suçlandı. Bu nasıl bir çıkış, bu nasıl bir saldırıydı?

“Önce kendini astın darağacına, üstelikte hayallerini biriktirdiğin kafesin kapısını da kilitledin… Hiç açamadın, açmadın.”

Birinci cümledeki ithamın şokunu atlatamayan gurup bu defa anlamsız gözlerle bakıyorlardı, kimse bir şey anlamadı. Devamını merakla beklediler.

“Bencil değilsin… Çok iyi biliyorum egoist hiç değilsin ama kendinle… Beraberinde sana sevdalı olan kızı da astın darağacına” dediğinde, bu son cümle yüreğini kanatarak zor dökülmüştü, dudaklarından.

Artık bütün gurup kendi sorunlarını unutmuş Melike’nin bıçak gibi sözlerine kilitlendiler. Görünen o ki sadak’ta kalan bütün oklar Kadir’e ve kendisine kalmıştı. Mert kız olmasına öyleydi de bu çıkış çok daha başkaydı, çok ağırdı. Bütün gözler ona çevrilmiş ağzından çıkacak sözleri bekliyorlardı, şaşkın donuk gözlerle. Bir tek Kadir’in gözleri onda değildi, kadehine bakıyordu.

“Gecenin en kötü kişisi ben olayım…” dediğinde, gurup kendini buzdağları arasında hissetmeye başlarken, Melike bir anda o dağların ortasına kendini koydu. Yürekli kızdı da, bunca yıllık dostlukları bu kadar saldırı altında olmamıştı. Ama en ağırını Kadir’e yapmıştı, şimdi de sıra kendine gelmişti. Acaba ne diyecekti? Yorum yapamıyorlardı, dinlemekten başka.  “Altı erkek ki –Allah rahmet etsin, Deniz’i- iki de kız idik. İrem mesela, çok güzel bir kızdı. Her delikanlı birkaç defa dönüp bakarken hiç mi aranızda beğenen yoktu, hem de her gün beraberken.”

Bu defa bu sözlerle ok Ayaz’ın kalbine saplandı, vardı diyemedi.

“Ama kardeştik, nasıl öyle bakabilirdik ki” cümlesi yükseldi masadan.

“Bizim bu durumda olmamızın nedeni sizlersiniz” dedi, kaşları çatılmış sert bir ifadeyle haykırdı, Melike. Kadehini kaldırıp kalan şarabını bitirdi.

“Ya kızlar olarak biz, gençtik bir erkek arkadaşımız olsun istemedik mi, sanıyorsunuz? Uzağa gitmeye de gerek yoktu. Her gün beraber olduğumuz altı çocuk vardı. Ama olmazdı. Neden? Kardeştik. Evet, gurubumuzun adı kardeşimdi, ya! Hatta gerçek kardeşlerimizden daha fazla birbirimize sahip çıktık, bu da çok güzel. Sevdalanmak yasak mıydı ki? Soruyorum hepimize, sevdalanmak yasak mıydı? Söze dökülmese de gönülde yasaktı. Sizlere bir şey daha söyleyeyim; içimizde birbirine sevdalı olan yok mu, sanıyorsunuz?” herkes birbirlerinin suratına anlamsız bakıyordu, ne arıyorlardı, ne bulacaklardı, onu da bilmeden sadece bakıyorlardı.

Önce Ayaz kızardı boynuna kadar, kimse anlamadı. Alkol vardı bir de Ayaz kızıl’dı, belli olmadı. Kadir sakin ve soğukkanlılığından belli etmiyordu ama kalbi gümbür gümbür atıyordu.  “Ve en son ben…” dediğinde yutkundu, gözleri doldu.

“Evet, ben! Kadir’in Alangoya diye adlandırdığı o açık sözlü, mert kadın… İki kere nikâh masasına oturdum. İrem’in dediği gibi aramızdaki en tecrübeli kardeş benim. İlk evliliğimde nikâh masasından kalktım. Hiç sordunuz mu bu cesur kadın Melike’ye neden diye? Sormadınız. Neden biliyor musunuz? Melike’nin de bir sevdiği vardı, öyle ki sevdiği kişi bile bilmiyordu, bilemezdi de.”

Artık Melike’nin her cümlesi dışarıda yağan kar’ın tipiye dönüşmüş şekliydi. Hem de bir buz olup yağıyordu, bir alev topuna dönüyordu, ağzından çıkan sözler.

“Neden biliyor musunuz? Çünkü kendine bile seslendiremediği bir sevdasıydı bu adam” dediğinde, anlatımlar sözleri bırakmış gözlerden iniyordu. Ağlıyordu Melike, kimse yerinden kıpırdayamıyordu, üzülmüşlerdi ama dokunmaya da cesaret edemediler. Kadir elindeki bardağı bırakıp yanına geldi, elini avuçlarına aldı, bir nebze teselli etmek istedi. Melike de sıkıca tuttu elini. Başını kaldırıp şefkatle iri yeşil gözleriyle Kadir’in gözlerine baktı. Sesi ağırlaşmıştı, “Evet, ilk nikâhımda deftere imza atacakken sevdamla göz göze geldik. O dönüp nikâh salonunu terk ederken ben de kalemi bırakıp masayı terk ettim” dedi ve Kadir’in tuttuğu elini iki eliyle göğsüne yapıştırdı.

“İkinci nikâhta ise yoktu, sevdam. İmzayı attım. Masadan kalkarken göz göze geldik, o an’ı ne yazabilir ne de çizebilirim. Bir tarafım yangınlardayken diğer tarafım buz tutmuştu. Anlaşılan o kişinin, sevdiğim adamın geç haberi olmuş ve son anda yetişmişti. O yine arkasını döndü ve sessizce gitti. Tam on bir yıl yüzünü görmedim. Sizler, yani benim kardeşlerim beni evli sanıyorsunuz ya, törenden sonra eve gittiğimizde kâğıt üzerindeki eşe durumu anlattım. Önce kavrayamadı, tepki verdi. Tekrar anlattım, bir daha… Anladı. Bu sefer ailesi sorun olmaya başladığında da üç ay sonra, benim çocuğum olmuyor bahanesiyle hem ailesinden hem de kâğıt üzerindeki evlilikten kurtuldum.”

Melike’nin soluk alışları göğüs kafesinden çok net belli oluyordu. Kadının yaşadıklarından hiç birinin haberi yoktu. Kardeşler kahroluyordu.

“Şimdi de size sevdamın kim olduğunu söyleyeceğim” dediğinde ise herkesin nutku tutulmuş yorum dahi yapamıyorlardı. Sandalyesinden kalkarak, elleri ellerinde yanı başında ayakta duran Kadir’e iri yeşil gözleriyle bir duygu köprüsü kurarak, dedi ki;

“Bugün sen beni isteyeceksin, ben de kendimi sana vereceğim.” Dönüp masadaki kardeşlerine de;

“Sizlerde bu yürek birlikteliğinin şahitleri olacaksınız” dediğinde, gözyaşları çenesinden damlıyordu, Alangoya’nın. Ağlıyordu. Ağlıyorlardı, Kardeşim gurubu.

      Koca yürekli Maksim ve gardiyanı Veronika’nın duaları mı tutmuştu?

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.